Ülkenin en büyük barolarından en küçüğüne hukuku savunan, hukuk devletini savunan ve devletin değil hukukun hizmetinde olduklarının bilincinde olan baroların başkanları kentlerinden yola çıktılar. Sembolik bir yürüyüşten sonra otomobillerle Ankara’nın yolunu tuttular.
Kararlaştırdıkları saatlerde hepsi de Ankara girişinde buluştular. Yine 200 metrelik sembolik bir yürüyüşten sonra otobüslere binip Anıtkabir'e gidecekler ve eylemlerini orada noktalayacaklardı.
Öyle olmadı.
Ankara girişinde buluştuklarında karşılarında devletin zorba gücünün ördüğü duvarı buldular. 200 metrelik yürüyüşe izin verilmiyordu.
Peki bu anayasal hakkı kim, ne hakla engelliyordu?
Bu belli değil.
Yazılı bir emir?
Yok.
Emri veren yetkili?
Belli değil.
Ama besbelli ki hukuku, avukatların örgütlenme özgürlüğü savunmak isteyenler devletin derinliklerinde "düşman" olarak tanımlanmıştı. O topu topu 200 metrelik yürüyüş devlete boyun eğmemek, adeta bir isyan olarak değerlendirilmiş ve boyun eğmeyenlere boyun eğdirmek üzere devletin zorba güçleri işe koşulmuştu.
Bilerek "devletin zor kullanma tekeli" değil, "zorba gücü" diyorum. Çünkü babası yaşında baro başkanlarını iten kakan, kolundan çekiştiren; ardından koşup kovalayan kişiler ancak "zorba" olarak nitelenebilir.
Yine de eleştireceğimiz, kınayacağımız, kızacağımız o "memurlar" olamaz. O emri veren "amirler" kimse sözümüz onlaradır.
Amir derken de rütbeli bir polis şefini kastetmiyorum. Siyasetin tepelerinden böyle bir buyruk gelmeden, "Ne yapıp edin ama yürümelerini önleyin, burunlarını sürtün" denmeden o memurlar bu kadar gözü kara, bu kadar saldırgan olamazlardı.
Türkiye Barolar Birliği (TBB) Başkanı olan zat ise o saatlerde "onlar kaka baro başkanları, bizler cici baro başkanlarıyız" dercesine 15 kadar baro başkanını yedeğine alıp Anıtkabir’de boy gösteriyor; böylece yürüyen ve polis engelinin önünde geri adım atmaksızın oturan baro başkanlarını "yasaları çiğneyen hukukçular" olarak göstermeye çabalıyordu.
Neye alet edildiklerini çabuk gören ve kavrayan 15 baro başkanı da Anıtkabir'de "bekleme" şovunu bırakıp polis engelinin karşısında oturma eylemine geçmiş meslektaşlarına katılınca rüzgâr daha farklı esmeye başladı.
Görevleri hukuku savunmak olan hukukçular zorbalığa boyun eğmiyor, devletin dizginlerini ele geçirmiş siyasal güç ve kişilerin buyruklarını "yok hükmünde" saydıklarını dirençleriyle gösteriyorlardı.
Bütün bir gece böyle geçti.
Sabahleyin, boyun eğmeyenlerin "burunlarını sürtmek" için buyruklar verenler kendi sürtülmüş burunlarıyla polis barikatını kaldırmak ve "savunma"nın önünde gerdikleri polis duvarını çekmek zorunda kaldılar.
200 metre yüründü. Otobüslere binildi. Anıtkabir'e gidildi.
Eylem sona erdi.
Şu iç karartıcı günlerde küçük ama anlamlı bir demokratik ve hukuksal kazanımdır bu.
Okuduğunuz Tırmık’ı yazıp T24’e yolladığım dakikalarda haber T24 ekranına düştü. MHP başbuğu yine bir sivri çıkış yapmış ve ülküdaşı Alaattin Çakıcı’nın tahliyesini sağlayan yasa değişikliğini yaptırmasından sonra şimdi de eski ülküdaşı Mümtaz’er Türköne’nin de tekraren ve titizlikle yargılanmasını istemişti.
Mümtaz’er Türköne’yi birkaç toplantıda karşılaşıp merhabalaşma dışında tanımıyorum. Gülen Cemaatı’nın organı Zaman gazetesinde yazdığı için tutuklanıp mahkûm edildiğini biliyorum. Bunun bir suç olmadığını da biliyorum. Ama Cemaat’ı FETÖ yapıp ona bir şekilde yakın olanlara karşı intikam seferberliği düzenlendiğini de biliyorum. Dilerim davası tekraren ve titizlikle görülür ve Türköne özgürlüğüne kavuşur.
Ancak Devlet Bahçeli’nin dünkü çıkışının benim gözümde "Türköne olayı"nı kat be kat aşan bir anlamı var. Devletin dizginlerini Tayyip Erdoğan’ın elinden aldığına ilişkin pek çok söylenti, değerlendirme var. Böyle bir yargıyı besleyecek epey olay ve gelişme de var.
Bence bu kez "Devlet Bahçeli ne kadar devlete egemen" sorusuna bir cevap bulunabilecek. Yani Mümtaz’er Türköne ile ilgili gelişmeler bir yönüyle Devlet Bahçeli’nin devletteki gücü üstüne bir test niteliği taşıyacak.