Mavra asıl böyle boğuntu günlerinde yapılır. Bir soluklanmadır, moladır. Bir mücadelenin içindeysen eksilen gücü yerine koymaya yarar…
Şimdi buyrun bir gezi mavrasına…
Şu ölümlü dünyada görmediğim çok az ülke, gezmediğim çok az kent kaldı. Hele 12 yıllık siyasal göçmenlik yıllarımda Avrupa'da dört döndüm, fink attım, bir gittiğim yere bir daha gittim desem yeridir.
İsveç hariç.
Sebebi yok. Denk gelmedi ya da yolum düşmedi. İçimde ukde kaldı ama göçmenlik de bitti, memleketin yolunu tuttum.
"Demek İsveç'i görmeyecek, içkisini içip, yemeğini tadamayacak, Stockholm'de gezemeyecekmişim" dedim...
Derken bundan epeyce yıllar önce (2005?) bir davet geldi beni buldu. İsveç Parlamentosu Dış İlişkiler Komisyonu benden Türkiye'deki siyasal durum hakkında bir brifing istiyordu.
"Yav bu pek benim alanım değil" deyip bu işlere aklı benden daha çok eren bir meslektaşı önermeyi bir saniye bile düşünmedim. Pişkin pişkin sırıtıp "Demek İsveç'i görecek, yemeğini tadacak, içkisini yudumlayacakmışım" dedim ve daveti kabul ettim.
Birkaç gün sonra da bir akşam saatinde İsveç'e uçtum, Stockholm Arlanda Havalimanına indim. Karşılayan genç İsveçli görevli çantamı aldı ve "Yarın sabah saat 9.30'da toplantı başlayacak. Sizin için yorucu bir gün olacak. Şimdi sizi yemeğe götüreceğim, oradan da otelinize bırakacağım. Yarına dinlenmiş olursunuz" dedi.
Yemeği uçakta yemiştim. Doğrudan otele gittik. Ertesi sabah çokuluslu otel zincirlerindeki dünyanın her yerinde birbirine benzeyen açık büfe kahvaltıyı tamam edip kahvemi yudumlarken aynı delikanlı geldi, toplantı için yola çıktık…
Parlamentodaki bütün partilerin temsilcilerinden oluşan yaklaşık 20 kişilik milletvekili grubunun art arda gelen sorularını aklımın erdiğince, dilimin döndüğünce cevapladım. Adamlar o kadar iyi ders çalışmışlardı ki Türkiye-AB, Türkiye-Orta Doğu, Türkiye-ABD ilişkileri üstüne onlar değil, adeta ben bir şeyler öğrendim.
Öğle yemeğini parlamento kantininden getirtilen balıklı, salamlı, jambonlu sandviçler ve kahve ile geçiştirdik ve akşamüstüne yakın toplantıyı bitirdik
Toplantıdan galiba başarıyla çıkmayı becerdim. En azından adamların ve kadınların söylediklerinden, teşekkürlerinden, "Gerçekten çok yararlı oldu Mr. Engin" sözlerinden böyle bir sonuç çıkarılabilirdi. Çıkardım da.
İskandinav yarımadasında akşamüstü demek, hele kış ortasında akşam karanlığı çoktan bastı demektir. "Akşam hep birlikte yemek yiyip sohbet edeceğiz" dediler ve akşam yemeği saatine kadar serbest kaldım. Otele dönmeden kent merkezinde hızlı bir tur attım. Soğuktan kıkırdadım ve parlamento binasına yakın bir kahveye oturdum.
Çok kısa süreceği belli gezide hiç olmazsa İsveç mutfağını tanımak istedim. Bu benim huyum... Güney Hindistan'da, Tokyo'da, Küba'da, Buenos Aires'de, yani nereye gittimse orada bir garsona, rehberimize, bir meslektaşa hep aynı soruyu sormuştum:
- Büyükannenizin evinde en çok hangi yemek pişer?
Hani bizim "Kuru fasulye pilav"ın o ülkedeki karşılığını soruyorum. Söylüyorlar. Yiyorum ve pek de iyi ediyorum.
Oturduğum kahvenin garsonuna da aynı soruyu sordum. Gülerek cevapladı. Anladığım kadarıyla patatesli, salamura balıklı bir yemek. Yemeğin adını söyledi ama o tuhaf İsveç dilinde tekrarlamayı beceremedim. Bir kağıda yazıp elime tutuşturdu.
Akşam beni almaya gelen görevliyle birlikte yola çıktık. Kentin merkezine yakın bir lokantaya girdik. Uzun bir masada sabahki parlamenterler, kimilerini eşleri filan, gülerek karışladılar ve sordular:
- Nasıl buldunuz, beğendiniz mi sürprizimizi?
Nasıl beğenmem? Sanırım İsveç'te bir eşi daha olmayan bir lokantada ağırlanıyordum: Efes Restaurant!..
Göçmen işçi olarak kapağı İsveç'e attığı anlaşılan garson, güneydoğu aksanına çalan Tükçesi ile "Hoşgelmişen bey. Bizim buranın kebabı namlıdır. Önceden de beyaz peynirle biber dolması vereyim sana. Memnun kalacaksın billahi" dedi.
Kahvedeki garsondan öğrendiğim İsveçli büyükanne yemeğinin adı yazılı kağıdı kıvırıp cebine koydum ve "Stockholm'ün namlı Adana kebabı"nı yutup oralarda alkollü içkiden sayılan birayı höpürdettim.
Yani "büyükanne yemeği"ni tatma maçında ilk raundu kaybettim.
Ertesi gün rövanşı oynayıp kazanma kararlılığıyla "sürpriz" için teşekkür edip yeniden siyaset ekseninde yürüyen sohbete katıldım.
Ertesi gün serbesttim. Standart zincir otel kahvaltısından hemen sonra, bir gün önce akıcı İsveççeleri ile çevirmenlik yapan iki Süryani delikanlı geldiler ve olanca sevimlilikleri ile tebliğ ettiler.
- Abi buradaki Türkiyeli siyasal sığınmacıların katılacağı bir toplantı düzenlendi. Seni oraya götüreceğiz. Memleketin durumunu filan anlatacaksın…
Ne yaparsın? "Olmaz, ben Stockholm'ü gezmek, sıradan bir lokantada 'büyükanne yemeklerinden' yemek istiyorum" diyecek halim yok ya…
Bir küçük salonda 25-30 kadar kimi 12 Mart 1971'den, kimi 12 Eylül'den kalma Türkiyeli siyasal göçmenle buluştuk. Aralarında eski dostlar da var, göz aşinalığı olanlar da, hiç tanımadıklarım da.
Toplantı kısa sürer sanıyordum. Öyle olmadı. Ben kısa kesmek istedikçe her biri kişisel bildiri benzeri sorularla uzadıkça uzadı. Ama sonunda bitti. Hava elbette kararmıştı ama olsun, önümde bütün bir gece var ve ben nihayet İsveçli büyükannelerin oğullarına, gelinlerine, torunlarına pişirdiği…
Süryani delikanlı keyifle güldü::
- Haydi bakalım abi. İş bitti, Toplantı sona erdi. Şimdi bize gidiyoruz.
- Biz neresi oğlum?
- Bizim köye. Hakiki bir Süryani köyüne... Korkma çok uzak değil. Stockholm'e 35 kilometre…
İtiraza yer bırakmadan arabaya bin(diril)dim. Akşam karanlığında 30-35 kilometre gittik ve bakımlı bir İskandinav köyünün kocaman meydanında indik.
İsveç'e yığınsal denebilecek sayıda göç etmiş Süryaniler'in köyü burası. Bir zamanlar herhalde burada İsveçliler de yaşıyormuş. Ama şimdi silme sıvama Süryaniler yaşıyor. Protestan kilisesini de kendilerine uydurmuş bir Süryani kilisesi oluşturmuşlar.
Doğru bir mobilya mağazasına girdik. Evet mobilya mağazası. Diyarbakır'da, Elazığ'da, Mardin'de, Giresun'da, Afyon'da, Tekirdağ'da tıpatıp benzerleri bulunan, içinde Türkiye'den getirilmiş koltukların, kanepelerin, yemek masalarının, iskemlelerin satıldığı bir mobilya mağazası. Mağazada kocaman bir masa hazırlanmış. Bizi 20'ye yakın kadınlı erkekli Süryani karşıladı. Memleketten farkımız yok. Her biri ile tek tek sarılıp sarmalaştık,
Masa iştah açıcı mezelerle donatılmış. Çoban salatası, bol taze soğanlı kısır, beyaz peynir, kaşar peyniri, Arnavut ciğeri, lahana dolması…
Ve tabii sıra sıra 70'lik Yeni Rakı…
Yedik içtik, memleketi konuştuk, İsveç'i konuştuk. Tadını çıkararak anlattılar. "Bulgursuz sofra olmaz" diye kendileri için küçük bir bulgur atelyesi kurmuşlar. Sonra bulgurun faydalarını ballandıra ballandıra anlatıp İsveç ordusuna haftada bir kez bulgur pilavı yedirtecek bir pazarlama başarısı göstermişler. Köyde 100'e yakın işçinin çalıştığı bir bulgur fabrikası var.
Epey rakı şişesinin dibine vurduktan sonra sıra ana yemeğe geldi.
- Aydın bey hangisinden istersiniz? Urfa kebap var. Malum acısız. Ama yanında isot biberi var merak etme. Yok acılı kebap diyorsan Adana yersin….
Saat geceyarısına yaklaşırken "Mardin usulü künefe" dedikleri ve Hatay künefesinden hiç farkı olmayan tatlıyı yutup, (Türk) kahvelerimizi de höpürdettikten sonra izin istedim.
Kalktık. Epey geç saatte Stockholm'daki otele döndük.
Sabah sekizde İsveç parlamentosundaki nazik görevli geldi. "Uçakta nasıl olsa kahvaltı veriliyor efendim" deyip beni arabaya tıktı ve havalimanının yolunu tuttuk.
Birkaç saat sonra beni İstanbul'da evime götürecek taksideydim…
Mavra uzadı ama mavra dediğiniz de zaten uzar hep. Artık noktalayacağım.
Şey…
İçinizde bilen var mı ?
Acaba İsveç'te büyükanneler evde oğullarına, gelinlerine, torunlarına en çok hangi yemeği pişiriyorlar?