Nazım Hikmet’in yazması cesaret isteyen dizeleridir:
"…Ve bu dünyada, bu zulüm
senin sayende.
Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer
ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak
kabahat senin,
- demeğe de dilim varmıyor ama -
kabahatın çoğu senin, canım kardeşim!..."
İzmir depreminde eşini, çoluğunu çocuğunu, evini yitirenlere seslenirken Nazım Hikmet’ten o dizeleri ödünç alacağım.
"…kabahat senin,
demeğe de dilim varmıyor ama -
kabahatın birazı da senin, canım kardeşim!..."
1999 depreminde, depremin ertesi günü başlayıp, çoğu kez arabanın arka koltuğunda uyuyarak, sadece iki kez yıkanmak ve üst baş değiştirmek için İstanbul’a gelerek, deprem bölgesinde dört döndüm, 26 zorlu gün geçirdim. Adapazarı’nda, İzmit’te, Gölcük’te, Yalova’da…
21 yıl sonra bugün bile içimi kanatan acılara tanık oldum.
21 yıl sonra bu gün bile öfkemi bastıramadığım ayıplara da…
Adapazarı’nda, Çark Caddesi’ndeydik. Beş, altı katlı, yan yana iki binanın önündeydik. Biri hem yan yatmış, hem bodrum, hem giriş katları yerin dibine batmış; yanıbaşındaki ikizi ise çatlaklarıyla ama dimdik duruyor. Foto muhabiri arkadaşım Kaan Sağanak dibe batmış binanın fotoğrafını çekerken sağlam görünen binanın karşısındaki bir apartmandan üç kişi çıktı. Patron olduğu anlaşılan, suratının rabbiyesini kalmamış bir herif hırladı:
- N’oluyor, niye çekiliyor bu fotoğraflar?
"Gazeteciyiz. İşimiz bu" diye cevapladım. Tınmadı bile:
- Bana bak kazatacı efendi, bu binaları ben yaptım, sattım. Hepsi sağlamdır onların. Bu yan yatıp aşağı çöken diyeceksin. Allahın işine karışılmaz. Vardır bir bildiği…
Bu altın dişli, bakır vicdanlı herifi cevapsız bırakacak değiliz ya:
- Bak efendi. Bu dibe batmış binanın giriş katını oto galerisi yapmışın. Kolonların hepsi kesilmiş. Öteki ikizinde ise o kat iki dairelik bir konut. O ayakta, bu batakta.
Yanındaki herifler üstümüze yürüyünce, zaten fotoğrafları da çektiğimiz için arabamıza atlayıp yürüdük (yani tüydük…)
O günlerden rastgele bir örnek seçtim. Hepsini saymaya kalksam sayfalar ve sayfalar dolar.
Gölcük’te tuttuğu işçilere binadaki çatlakları sıvatan bir başka herifin "Resim çekme, yazı yazma efendi. Reklam olursak bu dairelerin değeri kaça düşer biliyor musun sen? Yedi sülelen gelse kaybı önleyemez" diyecek kadar pişkinleştiğini…
Yalova’da iki ailenin tümüyle öldüğü yıkılan bir binanın kolanlarındaki çimentoyu eliyle ufalayan, içinden deniz kabukları çıkaran bir belediye teknik görevlisine silah çeken altın dişli ve yine bakır vicdanlı bina sahibini…
İzmit’te "Cıvık zeminde yapılmış bu bina deprem olmasa da ayakta kalamazdı" diyen inşaat mühendisini, "Mühendis olsan ne yazar be? Benim ömrüm bina yapmak, yapıp satmakla geçti. Cıvık zemin de ne s.kim oluyormuş" diye posta koyan bir başka yap-satçı herifi…
Çocukluğumda yeşilin her tonunu taşıyan makilerle süslü Bayraklı kıyı ve sırtlarını betonla sıvayan yapsatçılardan ehven fiyatlı, deniz manzaralı daire alırken fiyatta sıkı pazarlık eden, ama inşaatta "Zemin araştırması yapılmış mı, kolonlarda, duvarlarda çimentodan, demirden çalınmış mı" gibi yaşamsal soruları sormayı düşünemeyen kardeşim:
- Kabahatın hepsi değil ama birazı da sende…
O binalara imar ve iskan ruhsatı veren, kat iznini artıran, kaçak katları denetlemeyen yerel yönetimdeki sorumlular:
- Kabahatın hepsi sizde değil ama birazı da sizde…
İmar affı diye bir rezilliği icat edep uygulayan, böylece kaçak, çürük, binaları yasallık kazandığı için "Oyunu nasıl olsa bize verecek" diyen ve bundan çok az yanılacak kadar işini bilen ve iktidar olmayı keyfi nasıl isterse onu yapabilme olarak kabul etmiş kaşarlı siyaset esnafı:
- Kabahatın hepsi sende diyemem ama çoğu da sende…