Sibel Oral'ın Nazım Hikmet'in oğlu Mehmet'i bize tanıştırdığı "İşitiyor musun Memet?" üç dört ay önce çıktı. Roman tadında yazılmış, nefis bir biyografi kitabı. O kadar lezzetli yazılmış ki, Memet'in sofraları, yaşadığı soğuk şehirler, sıcak ilişkileri, ona aile olmuş şahane arkadaşları, fotoğraflar eşliğinde Polonya'da, İtalya'da, Fransa'da yaşadığı pastoral mekanlar, uzun Paris yılları oradaymışsınız gibi insanı sarıp sarmalıyor. Polanya'nın sisli soğuğunda üşüyor, sabahlara kadar süren muhabbetler eşliğindeki uzun sofralarda doyuyorsunuz…
Mehmet, babasının şiirinde Memet, çocukluk mektuplarında Mehmet Andaç. Bir ara Mehmet Andaç Borzecki. Sonra Mehmet, arada bir yerde Mehmet Hikmet. Kalbinin marazı da gözlerinin mavisi de babasından bir Mehmet…
Kimi için hain, dünyaca ünlü şair babasının cesedine kapanıp ağlaması bile 'Büyükleri' tarafından engellenen Mehmet. Kolay kolay kimseye yanaşmayan, kimseyi de yanaştırmayan Mehmet. Acısını açmayan, uzun suskunlukların adamı…
Şimdiye değin yazılmayan bir hayat onunkisi. Resimlerine imza atmayan, şiirlerini yakan, kendisini de ölümünden sonra yaktıran Memet. Muhtemelen, bu dünyaya iz de ağırlık da bırakmak istemeyen Mehmet'i tanıdığıma ben çok memnun oldum. Hayatı boyunca istemediği hiçbir şeyi yapmak istememesini son derece şımarıkça bulsam da ana oğulun 'affetmemesini' son derece kibirli bulsam da, kitapta babanın ilgisizliğinin altının bu kadar çok çizilmiş olmasını gereksiz bulsam da…
Ama sanki memnun olanların sayısı pek fazla değil gibi.
Sibel Oral'ın "İşitiyor musun Memet?"i Mehmet Fuat telifleri tam mı ödedi eksik mi ödedi tartışmasına sıkıştı kaldı. O'nu tanıdığımıza sevindik mi, kızdık mı, yoksa tanışamadık bile mi?
Aşağı yukarı aynı zaman diliminde yayımlanan Arzu Okay'ın Türey Köse tarafından son derece güzel yazılmış biyografisi hak ettiği itibarı görürken Memet'in sesi işitilmedi gitti. Yoksa susarak doğru mu yapmıştı? Değmez miydi konuşmaya?
Sibel Oral'ın tutkulu araştırmasında birçok haberin ipucu da var. Münevver Hanım "Ölmekle meşgul" iken ziyaretine gelmeyip telefon ile aramakla yetinen yakını kim? Gündüz Vassaf'ın havaalanında gözaltına alınmasının, Büyükada'daki evin kilit altında tutulmasının sebebi ne...
Ben kitaba konulmadığı için yazılmasını uygun bulmazlar herhalde diye düşünürken (Sibel de gazeteci. İstese o yazardı.) OdaTV Nazım Hikmet'in mirası kime kalıyor, diye sordu. Hürriyet'ten İhsan Yılmaz da yanıtladı: Nazım Hikmet'in mirası mahkemelik olmuştu.
Ne üzücü, miras paylaşım kavgasından ülkenin dünyadaki en ünlü şairi bile kurtulamıyor. Çiğlik, vasatlık, mülkiyetçilik, nefret gelip bir yerden onun adının kıyısına köşesine yapışmaya çalışıyor.
14 Ekim 2018'de Fransa'da ölen Mehmet Nazım, ölmeden önce vasiyet düzenlemiş. Nazım Hikmet'in telif haklarını en yakın arkadaşı Gündüz Vassaf'a, Büyükada'daki evi Gündüz'in oğlu Doğan'a, (Haberde Osman yazılmış ama.) Fransa'daki varlıklarını ise üvey kızına ve ondan olan torununa bırakmıştı. Yani yaşamını paylaştığı, yanındaki yöresindeki insanlara.
Nazım Hikmet'in yapıtlarının yayın hakkı 2002 yılında Adam Yayınları'ndan YKY'ye geçmişti. Bu geçiş Nazım Hikmet'in tek yasal mirasçısı olan oğlunun izni ile olmuştu. İzinsiz kullanımı da yasaklanmıştı.
Yani, her şey mirasçısının isteği doğrultusunda yapılmıştı ki Mehmet'in annesi Münevver Andaç'ın ressam Nurullah Berk ile evliliğinden olan kızı Renan Genim, mirastan hak talep etmek için Gündüz Vassaf'ı mahkemeye verdi.
Yani, Gündüz Vassaf'ın Havaalanı'nda gözaltına alınması bu yüzden. Büyükada'daki eve yaklaştırılmaması, evin havalandırılmayıp çürümeye bırakılması da bu yüzden. Bu hafta yine duruşma vardı ama yeni bir şey yoktu. Renan Genim, Mimar Sinan Genim ile evli, yani adını 'korumacı' olarak duyuran bir mimar ile. Genim bir dönem AKP'den Kadıköy Belediye Başkan adayı olmuş, kazanamamıştı.
Nazım Hikmet'in eski karısının ilk kocasından olma kızının ortada bir vasiyet varken mal mülk istemek için nasıl bir sav sürdüğüne gelince: (Tabii ki, dosyayı okuyamadım.) Öğrendiğime göre itirazlardan birinde Gündüz Vassaf'ın Türkiye ve dünya çapında önemli bir psikolog olduğunu ve Mehmet'i etki altına aldığı iddia ediliyormuş. Kulağa komik geliyor ama gerçek...
Bu hafta Nazım Hikmet'in doğumunun 120. yılı kutlanıyor. Dünyaca ünlü bir tane şairimiz var ama 'O'nun adı bile ülkedeki 'mütehatlik' anlayışından paçayı kurtaramıyor…
Beş yıl önce vefat eden Umberto Eco yaşasaydı 90 yaşına basacaktı. Önemli bir yaş, ismi yıpratılmadan yaşanmış 90 yıl. Bir sürü doksanlık ortalıkta fink atarken Eco, 84 yaşında sağlığı çok iyi olduğu halde Milano'da aniden öldü.
Göstergebilimin ve kapsamlı romanların bu büyük isminin dünyaya anlatmaya çalıştığı temel şey: Kültürün ne yüksek ne de düşük, sadece iyi ya da kötü olabileceğiydi.
1960'larda Roma'nın ünlü Feltrinelli Yayınevi'nin tartışma programlarına katılan Eco, geleneksel siyah kalın çerçeveli gözlükleri, fitilli kadife pantolonu ve tweet ceketi ile o yıllarda da ilgi odağı olurmuş. O konuşunca herkes susarmış çünkü komikmiş. Hiç kimsenin uzlaştıramayacağı unsurları yan yana getirebiliyormuş: Wittgenstein ve Mickey Mouse, Aristotales ve Kırmızı Başlıklı Kız, Rus yapısalcılar ve Mandrake gibi…
1965'te Beatles'ın İtalya'daki ilk turnesinde, Mozart ile aralarındaki farkın zaman ve tarz olduğunu yazmıştı. Yani, ondan 60 yıl sonra ancak tartışılabilecek müzikte 'aşağı-yukarı' olamayacağı meselesini o yıllarda gündeme getirmişti. Eco'nun Berlusconi meselesine bakış açısı da aşağı yukarı böyleydi. Adamı o kadar kompleksli buluyordu ki, kışkırtıcılığını doğal karşılıyordu.
Eco bu kültürel başkaldırısının bedelini de ödemişti tabii ki. Akademik olarak. Yüksek kültürü reddeden, polisiyeyi hem edebi hem de sınırsız bilgi ile sunabilen, ünlü ve eğlenceli öğretim üyesini klasik akademisyenler reddetmeyi seçmişlerdi.
Eco'nun yeni bir disiplin olan göstergebilim öğretim üyeliğine yönelmesinin nedeni de zaten 1971'de Müzik ve Gösteri Sanatları'ndan itilmesi yüzünden olmuştu.
Ağırbaşlı Profesörler Eco'nun sıkıntıdan ve artan zamandan "Gülün Adı"nı yazıp dünyanın en ünlü ve önemli yazarlarından biri olacağını öngörebilseler muhtemelen kürsüde tutmayı yeğlerlerdi.
Böylesi büyük bir ilgiyi aslında Umberco Eco da öngörmemişti. Sherlock Holmes, Getrude Stein'e gönderme yapıp biraz eğlenmek istemişti o kadar.
Eğlenmek Eco için önemliydi. Bundan ben de payımı almıştım. "Gülün Adı"nın dünyayı kasıp kavurduğu yıllarda (1983'tü sanırım.) Goethe'de okumak için bir süreliğine yaşadığım Münih'e, meşhur okumalarından birini yapmak için gelmişti. Belediyenin konser salonu ağzına kadar dolmuştu. Ben bir Türk kız arkadaşımla gitmiştim. Eco İtalyanca konuşuyordu. O kadar komikti ki, biz Nilgün ile tepine tepine gülüyor, gözlerimizden yaş akarken, aha ihi sesler çıkarıyorduk. Ama gülen sadece bizdik. Önceleri Almanca'ya çevrilince kalabalık kitlenin de güleceğini zannettik ama beklentimiz boşuna çıktı. Gülmüyorlardı.
O konuşmadan aklımda kalan, giysilerin tarihsel dönüşümü oldu. Zırh'tan likraya kolay geçmedik diyordu. Zırh'ın o acıtan demir soğukluğundan, bedenin formunu alan yumuşacık likralara geçişi anlatırken insanlığın tarihi de anlatıyordu.
Sonrasında kısa bir söyleşi yaptık. O da merak etmişti zaten gülmeyen Almanların içinde tepinerek gülenlerin kim olduğunu. "10 Aptal Soru'yu sorma sakın." dedi. Ben hemen "Niye? Türk, Müslüman, Kadın, Genç olduğum için mi?" diye horozlanınca "Yoo, bunu herkese yapıyorum." demişti. Bu sefer birlikte gülmüştük.