Bugün 10 Kasım. Mustafa Kemal'in ölüm yıldönümü.
Sıkıcı, sıradan, içtenlikten uzak resmi anma törenleri beni ilgilendirmiyor. Sanırım ve umarım sizi de…
Keza “Ah Atam, sen kalk da en yatam” yollu cıvık sevgi ve bağlılık gösterileri de bizlerden uzak olsun.
Bir gazete yazısında Kemalizm üstüne, ondan çok farklı olduğunu düşündüğüm “Atatürkçülük” üstüne kapsamlı bir yazı mümkün değil. Mümkünmüş gibi davranıp yalapşap bir yazı döktürmek ise yakışık almaz.
Gelin bu 10 Kasım'da onu birkaç anlamlı ve değerli anekdot ile analım.
Buyrun.
* * *
Bilirsiniz bugün kendilerini ulusalcı, Atatürkçü olarak niteleyenler nasıl Atatürkçü olmamayı bir ihanet, bir sapkınlık olarak görüyorsa, bizim mahalelenin keskin solcuları da Kemalizme ve Atatürk'e eleştiri kılıfı altında hakaret ve aşağılama sözcüklerini art arda yöneltmeyi marifet sayıyorlar.
TİP'in kuruluş yıllarında Sadun Aren öğretmenimiz yolunu sık sık İstanbul'a düşürür, il merkezinde, kendisinin “gençlerle sohbet” dediği, biz genç partililerin ise ders gibi görüp kaçırmadığı buluşmalar düzenlerdi.
Onlardan birinde Sadun Aren sohbeti “Sosyalistler açısından Kemalizm” konusunda yoğunlaştırdı. Bir arkadaşımız –sanırım biraz da ne kadar keskin sosyalist olduğunu göstermek amacıyla- 1923'de tek parti iktidarı kurulduğunu, başka partilere izin verilmediğini, izin verilir gibi yapılıp ardından yasaklandığını belirttikten sonra sordu:
-Atatürk cumhuriyeti kurdu ama neden demokrasi getirmedi?
Sadun Aren çelebice güldü (yakından tanıyanlar o gülücüğü bilir):
-Güzel soru, dedi. Aynı mantıkla Fatih Sultan Mehmet'e, ‘Durup dururken elin topraklarına girip elin şehrini niye fethettin' diye de sorabiliriz.
Sonra uzun uzun 19. Yüzyıl ortalarından 20. Yüzyıl başlarına kadar olan dönemde imparatorlukların parçalandığını ya da büzüldüğünü (“Örnek Britanya imparatorluğu” dedi) ve imparatorlukların toprakları üstünde art arda ulus-devletler kurulduğu anlattı. Aynı dönemin milliyetçiliğin öne çıktığı ve egemen ideolojiye dönüştüğünün altını çizdi ve demokrasinin 2. Dünya Savaşından sonraki süreçte kitlelerin talebi haline geldiğini söyledi. Ardından Türkiye'nin ulus-devlet kurma trenine son atlayanlardan biri olduğuna dikkat çekti. İttihat Terakki iktidarı döneminden beri de egemen ideolojinin milliyetçilik olduğunu hatırlattı.
İçimizden pes etmeyen biri diretti:
-Hocam Sovyetler Birliği kurulmuştu o dönemde. Orada demokrasi yok muydu yani?
Yine o çelebi gülüş ve kısa bir cevap:
-Proletarya diktatörlüğü terimini hiç duymadın mı sen evlat?
Duymamıştık.
27 Mayıs 1960'ın hemen sonrasıydı ve sosyalizm klasiklerinin hiçbiri çevrilmemiş; birkaç eski çeviri ise elden ele gizlice dolaştırılıyor ve polis ve savcılar için kesin bir suç kanıtı sayılıyordu. Türkiye bir düşünce çölünden çıkmaya hazırlanıyordu. Ama henüz çıkmamıştı.
Evet duymamıştık. Ama o gün Sadun Aren öğretmenimizin anlattıklarını iyi anlamıştık…
* * *
12 Mart darbesinin hemen ardından ülkenin üstüne çöken karanlıktan pay alan çoğu genç sosyalistler, devrimciler polis nezarethanelerini doldurmuştu.
İstanbul'da Sansaryan Hanı'nındaki Emniyet Müdürlüğünün bodrum katında sidik kokulu, ıslak betonlu nezarethane de öyle.
Polis henüz pek deneysiz, hatta cahildi. Sosyalist, solcu, devrimci nasıl anlaşılır; hangisi devlete zararlı, hangisi yararlı gibi soruların cevaplarını bilmiyordu.
Sorguları bu konuda biraaaaazcık bilgi toplamış, örneğin solcuların “milli demokratik devrimci” ve “sosyalist devrimci” olarak iki kampa bölündüğünü filan öğrenmiş, İhsan bey adlı, nazik bile denebilecek bir komiser yürütüyordu. Sorgunun kolayını bulmuştu. Karşısına gelene önce tek bir soru soruyordu:
-Atatürkçü müsün, Mustafa Kemalci misin?”
Soruyu “Atatürkçüyüm” diye cevaplayanlar kısa süre sonra tahliye ediliyordu.
Ancak devrimcilerin cevabı bu olamazdı. Onun adı Mustafa Kemal'di, kalpaklıydı, anti-emperyalistti, Sovyetler Birliği ile dosttu, kuvvacı idi.
Türkiye solu o günlerde hayli ciddi çocukluk hastalıkları yaşıyordu. Marksizmle milliyetçiliği bir arada yaşamaktaydı. O yüzden İhsan beyin sorusuna cevap belliydi:
-Mustafa Kemalciyim…
Öyle mi? Peki haydi doğru savcıya sevk… Sonrası tutuklama ve Maltepe Askeri hapishanesi…
Nezarethanedekiler arasında iri yarı, kırmızı yanaklı, olağanüstü sevimli bir genç vardı. Siyasetle ilişkisi yoktu. Çobandı. Kırklareli'nde, Bulgaristan sınırı yakınında koyunlarını otlatırken, sınırın öte yakasına geçen koyunları çevirmeye çalışmış ve fakat jandarmalar onu “Bulgaristan'a kaçmaya çalışan komünist” olarak yakalayıp İstanbul'a yollamışlardı. İhsan Beyin karşısına çıktığında aynı soru ona da soruldu:
-Atatürkçü müsün, Mustafa Kemalci mi ?
Nezarethanede sorgudan dönenleri dinleyip deneyim kazanan “çarıklı erkan-ı harp” genç çoban saniye sektirmeden cevapladı:
-Mustafa Kemal Atatürkçüyüm komiserim…
İhsan bey çuvalladı. Sorgu çöktü. Çoban ertesi gün tahliye edildi.
* * *
81. ölüm yıldönümünde Mustafa Kemal, Atatürkçülük'ün o günü ve bugünü, Kemalizm'in ne olduğu ve ne olmadığı üstüne verimli, ufuk açıcı, ezberlere değil bilgiye dayanan bir tartışma ortamı beklemek mümkün değil.
Ama bu tartışmaya Türkiye solunun da, kendilerini solcu sayan Kemalistlerin de, laikliği bir din gibi kavrayan ve ötesine geçmeyen Atatürkçülerin de ihtiyacı var.
“Belki bir gün bu başarılır” deyip yazıyı noktalayalım mı ?