28 Şubat'ın en hızlı günlerindeydik…
Haydaaaa!..
Dön bakalım başa Aydın Engin.
O senin "28 Şubat günleri" dediğin dönemde genç okurların henüz ilkokula gidiyorlardı. Hatta yeni doğanlar bile vardı. Şu akıp gidecek Tırmık'a bir ara ver ve becerebildiğin kadar kısaca o günlerin ne olduğunu anlat…
Yıl milattan sonra 1997, aylardan Şubat, günlerden 28 idi. MGK toplandı. MGK Milli Güvenlik Kurulu'nun kısaltmasıydı. Milli Güvenlik Kurulu ise Genel Kurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarından oluşan 5 dört yıldızlı general ile 5 sivilden (Cumhurbaşkanı, Başbakan, Milli Savunma Bakanı, İçişleri Bakanı, Başbakan Yardımcısı) oluşuyordu ve generaller ne derse o oluyordu.
O günkü toplantıda da öyle oldu ve sivillerin önlerine konan metni imzalamak zorunda kaldıkları MGK kararları, dönemin ağır top generallerinden biri tarafından "Post-Modern darbe" olarak nitelendi.
Bir mavra yazısı için bu kadarlık bir özet yetsin.
Şimdi kaldığımız yerden devam edelim.
Cumhuriyet'te çalışıyordum. Haftada altı gün Tırmık yazıyor, bir yandan da habercilik yapıyordum. Haber, röportaj, dizi haber, söyleşi…
28 Şubat fırtınası patlak verdiğinde "MGK üyelerine açık mektup" başlığı altında art arda dört Tırmık yazdım. Dört mektubun özeti birkaç yalın cümleye indirgenebilir:
- Ey MGK üyesi dört yıldızlı generaller! Sizler devlet memurusunuz. Tıpkı PTT Genel Müdürü ya da Tapu Kadastro Genel Müdürü gibi. Göreviniz seçilmiş iktidarların emirlerini uygulamaktır. O iktidarlar ne kadar berbat olurlarsa olsunlar, ki bu günküler pek berbat, yine de bu demokrasi ilkesi değişmez.
Art arda yayımlanan o dört Tırmık'ı öven de çok oldu, söven de. Eğer bir gazetede yazıyorsanız, bunlara alışacaksınız. Alıştım zaten. Sövgülere şerbetliyim; övgülerden şımarmayacak kadar da deneyli…
İşte tam da o günlerde masama, bana gönderilmiş bir faks getirdiler. Artık ufaktan ufaktan internet iletişimi başlamış, e-posta filan kullanılmaktaydı ve gazetelerde faks aygıtları yavaş yavaş depoya taşınıyordu.
Ama bana e-posta değil bir faks gelmişti.
İnci gibi bir el yazısıyla bütün bir sayfa kaplıydı. Ama tuhaf ve "yoğun emek ürünü" bir sayfaydı.
"Aydın Efendi" diye bir hitap ile başlıyordu ve hemen onun altında bir cümle vardı
"Bu gazeteye yakışmıyorsun. Buraya ait değilsin. Defol git. Hemen…"
Sonra?
Sonra o cümlenin hemen altında yine aynı cümle tekrarlanıyordu:
"Bu gazeteye yakışmıyorsun. Buraya ait değilsin. Defol git. Hemen…"
Sonra…
Sonrası kağıdın sonuna kadar hep aynı cümle, o inci gibi el yazısı ile tekrarlanıyordu. Ben diyeyim 20 satır, siz deyin 25 satır:
"Bu gazeteye yakışmıyorsun. Buraya ait değilsin. Defol git. Hemen…"
En altta da ad, soyad, adres, telefon numarası.
Adres Muğla'nın deniz kayısındaki bir ilçesini gösteriyordu.
Adı, soyadı, sonra da: Emekli Albay, ADD ilçe başkanı…
ADD malum, Atatürkçü Düşünce Derneği'nin kısaltılmışı. Mütekait albayım adını, soyadını, adresini filan gizlemeye gerek duymadan, olanca pervasızlığı ile emir veriyordu:
"Bu gazeteye yakışmıyorsun. Buraya ait değilsin. Defol git. Hemen…"
Albayımın pek de normal bir ruh haline sahip olmadığı belli. Yani cevap vermek anlamlı değil. Ama muzipliğim tuttu. Faksa faksla cevap verdim:
"Albayım, emrinizdeki bölüğe, tabura, alaya emir verme günleriniz geride kaldı. Siz filenizi alıp hafta pazarında alışverişe gidin. Ama meyveleri, sebzeleri mıncıklamayın, seçmeyin, yoksa manav tezgahındaki bıçkın sizi azarlar. Aman dikkat…"
O kadar. Faks gitti. Benim için de konu bitti.
Meğer bitmemiş…
Beş altı gün sonra İlhan Selçuk yukarı çağırdı. Kahve ısmarladı. Odadakilere nazikçe "Bizi biraz yalnız bırakın" dedi. Oda boşaldıktan sonra, ona pek yakışan tilki gülüşü ile söze girdi:
- Oğlum sen güney Ege'deki bir albaya bir faks çekmişin.
- Abi, önce o bana bir faks çekmişti. Ben ona cevap verdim.
Yine keyifle güldü:
- Biliyorum, biliyorum. Sana çekilen faksı da, senin çektiğini de yollamış albayım. Bana, seni şikâyet ediyor. Çok kızmış. Beni dinlemedi. Çek git dedim, gitmedi; hâlâ gazetede yazıp duruyor. Artık iş size düşüyor İlhan bey diye yazmış.
Ne diyeyim? Bu defa da ben sordum:
- Ne cevap verdin abi?
Yine o keyifli tilki gülüşü:
- Ne diyeyim? "Valla ben de söyledim ama beni dinlemiyor albayım. Yazıp duruyor işte. Yapacak bir şey yok" dedim…
Sonra?
Sonrası yok. İlhan abi yine güldü, ben de izin alıp kahvenin yanında bir de sigara tellendirdim…