Bugünün mavrasını aşağıda okursunuz. Önce bir açıklama borcum var, onu ödeyeceğim.
Geçen haftanın "Cumartesi mavrası" Pazar günü yayımlandı. Yani ben Cumartesi niyetine yazıp yolladım. Meğer günlerden pazarmış.
Askeri hapishanelerden birinde ranza komşum bir Bulgaristan göçmeni idi. Adını hatırlamıyorum ya da zaten bilmiyordum. Hepimiz ona "Lan soydaş" derdik. Bulgaristan'dan yeni gelmiş, Türkiye'deki koşulları görünce Bulgaristan'daki koşulları övmüş; "sayın muhbir vatandaş"lardan biri sayesinde "Komünizm propagandası yaptığı" gerekçesi ile tutuklanıp askeri hapishaneye tıkılmıştı. Ben üstte, o altta, ranza komşusuyduk.
Bir gün nedense merak etmişim, ranzamdan eğilip sordum:
- Lan Soydaş, bugün günlerden ne?
Duraksamadan bilgece bir cevap verdi:
- Ne farkeder gazeteci abey? Say ki Çarşamba dedim, yoksam Cuma imiş. Ne farkedecek sana burada iken sankim?
Geçen haftaki halim de aynı hesap. "Şu saatten bu saate sokak yasak. Şu günden bu güne hepsi yasak" derken günlerin de anlamı pek kalmadı.
- Sayın ki cumartesi yazdım, yoksam pazarmış…
Ama iyice baktım. Bu gün mavra günü ve günlerden cumartesi.
Kesin bilgi
1973'tü. 12 Mart faşizminin hızı epey kesilmişti. Ama sadece "epey". Yani tam değil. İstanbul hâlâ sıkıyönetim altındaydı. Genel seçimler Ekim ayında yapılacaktı biz henüz Ocak ayındaydık…
1. Ordu ve Sıkıyönetim Komutanlığının karargâhı Selimiye Kışlasıdan gazetelere emir geldi: Gazetelerin tepe yöneticileri şu gün şu saatte Selimiye Kışlasında hazır bulunacaklardır…
O kadar!.. Davet filan değil. "Teşrif etmeleri rica olunur" gönül okşayan bir ifade filan hiç değil.
- Hazır bulunulacak. Buluuuuun!..
Yeni Ortam dönemin etkili gazetelerinden biriydi. Tepe yöneticisi de Aydın Engin adlı kıdemli bir sıkıyönetim mahkemesi sanığı ve Selimiye Kışlasının hapishane bölümünün kıdemli konuklarından ve sıkıyönetim savcılarının gide gele neredeyse ahbap oldukları "müşteri"lerden biri.
Cağaloğlu'ndan kopup gelen "gazete tepe yöneticileri" Selimiye Kışlası önünde buluştular.
İyi de hangi kapıdan girilecek? Hasan Pulur ağabeyim de orada. Sataşıyor mu, danışıyor mu belli değil:
- Aydın, bu kışlanın kıdemli konuğu sensin oğlum. Ana nizamiyesi nerededir buranın?
Altta kalmadım:
- Abi, ben hiç ana nizamiyeden girmedim. Haydarpaşa'ya bakan yüzünde bir küçük kapı var. İstersen orayı gösteririm. Ama orası savcı odalarına, mahkemelere ve hapishane bölümüne açılıyor. Yani siz bilirsiniz…
Gülüşüldü.
Konukları karşılamakla görevli bir assubayın rehberliğinde "ana nizamiye"ye yönlendirildik. Oradan da fiyakalı bir salona buyur edildik. Arkasına adlarımızın iliştirildiği kağıtlara bakarak iskemlelerimizi bulduk ve oturduk.
Çift yıldızlı bir general çok kısa bir "hoşgeldiniz" konuşması yaptı. Böylece öğrendik: Birinci Ordu ve Sıkıyönetim Komutanı Faik Türün'ün davetlisiyiz ve bize bazı konularda bilgi verilmesi amacıyla düzenlenen bir briefingdeyiz.
Kürsüye genç bir subay, bir üstteğmen çıktı ve çoğu kez önündeki bir kitapçığa bakarak konuşmaya başladı. Birkaçımız göz göze geldik. Güleceğiz ama aşırı ciddi bir yerdeyiz, gülünmez. Gel gör ki konuşmacı üstteğmenin sesi öylesine ince ve sözünü ettiği konular öylesine "kalın" ki gülmemek zor.
Uzun ve sıkıcı bir briefing oldu. Yaşı uygun olanlar hatırlayacaktır, 1960, 1970 yılları salt öğrenci gençliğin değil, sendikal işçi hareketinin de iyiden iyiye yükseldiği, fabrika işgallerinin, grevlerin, kitlesel işçi hareketlerinin tırmandığı yıllardı.
Nitekim 12 Mart darbesinin elebaşısı Orgeneral Mehduh Tağmaç darbe gerekçesini "Sosyal ve siyasal uyanış ekonomik gelişmenin üstüne çıktı" diye açıklamış, darbecilerin başbakan koltuğuna oturttukları Nihat Erim de "Bir süre özgürlüklerin üstüne bir şal örtmek gerekiyor" diye utanç verici bir fetva vermişti.
İşte her şeyin doğrusunu daha analarının karnında öğrenip gelmiş çok yıldızlı genelkurmay generalleri de medyanın merkezi İstanbul'da gazetelerin tepe yöneticilerine "Komünistlerin işçileri nasıl aldattıklarını" öğretmeyi gerekli görmüş ve bu briefingi düzenlemişlerdi.
Üstteğmen o incecik, kalın sesli bir kadın konuşuyormuş izlenimi veren sesiyle biz gazete "tepeleri"ne komünistlerin işçileri nasıl aldattıklarını anlattı.
Anlattı, anlattı, anlattı...
Bizlere de esneyemeden, gülüşemeden, oflayıp puflayamadan uslu uslu dinlemek düştü.
Üstteğmen konuşmasını çok fiyakalı bitirdi:
- Komünizmin kurucusu Karl Marx, komünist Rusya'da fikirlerinin kuvveden fiile çıkarılmış halini görünce dövündü ve " Vay ben ne yaptım, vah ben ne yaptım" diye haykırdı…
Tabii hiçbirimiz üstteğmene "Lan oğlum, Rusya'da devrim yapıldığı sırada Karl Marx mezara gireli yirmi yıl geçmişti" diyemedik.
Doğrusunu generallerden iyi bilecek değildik ya…
Toplantı bitti. Bize çaylar ve içi kremalı kurabiyeler ikram edildi ve her birimize birer de kitapçık dağıtıldı: Komünistler İşçileri Nasıl Aldatıyorlar.
Çayları yudumlarken kitapçığı da karıştırdık. Üstteğmenin okudukları bire bir aynıydı. Ama en sonda Karl Marx'tan yapılan o tarihsel önemdeki alıntı yoktu.
Anlaşılan üstteğmen orada tuluat yapmış, sosyal ve siyasal bilimlere kişisel katkısını sunmuştu…
Dönüşte Harem – Sirkeci araba vapurunda Hasan Pulur ağabeyim dalgasını geçti:
- Hey be!.. Kahraman ordumuz Karl Marx'ı bile diriltti.
Her zaman ciddi olan Abdi İpekçi ustamızın bile kahkahasını artık tutamadığını hatırlıyorum…