Tastamam bir hafta önce yazmışım. Yani mürekkebi henüz kurumadı...
Tastamam bir hafta önce yazmışım. Yani mürekkebi henüz kurumadı. Aynı sözleri yinelemektense can alıcı noktayı biraz kısaltarak alıntılayayım. Şöyle yazmıştım: “... Diyarbakır Ağır Ceza Mahkemesi bir konuşmasında örgüt propagandası yaptığı gerekçesiyle 2010 Nisan’ında yani sadece bir yıl önce tutuklanan Hatip Dicle’yi 1 yıl 9 ay hapse mahkûm etti. Karar Yargıtay’a gitti. Yargıtay’ın 'ünlü' dairelerinden 9. Ceza Dairesi dosyayı görüştü ve seçimden sadece üç gün önce 10 Haziran günü cezayı onayladı. Böylece var olan yasaya göre Hatip Dicle’nin seçilse bile milletvekili olabilme yolu hukuken kapatıldı...” Son YSK kararından sonra Yargıtay çevrelerinden açıklama geldi. “Biz kararı seçime üç gün kala değil, daha mart ayında onaylamıştık” demekteler. Özrü kabahatinden büyük, dedikleri de böyle bir şeydir zaten. O ağır, hantal Yargıtay bürokrasisi ve siyasetle uğraşmaktan işlerini yapamaz hale gelmiş “yüksek” yargıçlar sayesinde Yargıtay’ın raflarında yıllardır ve yıllardır bekleyen dosyalar var. Bu yıllardır belirsizlik içine itilmiş, geleceklerini planlayamayan, düzenleyemeyen binlerce ve binlerce kişi demek. Geçen yazıda Dev Sol davasını örnek vermiş ve 32 (yazıyla: Otuz iki) yıldır sonuçlandırılmadığını hatırlatmıştım ve bu yüzlerce (eğer binlerce değilse) örnekten sadece biriydi. Peki Ekim 2007’de işlenmiş bir suçu (?) çok kısa bir sürede, yani alışılmadık ölçüde çabuk karara bağlayan Diyarbakır Ağır Ceza Mahkemesi'nin mahkûmiyet kararını neredeyse ışık hızında görüşüp onaylayan Yargıtay’ın bu tutumunun nasıl bir açıklaması olabilir? Raflarda sıram sıram dizilmiş, sıra bekleyen dosyaları bir yana bırakıp pek taze bir dosyayı görüşmenin bir gerekçesi olmalı. Acaba nedir? * * * Peki Yargıtay kararı daha Mart 2011’de alınmışsa ve seçime henüz üç ay varsa, bu ülkenin en yüksek organının, egemenliğin kayıtsız şartsız ona ait olduğu duvarında yazan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin oluşmasında yargısal denetim yapmakla görevli, her biri Yargıtay ve Danıştay üyelerinden seçilmiş “yüksek” yargıçlardan oluşan, nitekim adı bile yüksek olan YSK, Hatip Dicle’nin milletvekili adaylığını niye onaylamış, seçime katılmasına, binlerce ve binlerce (galiba yaklaşık 77 bini aşkın) seçmen yurttaşın yapacağı tercihler arasına Hatip Dicle’yi de neden koymuştur? Burada devlet kurumları arasında eşgüdüm (=koordinasyon) eksikliği mazeretinin ardına sığınılabilir mi? Boru değil, Camiikebir mahallesine muhtar seçilmiyor; Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne üye seçiliyor... * * * TESEV adına Mithat Sancar arkadaşımızın yönettiği araştırma Türkiye’de mesleğe yeni başlamış yargıç ve savcılardan en tepedeki Anayasa Mahkemesi'ne kadar uzanan dev boyutlu adalet aygıtında yargıç ve savcıların kendilerini adaletin değil devletin koruyucusu olarak gördükleri tartışılmaz bir açıklıkla saptanmıştı. Anlaşılan Hatip Dicle kararında da devleti savunma güdüsü ağır bastı. Yani Hatip Dicle devlet katında zararlı bir kişidir; milletvekili olması devletin yüce çıkarlarına aykırıdır ve o yüzden hukuksal bir kılıf bulup milletvekili olması önlenmelidir... Ben başka bir açıklama beceremiyorum. Var mı beceren? * * * Son bir paragraf da “AKP yargıyı ele geçirdi” diye yakınan, buna yol açanları suçlayanlara. Sizce yargı, AKP’den önce kimin elindeydi? AKP onu kimin elinden aldı? AKP’den önce yargı siyasal etkilerden arınmış, sadece adalet kavramının hizmetinde filan mıydı? Yapmayın. 1960’da, Yassıada’da siyasetçiler değil yargıçlar vardı.Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan’ın idam kararlarının altında yüksek yargıçların imzası vardı. “367 milletvekili yoksa TBMM, Anayasa değişikliği ya da cumhurbaşkanı seçimi için toplanamaz” kararını bulan da, uygulayan da yüksek yargıçlardı.Adalet mi? Galiba o sadece benim annemin adı...