Yazı "Taş ve Gölge"nin yarattığı serinlikte geçiriyorum. Burhan Sönmez'in son kitabını okumakta geç kaldığımı biliyorum. Belki de tam zamanıydı, bilmiyorum...
Bitmesin diye yavaş yavaş okumaya çalıştıysam da elimden bırakamadıysam da nihayetinde ayrılmak zorunda kaldık. Oysa onun beni beklediği süreç ne kadar heyecan vericiydi. O akşam olsa da buluşsak hâli...
İnsan kendisiyle yalnız kaldığında hisseder saf sızıyı. Gündüz o yükleri taşımak kolay. İnsan gerçekten yalnız olduğuna geceleri inanır diyordu kahramanımız Avdo.
Avdo, Merkez Efendi Camii'nde hünerli bir mezar taşı ustası. Ölümden daha büyük bir hakikat olmadığı düşüncesiyle ölümün bağrında konaklıyor. Mezarlığın kenarında, arkasında kendi yarattığı su şırıltısı ile kulübesinde yaşıyor. Zamanının çoğu da sundurmada geçiyor, ağaçların o serin gölgesinde.
Günü geldiğinde, en uzun ve karanlık gecede, erguvan ağacının altındaki mezarda onu bekleyen kadının, Elif'in yanına uzanacak.
Burhan Sönmez'in yarattığı atmosfer öyle güçlü ki etrafımızda koparılan bunca yaygaranın aksine o sundurmanın serinliğinden, Avdo'nun koşulsuz, tekniksiz, taktiksiz (Allah ile ilişkisi de öyle. Hiçbir biçime tenezzül etmiyor.) sevgisinden başka hiçbir şeye ihtiyacınız olmadığını anlıyorsunuz.
Bu evren ve insan meselesi malumunuz bayağı karışık bir mesele. Şems'in dediği gibi; "Her şey olabiliyorsun, kendin olamıyorsun."
Özümüz kendimizde gizli, bulmamız gerekiyor.
Bunun içinde bireysel aklın yetmediğini anladık. Evrenin aklını anlamaya çalışıyoruz, muhabbetini hemen her yerde yapıyoruz. Bu muhabbet henüz magazin düzeyinde olsa bile…
Sarah Jessica Parker deyince doğal olarak Sex and The City'nin seksi köşe yazarı ve şahane pabuçları geliyor akıllara…
Geçtiğimiz günlerde eşi Matthew Broderick ve çocukları ile Güney sahillerini gezen, mavi yolculuğa çıkan Parker iki gün de İstanbul'da kaldı. Bu arada da Karaköy'de magazinciler tarafından görüntülendi.
Bu oyuncunun Türkiye'ye ilk gelişi değil aslında, 2008'de de gelmiş. Çocukları da görsün istediği için yaz tatili için tekrar bizim buraları seçmiş.
Altın Küre ve Emmy ödülü sahibi Parker, ilk çıkışını 1980'li yıllarda yapmıştı. Bu süreçte birçok sinema ve televizyon filminde oynamıştı ama daha çok Nicholas Cage ve John F. Kenndy jr. ile yaşadığı aşkla gündeme gelmişti.
Oyuncunun hayatının dönüm noktası, 1998 yılında onu dünyaya tanıtan Sex and The City'deki Carrie Bradshow rolü oldu. Oyunculuğun yanı sıra yapımcılık da yapan Sarah Jessica Parker'ın bir de yayınevi var ve yakın geçmişte Selahattin Demirtaş'ın "Seher" kitabını İngilizce'ye çevirtip NY'ta yayımladı. Politika ile de son derece ilgili olan oyuncu, Demirtaş'ın diğer kitaplarını da okumuş… Ve "Efsun" romanını da İngiliceye çevirtmeye hazırlanıyormuş.
Öyle bilmezdik diyeceğim ama zaten Parker'ı değil, Carrie Bradshow'u tanıyoruz. Bu vesile ile azıcık tanımış olduk…
Birbiri ardı sıra ölüm haberleri geliyor.
Aydın Uğur öldü. Çok kıymetli bir sosyologdu, toplumu iyi tanırdı ama ne yazık ki toplum onu tanıyamadı. Ankara yıllarında bir teşrik-i mesaimiz olmamıştı, İstanbul'da tanıştık, ne zaman onu bile hatırlamıyorum sanki hep birbirimizi tanıyorduk.
Gergedan'da yazdığı arabeskin üç büyük ikonuna dair yazısı hayatım boyunca favorilerim arasında kalacak. Kendini bilmiyorum ne zannedenlerin dudak büktüğü bu müziğin ne tür sancılara dayandığını dönemsel temsiliyetleri anlatan "İkon" bir yazıydı.
Avrupa yakasından Anadolu yakasına yerleşince karşılaşır olduk. Şaşkınbakkal'a taşınmaları, anne - baba evine yaklaşması yıllar aldı. Dairenin restorasyonu bir türlü bitmedi, bittiğinde de kendileriyle epey dalga geçti bu kadar ince elemelerine…
Bazen üç nesili Burger King'de yemek yerken görürdüm. Oraya ne kadar ait olmadıklarını düşünürdüm. Ama kendi dünyası hariç Aydın Uğur hiçbir yere tam olarak ait değil gibiydi.
Evrenseldi, Bilgi Üniversitesi'ndeki iki ayrı odasında da bunu görmüştüm. Bir bilim adamı odasıydı. Şıktı, sıcaktı ama ülkesine dair hiçbir gönderme yoktu. Giyinişi de öyleydi, yerellik ona çok uzaktı. Gece lambası seçiminde bile…
Bir gün Sabancı Müzesi'nde karşılaştık, Canan da o da çok heyecanlıydı. Acil konuşmamız gerekiyordu, iyi ki karşılaşmıştık. Beni Hisar'daki evime bıraktılar. Eve büyük coşku gösterdi, katlar arasında koşturup durdu, Canan tarafından azarlanana kadar. Birbirlerini çok iyi tanıyan, birbirlerine koşulsuz teslim olmuş, dost olmuş iki insanın ilişkisiydi onlarınki…
"Bütün yaz Canan ile düşündük, konuştuk, babamın biyografini senin yazmana karar verdik. Türkiye onu yeterince tanıyamadı." dedi.
Sonrası bir dizi röportajlar, Sütlüce'deki kampüste görüşmeler, arada evlerine bir kahve içimi uğrayıp özet geçmeler, sonra araya hastalıklar girdi, önce Canan, sonra…
Dudaklarındaki muzip kıvrım hiç değişmez gibiydi. Hep gülecek ve güldürecek, dalga geçecek bir şey bulurdu ama sinik değildi…
Kıymetli şeyler yapmış ama sahne almaya, dikkat çekmeye çalışmamıştı...
Türkiye O'nu yeterince tanımadı.
Uzun zamandır tanıdığımız, uzun zamandır görmediğimiz yitirdiklerimizden biri de Peter Brook'tu.
Brook tiyatrosu temelde bizim kim olduğumuzu anlamak ve anlatmak için tasarlanmış bir işaretler oyunuydu. İnsanoğlunun gerçek düşmanının bizzat kendisi olduğunu çok erken yaşlarda keşfetmişti.
"Aklın ışığı gözünüzü kamaştırdığında kaybedecek çok şeyimiz olduğunu anlarız. İşte bizi inciten onun egemenliğidir. Batılıların peşinden gittiği de budur." diyordu ünlü yönetmen.
Brook, önemli bir tiyatrocu olmanın çok ötesinde, insanlığın doğasındaki gizli sırların kutsal koruyucusu bir bilgeydi.
Bir söyleşisinde "Kendimizde yatan şiirsel içgüdüyü küçük düşürüyoruz. Çocuklarımızı yetişkinlik adını verdiğimiz bir kontrol mekanizması ile hesap makinasına dönüştürmeye çalışıyoruz. Farkında olmadan gerçek hayatın kalp atışını, ruhun baharını, kıvılcımını söndürüyoruz. Oysa bu kadar hesaba gerek yok, sadelik büyük güçtür, hatta dünyayı anlamanın anahtarıdır." diyordu.
Peter Brook, 1925 yılında Londra'da Rus asıllı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmişti. Oxford'u bitirmiş, çok genç yaşında Royal Shakespeare Company'yi yönetmişti. 1970'lerde başarısının zirvesindeyken Paris'e çağrıldı, çok önemli bir deneysel topluluk kurdu. Çok önemli oyunlar sahneledi. Göçebe bir yaşama imza attı ünlü yönetmen, Afrika'da, Amerika'da, Orta Doğu'da çalıştı.
Lawrance Oliver gibi dünyanın en önemli oyuncularının oynadığı filmlerin yönetmeni oldu. İlerleyen yıllarda ölümlü olarak tanımladığı burjuva tiyatrosundan uzaklaşmaya karar verdi ve ölümüne kadar Helen Mirrer, Yoshi Ohida gibi isimlerle birlikte çalıştı. Peter Brook 1951'den beri Natasha Perry ile evliydi.
Tiyatronun devi İngiliz yönetmen 97 yaşındaydı Paris'te öldüğünde Le Monde haberi "Yüzyılın en büyüklerindendi." diye verdi.
Şöhrete hiç tenezzül etmemişti, işinin dışında onu gören olmamıştı. Geride durmayı seçen bir diğer isim de İlhan İrem'di. Ölümü ile bizi birleştirdiği gibi umut da verdi. Değerin ne olduğunu unutmadığımızı hatırlattı bize.
Görünürlükle değerin neredeyse birbirinin zıttı olduğu, var olmakla varlıklı olmak arasındaki fark kadar net olduğunu gösterdi.
Yıllar önce İtalya'da kadınlar arasında bir anket yapılmıştı "Kimin yerinde olmak istersiniz?" diye. İtalyan kadınlarından hiç beklemediğimiz bir araştırma sonucu çıkmıştı: Rahibe Teresa. Kendini Afrikalı çocuklara adamış, kısa boylu, yaşlı bir rahibenin yerinde olmak istiyorlardı İtalyan kadınlar, Monica Belluci'nin değil.
Saygınlık ve huzur her şeyden önemli besbelli.
Çok az "Ünlü" ya da "Önemli" şahsiyet geri çekilmeyi başarabiliyor. Politika, sanat, Medya vb. birçok alanda gitmemek, kafayı kameralara uzatmak için ayak diretiliyor. Ses bitmiş şarkı söylüyor, sözü bitmiş kitap yazıyor, top çevirip köşeci kalıyor vs…
Oysa gitmeyi bilenler efsane oluyor, kalanlar değil.
Korku krallığının imparatoru Stephen King yayınevinin satışına karşı tanık olarak mahkemeye çıktı.
75 yaşındaki ünlü romancı mahkemede "Adım Stephen King, serbest yazarım." deyince dinleyici sıralarında kahkahalar yükseldi.
Stephen King, Penguin Random House'un uzun süredir yayıncı Simon–Schulter'i devralmasına karşı Washington'da çıktığı mahkemede birleşmeye karşı açılan Antitröst davasında Adalet Bakanlığı'nın baş tanığı oldu.
Gri bir takım elbise ve kravat ile gelen yazar "Geldim çünkü konsolidasyonun rekabet için kötü olduğunu düşünüyorum. Elli yıldır yazıyorum ve kitap endüstrisini anlama şeklim bu." dedi.
Alman firması Bertalsmann'ın sahibi olduğu Penguin Random House, Simon–Schultster'i 2.2 milyar dolar değerinde satın almak istiyor. ABD hükümeti rekabeti "Boğacağı" ve yazarlar için daha düşük ücretle sonuçlanacağı için bu satın almaya karşı çıkıyor.
Adalet Bakanlığı, Birleşik Devletler Bölge Mahkemesi'ne yaptığı şikayette "Birleşme Penguin Random House'un kimin ve neyin yayımlanacağı ve yazarlara çalışmaları için ne kadar ödeme yapılacağı konusunda muazzam bir yetki sağlayacak." diye bu satışa karşı çıkıyor.
Yaklaşık bir saat ifade veren Stephen King, özlük haklarına ve meslektaşlarına sahip çıktı. Yazar olarak ilk çekinin Sissy Spacek'in oynadığı gişe rekorları kıran "Carrie" için aldığı 2500 dolar olduğunu söyleyen King, "The Shining" ile büyük başarı elde ettikten sonra bir yayıncıdan 2 milyon dolar istediğini ve kendisi ile alay edildiğini söyledi.
Uzun boyu ve vakur duruşu ile etkili bir konuşma yapan yazar, "Ne kadar çok şirket varsa o kadar iyi. Ben başladığımda yüzlerce yayınevi vardı, birbirinin ardı sıra çoğu kapandı. Büyük balıklar küçükleri yedi, birçok yayınevi iflas etti. Yazarların geçinmek için para bulması giderek zorlaşıyor." Diyerek mahkemenin kararı üzerinde önemli bir etki yarattı.