İzin filan derken mavra yazıları iki hafta boş geçti. Ama bu hafta mazeretim yok ve "N'oldu mavralara" diye tatlı - sert fırça atan okur sayısı artıyor. Anlaşılan benim somurtuk siyaset yazılarımdan okurlara gına gelmiş. "Madem bu herif T24'te yazacak, bari sade suya tirit mavra yazsın da içimiz kararmasın" demekteler.
Peki. Buyrun öyleyse…
Bilenleriniz var, 12 Eylül generalleri beni yakalayamadılar. Çünkü 12 Eylül beni Berlin'de yakaladı.
Yani yakalayamadı. Ama Türkiye'ye dönme şansımız da kalmadı. Ben askeri yargıtayda kesinleşmiş 7,5 yıl hapse mahkûmdum, Oya Baydar ise "azılı terörist" olarak afişlerle aranıyordu.
Pasaportlarımızın süresi dolmuştu. Konsolosluğa gidip uzatılması için başvursak, "Bunlar ruh hastası herhalde" diye bakacaklar. Mecburen "siyasal sığınma" için başvurduk. Başvuruya eklenmiş basın kartı, onlarca yıla mahkûm olduğumuzu kanıtlayan Askeri Yargıtay kararlarının kopyaları filan derken kimilerinin aylarca hatta yıllarca beklediği siyasal sığınma başvurumuz iki hafta içinde kabul edildi.
Mavi kapaklı "mülteci pasaportları" ile Avrupa'da fink atmak mümkün ama her sınır kapısında da pasaportun kapağını görür görmez suratını ekşiten polislerden, hele Orta Doğu'dan gelmiş bir "mülteci" olduğumuz anlaşılınca "potansiyel terörist" muamelesi görmekten de bıktık, usandık.
Gel gör ki bir yıl sonra döneriz diye geldiğimiz siyasal göçmenlik uzadıkça uzuyor ve ülkeye dönüş için bir umut ışığı da görünmüyordu.
Kimi "yeşil", kimi "kızıl" Alman arkadaşların öğüdü ve baskısı ile vatandaşlık için başvurduk. Kısa sürede o da kabul edildi ve kapı gibi birer Alman (yani AB) pasaportumuz oldu.
Siyasal göçmenlikte 12'nci yılımız dolarken Turgut Özal "kısmi af" çıkardı. Önce ülkeye döndük. Ardından ben Cumhuriyet'te mesleğe döndüm. Onun da ardından süresi dolan TC pasaportlarını da yeniledik.
Yurtdışında göreve yollandığımda, başka gazetelerdeki meslektaşlar vize kuyruğunda beklerken çifte pasaportlu ben "Vize mi? O da ne" diye sorup, uçak koltuğunda yerimi alıp, haberi öteki gazetecilerden 24 saat önce geçmenin keyfini çıkarıyor, fiyakasını yaşıyordum.
Sonra bir gün…
Sonra bir gün İlhan Selçuk yukarı çağırdı. Kendisine pek yakışan tilki gülüşü ile "kih kih" güldü ve ekledi:
- Seni telef etmeye karar verdim. Bağdat'a gidiyorsun.
Gazeteci tayfasının "Bir buçukuncu körfez savaşı" dedikleri 1997 kışı koşullarında Irak elçiliğinden iki gün bekleyip TC pasaportuna bir aylık vizeyi kopardım.
Ertesi gün de ABD uçakları kolgezdiği için kapalı olan Irak hava sahası yüzünden Ürdün başkentine, Amman'a giden bir uçağa atladım.
Ürdün'de yabancılar vizeyi havalimanında alıyorlar. TC pasaportuna 20 dolar, Alman pasaportuna 12 dolar vize harcı ödeniyor. Cumhuriyet'in cebime koyduğu yollukla doların değil centin bile hesabını yapmak zorundayım. Ürdün giriş vizem için damgayı Alman pasaportuna bastırdım.
Bağdat'a gideceklere bizim pikap dediğimiz kocaman arabalar daha havaalanında müşteri kapıyorlar. Çok ucuza bir pikap tuttum. Çok ucuza sahiden, çünkü pikabın arkasındaki kasaya dört kocaman bidon oturtmuşlar; Irak'ta sudan ucuz benzini, mazotu alıp, benzini, mazotu sudan çok pahalı Ürdün'e öyle dönüyorlar. Hani Irak'a gideceklere neredeyse üste para verecekler…
Akşamüstü inen uçaktan sonra vizeydi, araba kiralamaydı derken gece yarısına yaklaşıyoruz. Yola çıktık. Ay filan yok; ortalık zifiri karanlık. Kötü aydınlatılmış bir kulübeler yığının önünde durduk. Benim sevimli şoför bildiği tek İngilizce kelime ile seslendi:
- Pass…
Anlaşıldı. Ürdün bitti, çıkış kapısındayız. Sonra da Irak'a gireceğiz. Ürdün vizesi Alman pasaportumda. Çıkarıp memura uzattım. Bana baktı, damgaya baktı, bir damga da o vurdu, pasaportu geri verdi.
Tekrar yola çıktık. Zifiri karanlık sürüyor. On, on beş dakika sonra silahlı, üniformalı birtakım adamlar bizi durdurdu. Şoför yine "İngilizce" konuştu:
- Pass…
Eh, Irak sınır kapısına geldik anlaşılan. Irak vizesi TC pasaportumda. Çıkardım. Dört beş kişilik silahlı birliğin komutanı olduğu anlaşılan adama uzattım. Aldı. Baktı. Sayfaları çevirdi ve bir şeyler söyledi. Arapça anlamıyorum ama yine de "vize" dediğini çıkardım. Irak vizesini gösterdim.
- Jordani vize, Jordani vize?
Ulaaan, rezillik. Besbelli Ürdün sınır kapısından çıkmışız ama henüz Ürdün ile Irak arasındaki tampon bölgedeyiz ve bunlar devriye gezen Ürdün askerleri.
İyi de benim vize Alman pasaportunda. Adam ise elinde tuttuğu TC pasaportumu gösterip "Jordani vize, Jordani vize" diye soruyor.
Çare yok. Alman pasaportunu çıkardım. Adama vermeden Ürdün vizesi olan sayfayı açıp gösterdim.
Dil bilmeye gerek yok. Adamın suratı "İki ayrı pasaport taşıyan bir casus yakaladım" demekte. Silahlar doğrultuldu. Aşağı inmemiz emredildi. Ben, ardımdan benim şoför indik. Silahlı muhafızlar eşliğinde, zifiri karanlıkta yürümeye başladık. Herhalde bir kilometre kadar yürüdük ve karanlıkta güçbela seçilen bir kulübeye geldik.
"Casus" ve casusun şoförü dışarıda bekletildik. Ekibin komutanı elinde iki pasaportla içeri girdi. Epey sonra çok daha yüksek rütbeli olduğu anlaşılan biriyle çıktı. Beni işaret etti. Komutan eliyle "Gir içeri" dedi. Girdim. Derme çatma bir masa, bir gaz lambası ve birkaç iskemle. Yine eliyle "Otur" dedi. Oturdum. İki pasaport masanın üstünde. Bütün dillerde aynı anlama gelen bir el işareti ile sordu:
- Bunlar ne? Anlat bakalım…
Haydi anlat bakalım.
- Ben Almanya'da mülteciydim de; dönme imkanı yok diye oranın vatandaşlığını da aldım da; sonra da Türkiye'ye döndüm de; böylece çifte pasaportum oldu da, çalıştığım gazete fakir de; cebimde az para var da; sizde Alman pasaportuna vize 12 dolar, TC pasaportuna 20 dolar da; o yüzden sizin vizeyi Alman pasaportuma aldım da…
Bu mavranın sonu nasıl gelir sizce?
Meselâ ve büyük olasılıkla şöyle:
- … Sonra bana kelepçe vurup hapse attılar. Pasaportlarıma da el koydular…
Hayır öyle olmadı. Onun yerine sahici bir mucize oldu.
Komutan çok sevimli ve her sözcüğü anlayabildiğim bir "Türkmen Türkçesi" ile sordu. Ben onun her kelimeyi anlayabildiği "Türkiye Türkçesi" ile anlattım.
Sonra komutan bizim Urfa dolaylarındaki "mırra"ya benzer bir kahve ısmarladı, sonra da pasaportları uzattı:
- Gısmetlisen vesselam. İstedigin yere istedigün kimi gidiysen. Vize neyün bilmezsen… Hemü Turkiye, hemü Allamani. Kısmetlisen vesselam…
Mırra kahveyi bitirip, bir de cigare tellendirip ardından Bağdat'a giden 840 kilometrelik yola çıktık.
Benim çifte pasaport mavram bu kadarla bitmedi ama yazı da çok uzadı. Çifte pasaportun bir de Bağdat dönüşü gittiğim Israil'e giriş macerası var.
Ama o haftaya kalacak…