O çocuk şarkısı hâlâ okullarda öğretilip küçücük çocuklara söyletiliyor mu acep? Bilenler hemen hatırlayacaktır: "Baltalar elimizde / Uzun ip belimizde / Biz gideriz ormana hey ormana / Baltayı sağdan savur / Bir de sol taraftan vur…” Bu şarkının öğretildiği sınıfın duvarında karton şeritlere yazılmış atasözleri de asılıydı ve birinde "Yaş kesen baş keser“ yazıyordu. Küçüktük “Örtmenim, bu ne perhiz bu ne lahana turşusu” diye soracak bilincimiz yoktu. Zaten öğretmenlerde de ormana dalıp ağaç kesmenin anlamı üstüne herhangi bir bilinç pırıltısı yoktu. “Kalkınma, ne pahasına olursa olsun kalkınma” dönemin siyasal ve ekonomik tercihi idi. Bırakınız Türkiye’yi Dünyada da çevre bilinci, yağmur ormanlarının tahribinin doğaya ve insana zararı; ormanları tahrip edilen bir ülkenin çölleşmesinin kaçınılmazlığı üstüne yaygın ve etkili bir bilinç sıçraması henüz yaşanmıyordu. Peki, aradan yarım yüzyıldan çok zaman geçmişken, ekoloji, çevreyi koruma, doğaya saygı siyasal partilerin programlarında altı kalın çizili hedeflere dönüşmüşken Türkiye’nin Başbakanının dün ettiği şu lafları nasıl değerlendirmeli? Başbakan Ankara’da bir hastane açılışına gidiyormuş (Yakında mesela bir kümes açılışına da giderse şaşmayacağım) ve ODTÜ civarından geçerken bir pankart görmüş. Açılış töreninde kürsüden yine döktürmeye başlamış. Aktarıyorum: „…Bugün bir pankart gördüm. Yol değil orman istiyoruz diye. Böyle şey olur mu ya. Orman çok. Orman olmazsa üniversiteye gidemezsiniz. Sizleri ormanlara gönderelim. Gidin ormanda yaşayın. Onlar öyle diyor ya biz şehirlerden vaz mı geçeceğiz. Yol medeniyettir. Yolları yapmaktan vazgeçmeyeceğiz…“ Neresinden tutayım ben bu kırık dökük cümlelerin. Soruyor: Böyle şey olur mu yav? Cevap: Olur yav ! Hüküm veriyor: Orman olmazsa üniversiteye gidemezsiniz. Atıyor: Gideriz, niye gidemeyelim ki ? Ortadoğu’nun pek çok ülkesinde, bölgesinde değil orman, ağaç bile yok ama iyi kötü bir çok üniversite var…. Buyuruyor: Sizleri ormanlara gönderelim. Gidin ormanda yaşayın. Gezi’de bu kafaya epey cevap verildi. Anlaşılan kavramamış. Yineleyelim: Bizi bir yerlere göndermeye kalkışma. Gideceğimiz yere de, nerede nasıl yaşayacağımıza da kendimiz karar veririz.
* * *
Peki o pankart Tayyip Erdoğan’ı niye çileden çıkarıyor, bırakınız bir başbakanı, herhangi bir uygar insanın edemeyeceği lafları pervasızca söylemesine, nobran dilini daha da nobranlaştırmaya yolaçıyor? Psikologlar, psikiyatrlar ne der bilemem. Ama bence sorun psikolojik değil. Başbakanın partisinin adına bir daha bakalım: Adalet ve Kalkınma Partisi… Kalkınma, ne pahasına olursa olsun, kalkınma. Önce insan değil, önce doğa hiç değil, ille de ve ne pahasına olursa olsun kalkınma… Dereleri beton borulara hapsedip yüzlerce HES yapmak. Niye ? Çünkü kalkınma için enerjiye ihtiyacımız var. Öyle güneşle rüzgarla uğraşamayız. Derelerin canına okuruz… Yeşil alanları imara açıp kentleri TOKİ eliyle beton ormanlarına dönüştürmek. Niye ? Çünkü öncelik kalkınmada. İstihdam yaratmak için, ekonomiye kan vermek için kentleri betonla kaplayıp inşaat ağırlıklı kalkınma… Kentlerde ağaçsa ağaç, dereyse dere, yeşilse yeşil dinlemeden asfaltla sıvamak. Niye ? Çünkü öncelik insanda değil; mesela otomobillerde, motorlu araçlarda. Öyleyse kentin akciğerlerini yok et, asit yağmurlarına razı ol ve yol aç, köprü kur, yetmedi dördüncüyü, beşinciyi kurmaya hazır ol. Bir yandan „Olimpiyatları Tokyo’ya vermeyin. Orada nükleer sızıntı var” de, bir yandan da Rusya’ya, Kore’ye nükleer santral sipariş et. Niye? Kalkınma, ne pahasına olursa olsun kalkınma…
* * *
Biliyorum buraya kadarını okuyup „İyi ama artan nüfusa istihdam ve konut yaratmak gerekmiyor mu ? Sürekli artan enerji ihtiyacımız yok mu ? Kalkınmazsak ulusal gelir nasıl artacak“ gibi ilk bakışta akla uygun itirazlar dillendirenler olacak. Bunu yapmadan önce „İnsana ve doğaya öncelik ve saygı temelinde bir kalkınma mümkün değil mi“ sorusuna cevap aramalarını öneririm. Cevabı titizce ararlarsa bunu başarabilen ve yürütebilen ülkeler olduğunu hemen görecekler…