Sadece TV ekranlarına bakıp, gazetelerin ilk sayfalarına göz gezdirince bile “Yeter. Valla yeter!..
Sadece TV ekranlarına bakıp, gazetelerin ilk sayfalarına göz gezdirince bile “Yeter. Valla yeter! İçimiz dışımız Hanefi Avcı oldu. Kendisi acele etmiyor; biz de biraz beklesek” diye kükremek geliyor içimden. “İçimden gelen”den haberi olmayan, televizyonda tartışma programları yapan bir arkadaş telefon etti; sanki kıtlığı varmış ya da bir ben eksikmişim gibi ertesi akşamki tartışma programına katılmamı istedi. - Konumuz? - Malum abi... Hanefi Avcı meselesi... Az daha ona “kükreyecektim”. Kendimi tuttum, Gelemem, ben hâlâ Marmara Adasıydayım” dedim. Samimi bir şaşkınlıkla sordu: - Abi bu ne iş? Sonbahar neredeyse bitti, kış kapıya dayandı, sen hâlâ... Peki üşümüyor musun? Üşüyordum. Sözü uzatmak içimden gelmedi, “Kazak giydim” deyip lafı kapattım; ardından da gülüşüp telefonu kapattık. Üşümek de hayata dahil ve hayata dair değil mi? Üşüdüğü zaman ve üşüdüğü için de mutlu olamaz mı kişi? Ben oluyorum mesela... Alın size son üç günün “Ada güncesi”nden satır başları... Salı günü güneş ışıyor ve ısıtıyordu. Deniz çağırdı. Baştan çıkarıcı bir çağrıydı. Direnemezsin. İndim kıyıya. Mevsim güz. Su artık soğuk. Çivi gibi dediklerinden. Ama üç beş kulaç atıp, iki dalıp bir çıktıktan sonra bütün bedenini -ardından da ruhunu- saran o harikulade sıcaklık mutlu etmez mi kişiyi? Beni etti. Denizle ve yakınıma kadar gelen iki karabatakla epey oynaştım. Çıkıp eve girdim Roni Marguiles telefon etti. O zaten hep böyle “münasebetsiz zamanlarda arama” ustasıdır. - N’aber, n’apıyorsun, diye sordu. - Denizden şimdi çıktım, kurulanıyorum, dedim. İnanmadı: “Abi saçmalama, burada yağmur yağıyor ve soğuk”. Garibim, İstanbul’la Marmara Adasını karşılaştırıyor. İyice çileden çıksın diye denizi ballandıra ballandıra anlattım. Çok kötü oldu. Kıskançlıktan köpürdüğünü tahmin ediyorum. Ama akşama doğru rüzgar “lodos-kerte-batı”dan esmeye başladı. Deniz önce kırıştı sonra da rüzgarın şiddetine uyup koca koca dalgalarla kıyıdaki kayaları dövmeye başladı. Yazı yazıyordum. Ara verdim. Yine kıyıya koştum. Açıklardan kopup gelen dalgaların ak köpüklere keserek koca kayaları aştığı kıyıda yine “güz”ün tadını çıkarmaya başladım. Fırtına bütün gece sürdü. Hem de şiddetlenerek. Keyifli bir kitaba dalmışken bana kadar ulaşan dalgaların sesi güzün bir başka tadıydı. Geç vakit yatağa girdiğimde dalgaların çağıltısı annemin ninnisi kadar yürek ısıtıcıydı. Uyudum. Uyandım. Güneş bulutlarla saklambaç oynuyordu. Dağda, Devetaşının oralarda kara bulutlar birikmişti. Hımmm, bu yağmur demek. Olsun. Yağmur da “güz”e ve hayata dahil değil mi ? Keyiflendim. Köye indim. Sabaha karşı balıktan dönmüş ahbaplarım sıkı bir sohbet kaynatıyorlardı. Aysel Tuğluk’u “hava muhalefeti” yüzünden İmralı’ya götüremeyen “devletin koster”iyle dalga geçmeye başladılar: “Yav versinler şu işi bize, bizim karides motorları ile hava ne olursa olsun götürürüz de, getiririz de...” Adamlar haklı. Gece fırtına vardı ama onlar fındık kabuğu kadar tekneleriyle açıklarda fink atıyor, ağ serpiyor, algarna çekiyorlardı. Devletin kosteri ise... Neyse... Çınarların yakınına iki büyük kasa zargana getirmişler. Kapış kapış gitti. Ben yarım kiloyu zor bela alabildim. Ardından “Zargana tavanın en iyisi nasıl yapılır” ya da “Zargana çirozu yaparken içi temizlenmeli mi, öyle mi bırakılmalı” sohbeti başladı. Yani güz cilvelerine cilveler ekliyordu. Akşama doğru yazıya oturdum (Bu ne biçim kader? Günün en iyi anlarında ben yazıya oturuyorum). Yağmur indi. Haydi gel, ada güz yağmurunda sırılsıklam yıkanırken odaya tıkılıp yazı yaz bakalım. Koca bir tas kahve, bir bardağa iki parmak konyak koyup terasa oturdum. Mutluluğun böyle bir şey olduğuna ilişkin derin felsefi düşüncelere daldım... Bugün (perşembe) güneş yine alabildiğine işveli, alabildiğine cilveli. Denizin üstü Şile bezi gibi kırışık; koyu maviden çelik mavisine gidip gelmecesine menevişleniyor... Hem T24’e, hem de ondan çok çok daha uzun bir başka sipariş yazıya oturmam gerek. Güz cilveleniyor. Yine de oturup yazarım ama herhalde benden Hanefi Avcı yazısı beklemezsiniz. Kürt sorunu da bugün çözümsüz kalsın. Yeni anayasa tartışması da bekleyebilir. Acaba bugün Tırmık’ta “ada”yı, doğayı ve bütün hünerlerini göstererek cilvelenen güz’ü mü yazsam... Ne dersiniz?