Biliyorum, on gün süren keyifli bir moladan sonra Tırmık böyle iç karartan bir başlıkla çıkmamalıydı.
Üstelik bu yıl geç uyanan baharı adım adım izleyebildiğin; gelinciklerle papatyaların göz kırpmaya başladığı, zeytinlerde minicik tanelerin belirdiği bir doğadasın. Beton ve asfalt ve egzoz gazından uzaktasın. Pencerenden karabatakların yavrularına suya dalıp avlanmayı öğrettiklerini görüyorsun ve göçten dönen kırlangıçlar önünde kanat süzüyorlar. Tam karşında, durgun denize boylu boyunca uzanmış Ekinlik, Avşa, Paşalimanı adaları tül gibi bir pusun içinde şiirler çağrıştırıyorlar…
Ama heyhat!..
Kapana kısılmışlık duygusu üstüne çöktü ve her geçen gün daha da çöküyor.
Daha "tam kapanma" dedikleri yutturmacanın başlayacağı günlerde bu ülkede devletin en tepesindeki zattan bir inci dinledik:
- Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır. Arsa var, arazi var. Araziyi arsaya dönüştürmek için belli bedel ödemek gerekiyor. Aksi takdirde arazinin hiçbir anlamı yok…
Bu cümlenin anlamı tartışılmayacak kadar açık: Vatan arazi değil arsadır…
Dinlediğimde önce çok utandım. Sonra o kıstırılmışlık, o kapana sıkışmışlık duygusu bir karabasan gibi üstüme çöktü. Böyle düşünen ve bunu açıkça söyleyen biri bu ülkeyi yönetiyor ve ben (biz) onun uygun gördüklerine uymak zorundayız. Uymazsak devletin zorba gücü tepemize çöküyor.
Sonrası art arda geldi. Tek tek sıralamayacak, sayıp dökmeyeceğim.
Mesela ilk Kobani duruşması arifesinde bu ülkenin İçişleri Bakanı hükmü çoktan kesti. "HDP için hesap vakti" başlığı altında savcı iddianamesine gerek bırakmadan "suçları" sayıp döktü. Ardından sıradan bir devlet memuru, İletişim Başkanı olan zat sanki merak ediyormuşuz gibi fikrini açıkladı: "Cinayetlerin failleri bugün hakim karşısına çıkıyor. Katiller için hesap vakti. Bizim adalete inancımız tam."
Eh bakan ve ardından Cumhurbaşkanlığındaki görevli bir memur yargılamaya gerek bırakmayan bir açıklıkla, "mahkemeyi etkileme suçunu" açık açık işlediklerine ve onlara hiçbir şey olmadığına, hatta sırtları sıvazlandığına göre bu ülkede hâlâ bağımsız yargıdan ve daha da önemlisi hukuktan söz etmek mümkün mü?
Meselâ…
Hayır sonu yok. Say sayabildiğince…
Tam kapanma yutturmacasında içki yasağı sorunu, çekle ödeme düzenine ağır yaralar veren "biz yaptık oldu" kararı ve hepsinin üstüne tüy diken Korona aşısı kepazeliği.
Bakan "Elimizde aşı yok ama inşaallah gelecek" diyor, bir aşı siparişini bile beceremeyen bir devletin en tepesindeki zat ise gözlerimizin içine baka baka konuşuyor:
- Aşı tedariğinde ben herhangi bir sıkıntı yaşayacağımızı kabul etmiyorum. Elimizde yeterince aşımız var. Yeteri derecede var.
Bir türlü gelmeyen aşı sırası bekleyen, birinci aşıyı olmuş ikincisi için gün alamayan milyonlar "Yav sen kabul etsen ne olur. Etmesen ne olur. Yok işte, yok" diyemiyor, yutkunuyor. Ne yapsın, "Cumhurbaşkanına hakaret" diye özel bir suç türü icat edildi ve AKP yargısı gözünü kırpmadan cezayı bastırıyor.
Sonra 1 Mayıs. İşçilere "Tam kapanmanın sizinle ilgisi yok. Fabrikalarda çalışmaya devam edeceksiniz. Ama bayramınızı kutlamayacaksınız. Kutlamaya kalkarsanız fena edeceğiz" dediler ve…
Ve fena ettiler.
Devletin zorba gücü Taksim meydanında, meydana açılan sokaklarda, Ankara’da, eylem önleme değil, acımasızca yurttaş dövme gösterisi yaptılar ve bayağı başarılı(!) oldular.
Çoğunu rastgele seçtiğim iktidar saldırları her geçen gün tırmanarak sürüyor.
Kimi hukukçuların "Yasaya aykırı… Bu suçtur" çıkışları artık sıkıntı veren laf ebeliklerine dönüştü.
Cevap pek açık. Anlamamak için salak olmak gerek.
-Yasalara aykırı öyle mi? İyi peki aykırıysa aykırı. Biz böyle uygun gördük. Reisimiz böyle uygun gördü. Bildiğimiz gibi yapıyoruz, yapacağız. Susun ve söylenene uyun. Yoksa…
Yoksa…
Yok işte
Hukuk yok. Adalet yok. İlke yok. Kural yok.
Kapana kıstırıldık…
Ama çaresiz olamayız. Çaresizliği kabullenmek yok olmayı kabullenmekten farksız.
Çaresiz değiliz, çare biziz.
Sadece biz…