Batı okullarında, Batı‘da yetiştim. Batı estetiğini severim ama Batıcı hiç olmadım. Hatta tepkici bile oldum. Ne var ki, yaşlanmak mı, yorgunluk mu bilmiyorum ama seçmek zorunda kaldıklarımızın çoğunun kötülüğü, ilkelliği, ellerinin kirliliği, referansları bu hafta içimi isyan ile doldurdu. Tahammülümün azaldığını fark ettim.
O yüzden NYT‘ın sayfalarını ayırdığı makyajsız, fönsüz, tayyörsüz, ağız dolusu gülen, geçmişi sinsi, kirli oyunlara, ölümlere vesile olmuşlara değil, sinemaya dayalı o genç kadını görünce sevdim.
New York Times‘ın ‘İtalyan siyaseti sarsılıyor‘ başlığı ile, büyük puntolarla mercek altına aldığı kadın; Elly Schlein. Temsilciler Meclisi üyesi olan ve ön seçimlerdeki zaferi ile Demokrat Parti‘nin başına geçen ilk kadın Elly Schlein, kimlik krizindeki muhalefet partisini derinden değiştirmeyi vaat ediyor.
İtalya gibi oldukça yerel bir ülke için fazlasıyla ‘farklı‘ bir figür Schlein. 1985 İsviçre, Lugano doğumlu, ABD vatandaşı, dedelerinden biri Liviv’den Amerika’ya göç etmiş bir Yahudi, babası Melvin, ABD’de büyümüş, anne Paola Viviani‘nin babası ise bir partizan. Elly‘yi hep İtalya‘ya çeken de annesinin kökeni olmuş.
Ablası ve ağabeyi küçük yaşlarda ne yapacaklarına karar verdikleri halde o bir türlü ne yapacağını bilemediği için ailenin kara koyunu olan Elly, şimdi Avrupa solunun geleceği konusundaki tartışmanın merkezindeki isimlerden biri olarak kabul ediliyor.
Elly Schlein, Neo-realist sinema ve Amerikan komedilerini seviyor. Sinema ile ilgisi seyircilik düzeyinin çok ötesinde. Arnavut mülteciler ve Barack Obama’nın seçim kampanyası ile ilgili ödüllü belgeselleri var. Sinema hakkında yazdığı bloğu da bayağı ilgi çekiyor. Philip Glass‘ın müziğini seviyor.
Bologna Üniversitesi’nden 2011 yılında mezun olmuş, 2014-2019 yılları arasında Avrupa Parlamentosu’nda milletvekilliği yapmış, Sosyal Adalet üzerine kitapları var.
Uzun süredir yaşlı erkekler tarafından temsil edilen İtalya önce genç bir kadın Başbakan, ardından da yine çok genç bir kadın muhalefet lideri ile adeta başka bir boyuta taşındı.
NYT’a göre bu iki kadın ‘daha farklı olamazdı’.
Roma’nın popüler bir mahallesinde bekar bir anne tarafından büyütülen Meloni “Ben Giorgia, kadınım, anneyim, Hristiyanım” derken Schlein “Anlamıyorum, kadınlık, annelik, Hristiyanlık İtalyanların faturalarını ödemeye nasıl yardımcı olabilir. Ben de bir kadınım, başka bir kadını seviyorum. Anne değilim ama bu beni daha az kadın yapmıyor. Meloni kendisini anti-faşist olarak tanımlayamıyor. Göçmenlere yönelik politikası ise insanlık ve yasa dışı" diyor.
Kendisini aşırı sol bulanlara ise şöyle cevap veriyor: “Kime saygı duyacağımızı net göstermeliyiz. Bu başaramadığımızda da önemli bir referans meselesi.”
Schlein, unutulan işçi sınıfının yeniden korunmaya alınmasını, sendikalaşmasını, zenginlerin daha çok vergi vermesini, yeşil politikaya yatırım yapılmasını, eşcinsellerin, göçmenlerin hakları için mücadele edilmesini savunuyor:
“Kişisel geçmişim beni milliyetçiliğin Avrupa‘yı getirdiği noktaya karşı duyarlı hale getirdi. Bunun içinde gurur duyduğum Yahudi kökenim de LGBT dünyasına ait olmam da var. Buradayım çünkü çocukluğumdan beri annemin ülkesine dönmek istedim.”
… Ve New York Times: “Demek ki, Demokrat Parti‘nin Piazza di Spagna yakınlarındaki ofisinde kimsenin geldiğini duymadığı ilerici bir kadın oturuyor” diye yazıyor.
Bir insanın hayatı tek bir eylem ile özetlenecek olsa onunki gizli bir kahramanlık, önemli bir postacılık olarak tarihe geçecektir…
Sovyetler Birliği’nde yayınlanması yasaklanan Dr. Jivago’yu Boris Pasternak‘tan casusluk hikayelerine layık bir şekilde alıp yurt dışına çıkaran ve dünya ile buluşturan Sergio D’angelo geçtiğimiz hafta 100 yaşında hayata veda etti.
Sergio D’angelo, Roma‘da doğup büyüyen bir Komünist gazeteci idi. Sovyetler Birliği’nin Macaristan’ı işgal etmesi üzerine İtalyan Komünist Partisi ile arası açılan D’Angelo, 1950’li yıllarda karısı ile birlikte Moskova’ya taşındı ve devlet radyosunda çalışmaya başladı.
Yıl 1956‘ydı, Stalin ölmüştü, Kruşçev ile birlikte hafif özgürlük rüzgarları esmeye başlamıştı ama totaliter rejimin ağırlığı devam ediyordu, KGB‘siz nefes alınamıyordu.
Rejimin önceleri pek rağbet ettiği Boris Pasternak‘ın başı Dr. Jivago’yu yazınca derde girmiş, kitabın basılması yasaklanmıştı. Roman malumunuz hepimizi derinden etkileyen bir aşk hikayesi idi ve rejimi doğrudan hedef alıyor, Sovyet yaşam biçimini ağır bir dille eleştiriyordu.
Sergio D’Angelo ve Boris Pasternak birbirlerini tanıyorlardı. Romanda Lara karakterine can veren Pasternak‘ın sevgilisi Olga İvinksaja‘nın da yardımı ile el yazmalarını İtalyan gazeteciye teslim eden yazar.
Bundan sonrası casus romanı kıvamında gelişir. Romanı yurt dışına çıkarmayı başaran Sergio D’angelo, ülkenin en önemli yayınevi Feltrinelli’ye götürür ve kitap kısa süre içinde dünya çapında olay olur.
Boris Pasternak Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülür, yıl 1957’dir, SSCB yazarın ödülü almasını kabul etmez, aynı yıl Sovyet Yazarlar Birliği’nden de atılır. Bunu İngiliz yönetmen David Lean‘ın çektiği “Dr. Jivago” filmi izler ve yer yerinden oynar, film beş Akademi Ödülü alır.
Ama bu şan şöhret Boris Pasternak‘ın üzerindeki baskıyı arttırır, ünlü yazar 1960 yılında kanserden ölür. Kitabın çıkarılması için yardım eden sevgilisi Olga dört yıl hapiste yatar.
İtalya‘da hayat kolay değildir. D’Angelo İKP‘den atılır, maceralarla dolu bir asırlık varoluşunda başka birçok şey yapar. Pasternak‘ın romanını çıkarma öyküsünü yazdığı bir kitap yazar, gazeteciliğe devam eder, küçük bir kasaba olan San Martino‘da huzur içinde gözünü kapatana kadar hareketli bir hayata imza atar.
Büyük bir muhalif yazar, cesur bir postacı, aşık bir kadın üçgeninde karlar altında Moskova‘da geçen bu hikayenin üçüncü kahramanını da kaybettik…
Lara‘nın unutulmaz repliği ile bitirelim: “Nerede bilmiyorum ama seni bulacağım…”
Şahane bir dayanışma furyası içindeyiz. Niyet okumaya gerek yok, sahada poz veren de vicdan temizleyen de olabilir ama sonuçta hayatımda gördüğüm en katılımcı dönemdeyiz. İyi niyetli herkes bir şey yapmaya çalışıyor.
Ülkemizin Doğu’sundaki en önemli modern sanat müzemiz Baksı‘da bu amaçla tarlalarını nadasa açmak istiyor.
“Köyümüzün arazilerinin yaklaşık yüzde 70 oranındaki kısmının ekilmediğini ve yaban hayata terk edildiğini biliyoruz. Bu aslında tarımsal üretimin sonu demektir. “Baksı Nadas Dayanışma Tarlaları Projesi” ülkemize bu zorlu günlerde küçücük de olsa bir katkı üretme çabasıdır. Bu çabanın, çoban ateşi gibi etrafındakileri ısıtmasını umut ediyoruz.” diyor Prof. Dr. Hüsamettin Koçan.
Baksı Kültür Sanat Vakfı’nın Projesi şöyle:
-Hozan arazileri nadasa geçirmek ve organik tarımı başlatmak,
-Toplumsal dayanışmayı maddi ve manevi olarak harekete geçirmek,
-Yetiştirilen ürünleri deprem bölgesindeki depremzedelere sunmak,
-Bu amacı gelecekteki ihtiyaç sahipleri için sürdürülebilir kılmak ve çözüm ortağı olmak.