D_Masthead_970x250
... Yine de o fısıltılardan, sohbetleri bıçak gibi kesen suskunluklardan ürkütücü...
Önceleri fısıltıyla konuşuluyordu.  Yabancıysa, Sünniyse, Türkse, Dersimli değilse, hatta Zaza değilse fısıltıdan bile çekiniliyordu. Yine de o fısıltılardan, sohbetleri bıçak gibi kesen suskunluklardan ürkütücü bir şeyler seziliyordu. O gergin susuşlardan, o ürkek fısıltılardan, pervası kalmamış bir yaşlı kadının kırık cümleleri arasında geçen “O vakitler Dersim’de Murat suyu kana kestiydi. Ben yeni gelin idim...” cümleciğinden 1935-1938 arasında Tunceli’de bir şeylerin ötesinde “korkunç bir şeyler” olduğu anlaşılıyordu. 1962’ydi. 21 yaşında deli kanı sahiden tutuşan Egeli bir delikanlı askerliğini kışlada silah kuşanarak değil yedeksubay öğretmen olarak Erzincan dağlarında bir köye gitmeyi yeğlemişti. *    *    * Türk ya da Laz ve ille de Sünni köylerce kuşatılmış bir “Kürt- Alevi” köyüydü.  Aylar geçti. Kürt ve Alevi köylüler Egeli delikanlıya az da olsa güven duydular. “Haritada Tunceli yazıyor, siz Dersim diyorsunuz. Niye? Siz Pülümür diyorsunuz. Haritada öyle bir yer yok. Niye” soruları artık suskunluk duvarına çarpmıyor, yine fısıltıyla da olsa “O vakitler Murat suyunun niye kana kestiği” anlatılıyordu.   Ama soruların ardı arkası da gelmiyordu; çünkü her sohbet, her komşu köy gezisi yeni soru dağları yığıyordu. - Komşu köyün adı Yeşilbük. Oysa siz Pülk diyorsunuz. İlçe merkezinin adı Çayırlı, siz Mans diyorsunuz. Seninle yayla bakmaya gittiydik atla... O köy Çataksu. Sen ille de Aravans diyorsun. Ben trene Çadırkaya istasyonundan biniyorum, siz Pekeriç istasyonundan... Ne bu ? Çelebi bir gülüşün ardından cevap geldi: - Bir zamanlar buralarda Ermeniler otururmuş. Bizi buraya göçürüp onların köylerine yerleştirdiler; dilimiz o adlara alışmış... - Ermeniler? - He ya...  Lakin onları bizden evvel tepelemişler. Ben doğmadan. Dedem zamanında. Bizim sıramız İkinci Harb-i Umumiden evvel, 37-38’lerde geldi. - Sıranız? - He tepelenme sırası. Çoğumuz öldü. Biz kılıç artığıyız. Tehcir edip buralara yolladılar. Bak dört yanımız Sünni Türk köyü. Nedendir acep?- Nedendir? (Muhtar Rasim, benim has Kirvem!.. Bak şimdi gözümde tüttün yine. Ramazan günü rakı şişesinin dibine vururken o kıs kıs gülüşünle; sırtüstü yatıp, bacak bacak üstüne atıp, tüfeği dizine, namlunun ucunu ayak parmaklarının arasına yerleştirip karşı yamaçtaki kurdu tek atışta vuruşunla; bana dönüp, “Benden keskin nişancılar da vardır bu köyde hoca. Devlet bizi buralara sürüp etrafımızı Sünni köylerle kuşatmayıp da ne halt etsin” dediğin o dehşetli mizahınla ve ben “Nedendir” diye sorduğumda “Hoca sahiden bilmiyor musun, yoksa benimle eğleniyor musun” diye çok samimi bir hayretle soruşunla burnumda tütüyorsun. Acep hâlâ sağ mısın? Hiç sanmam!..) Egeli delikanlı sahiden bilmiyordu. “Kahraman kadın pilotumuz, Atatürk’ün manevi kızı Sabiha Gökçen tayyaresiyle isyancıları bombaladı” diye bir şeyleri ilkokul öğretmeninden duymuştu. Ama hepsi o kadardı. Sonra Muhtar Rasim, çoban Kırmo, Seydali dayı, Düzgün Dede anlattılar. Geceler boyu, çağlar öncesinin masalcıları, Dengbejleri gibi anlattılar. Devlet, Egeli delikanlıyı köylere ışık götürsün, öğretmenlik yapsın, çağdaş Türkiye’yi anlatsın diye yollamıştı. Egeli delikanlı çok acılı, çok gerçek, çok ürkütücü, hâlâ kan ve kırım kokan bir okulda ders gördü: Dersimiz Dersim. Yıllardan artık 1964’tü. Askerlik bitti; İstanbul’a, üniversiteye döndü. TİP’e girdi. Arkadaşlarına Erzincan dağlarını, Erzincan – Bayburt arasındaki dağlardaki köyleri, hemen aşağıda, Murat suyunun öte yanındaki Dersim’i; Murat suyunun kana kestiği 37-38’leri anlattı. Bazı arkadaşları ilgi duydu, dinledi ve inandı.  Çoğu inanmadı... *    *    * Aradan neredeyse 50 yıl geçti. Dünya değişti, değişiyor. Türkiye değişti değişiyor. Ama yine ve hâlâ dersimiz Dersim. Yine ve hâlâ dersi öğrenen, sınıfı geçen az. Çok az. Ne zorlu dersmiş bu Dersim. Yakın tarihle yüzleşmek ne kadar zormuş...