Ey okur, başlık sizi yanıltmasın. "Bizim" sözcüğüne bakıp kendinize de pay çıkarmayın. "Bizim" dediğim, Sevgi Soysal ve benden ibarettir…
Bir uyarı daha: "Lütfen, dolar almış başını giderken, ay sonunu getiremeyenler hafta sonunu nasıl getireceğiz derdine düşmüşken, Selahattin Demirtaş'a n'olur n'olmaz hesabıyla bir üç buçuk yıl daha hapis cezası kesilmişken, HDP'yi kapatmak üzere Başbuğ ve Reis kolları sıvamışken sen ne diyorsun, ne yazıyorsun efendi" filan diye sormayın.
Bugün, ciddi bir gazete yazarı olarak ben de ciddi bir yazı yazacaktım. Dolardan girecek, HDP'den çıkacak, yarınki AKP kongresine kadar gidecektim.
Gözlerini kocaman açarak, "Neler saçmalıyorsun sen öyle" diye fısıldadı. Ondan korkarım, hele gözlerini kocaman açarsa çok korkarım. Bir gün Gezi Parkı'ndaki ikimiz için sıradanlaşmış "ağaç altı" sohbetlerimizden birinde "Orta Çağ'da yaşasaydım beni cadı diye yakarlardı" demişti. Belli etmezdi ama sahiden de sanat, dil, dilin yanlış kullanımı, şiir diye yutturulmak istenen cafcaflı lâf ebelikleri söz konusu olduğunda içine cadı kaçmış gibiydi.
Anladınız.
Sevgi Soysal'dan söz ediyorum.
Gezi Parkı'na, olmayan bir vakfa devretme dümeniyle el koyanların parkı Topçu Kışlası adı altında betonla sıvamaları, sahte tarihler yaratarak kostaklanmaya kalkışmaları, bizim ağaçlarımızı yok etmeleri güçlü bir olasılıkken siyaset, dolar, AKP kongresi üstüne filan yazı yazma niyetimi fark etmişti, o yüzden o gözler kocaman açılmıştı.
"Tamam, bu hafta sonu Cumartesi mavrası olarak Gezi Parkı'nı ve bizi yazarım" diyecek oldum; gözler daha da kocaman açıldı.
O park bizim parkımızdı. Başkaları için belki değil, ama "bizim için" bugünün en önemli konusu buydu. Bugün mutlaka bu yazılmalıydı.
Haklıydı…
Onun dediği gibi yaptım. Okuyorsunuz işte.
Çok yıllar, fazla "çok" yıllar önceydi.
Üç arkadaş, Başar Sabuncu, Cüneyt Türel ve Aydın Engin.Taksim Meydanı'na açılan Sağlık Sokak'ta bir apartmanın birleştirilmiş bodrum ve giriş katında oturuyorduk. Bir köşesi şimdiki The Marmara Oteli'nin olduğu sokak…
Üçümüz de tiyatro sanatına vurgunduk ve tiyatro sanatıyla geçiniyorduk. Biri yakışıklı ve yetenekli bir oyuncu (Cüneyt), biri az yetenekli oyuncu ve çok yetenekli yönetmen ve dramaturg (Başar), biri de hiç yetenekli oyuncu ve umut bağlanan bir oyun ve senaryo yazarı (Aydın).
Bir gün bu hep şarap içilen (Mutuk Şarabı. Şişesi 115 kuruş. Şişe depozitosu 25 kuruş), sürekli şiir, roman ve ille de drama sanatı konuşulan eve Ankara'dan güzel, çok güzel ve tanıştığınız an size taşkın bir yaşam sevinci aşılayan genç bir kadın geldi: Sevgi. (Son evliliğinden gelen soyadı Soysal. Ama o sırada kızlık soyadını taşıyordu. Ne tuhaf, o soyadını unuttum. Yener'di galiba.)
Başar Sabuncu ile tutkulu bir aşk yaşıyorlardı. Başar bir tiyatroda küçük bir rol oynadığından İstanbul'dan ayrılamıyordu. O yüzden Sevgi her fırsat bulduğunda, bulamadığında o fırsatı yarattığında İstanbul'a geliyordu.
Ama galiba Başar Sabuncu'dan çok beni görüyordu. Çünkü Başar çoğu kez gündüzleri tiyatroda prova yapıyor, geceleri de oynuyordu. Cüneyt de öyle.
O yüzden gündüzler tümüyle ikimize kalıyordu ve biz sahiden iyi, çok iyi iki arkadaştık. Onun her zaman köpüren enerjisi yüzünden evde kaldığımız saatler pek sınırlıydı. Daha sabahtan benim odanın kapısı yumruklanıyordu:
- Ey sefil yaratık kalk artık. Bütün gün evde pinekleyecek değiliz…
(Bu uzun bir "anı ırmağı"dır. Buraya sığmaz, roman olsa ona bile sığmaz. Sadece o yılların en sert geçen kışından birkaç anı dilimi aktarabilirim.)
Otuz kırk adım at Taksim Meydanı'ndasın. Bir o kadar adım daha at, Taksim'in Gezi Parkı'na açılan merdivenlerindesin. Ayazpaşa'da oturuyoruz ya, ayaz sahiden ısırıyor. Gezi Parkı'nın merdivenlerinde üstü bol tarçınlı, koca bir tas dumanı tüten sahlep ve simitle "muhteşem" bir kahvaltı yapılır. Sonra kızarmış burunlarımızı atkıyla korumaya çabalayarak parkta uzun bir yürüyüş. Bizimki yarım Alman ya, o yürüyüş benim "Yorulduk, artık oturalım" yalvarmalarıma rağmen şimdiki Divan otelin oraya kadar üç bazan dört kez gidip gelerek sürerdi.
Sonra bir ağaç dibinde kitap okunur, okunmuş bir kitap üstüne konuşulur, tiyatroların altın çağını yaşayan İstanbul'da seyredilmiş -ve tabii asla beğenilmemiş- bir oyun üstüne önce dedikodu, sonra drama sanatı üstüne ciddi bir tartışma başlardı. "Tante Rosa"nın tohumları o tartışmalarda atıldı.
Bir sabah benim oda kapısı her zamankinden daha sert yumruklandı.
- Çabuk hazırlan. Çıkıyoruz.
- Nereye?
- Önce simit sahlep içmeye sonra kar topu oynamaya…
Karı kürelenmiş Taksim Meydanı hızla geçildi ve tek bir ayak izi bulunmayan, tümüyle karla örtülmüş Gezi Parkı'na ulaşıldı. Sahlep – simit sefası çabuk bitirildi. Fazladan bir simit daha aldı:
- O simit niye şimdi?
- Yarım akıllı Egeli. Kar bu kar. Parkın kuşlar açtır. Simit onların…
Kuşlara simit parçacıkları serperek yürürken devam etti:
- Sen Egelisin. Kar nedir bilmezsin. Ama benim gibi bir Ankaralı… Bak şiir böyle bir şeydir işte. Hem yürü, hem beni dinle…
Hem yürüdük, hem onu dinledim. Hermann Hesse'nin bir şiirini Almanca okudu. Kar üstüne bir şiirmiş. Tek kelimesini bile anlamadım ama şiirin ritmini anlamamak ve etkilenmemek için odun olmak lazımdı. Eh, odun değildim…
Sonra…
Sonra yorulduk. Karla kaplı kanepeyi temizleyip oturmak için ağacın altına doğru yürüdük. Birden durdu. Yüzünde çocuksu ve aşırı muzip bir sevinç gülücüğü.
- Dur. Şimdi bak, ben ne yaparsam sen de öyle yapacaksın.
Ağacın dibine kadar yürüdük. Sonra sadece kendi ayak izlerimize basarak geri geri yürüdük.
Bir başka ağacın altında pusuya yattık. Şanslıydık. Çok beklemedik. Park bekçilerinden, hem de tanıdığımız, selamlaştığımız bekçilerden biri az önceki ağaca doğru baktı. Sonra daha dikkatli baktı. Ağır ağır yürüdü. Ama bu kez ağaca değil bizim ayak izlerimize bakıyordu. Kafasını kaşıdı. Bir daha baktı. Kafasını bir daha kaşıdı.
Haklıydı. İki kişi o ağaca doğru yürümüş, sonra ağacın altında kanatlanmış, uçup gitmişlerdi. Dönüş ayak izleri yoktu.
Bekçi bu "muamma"yı çözmeye çabalayıp çözemezken biz çocuksu bir sevinçle biririmize sarıldık.
Çok güldük. O kadar çok ve o kadar sevinçle güldük ki yıllar ve yıllar ve yıllar sonra o gülücükleri ve mutluluğu sizlere aynı sevinci tadarak anlatıyorum.
Gezi Parki mazbut bir vakfa veriliyormuş öyle mi?
Durun hele. Kimin parkını kime veriyorsunuz siz?
Çekin ellerinizi...
Orası Gezi Parkı'dır ve orası bizimdir.
Bizim, Sevgi Soysal ve Aydın Engin'in…