Ragıp, Sana mektup yazdım ama Vatan Caddesindeki malum yere mektup kabul etmiyorlar. O yüzden burada yayınlıyorum. Artık çıkınca mı okursun, tutuklandıktan sonra “içerde” mi okursun bilemiyorum... Herhalde bugün (Pazartesi) anlarız... Ama şimdiden “anladığımız” epey şey var. Seni, Büşra’yı, Ayşe Berktay’ı da kapsayan bu “gözaltı” ve galiba onu izleyecek “tutuklama” dalgası Kürt siyasal hareketinin TBMM’de de temsil edilen legal örgütlü yapısını illegalleştirme, yasadışı bir örgüt olarak gösterme hesabının bir adımı. Peki Başbakanın kasım kasım kasılarak “Terörle mücadele, siyasetle müzakere” sözü bu durumda ne anlama geliyor? Herhalde müzakereye kendi partisi içindeki “Kürt kökenli” milletvekilleri ile yapıp “Müzakereler sonuçlandı. Durum bugünkü gibi sürecek. Sadece TRT’deki Kürtçe yayının saati 15 dakika daha uzatılacak” filan diyecek... Ragıp, Bir üst paragraftaki “şaka”yı yaptım ama ben de beğenmedim. Şaka bir yana şakalaşılacak günlerde değiliz besbelli. Bugün bütün (Pazar) gün gözümün önündesin. Akademisyenler Büşra Ersanlı eksenli bir imza kampanyası başlattılar. Durmadan akademisyen imzaları yağıyor. Bir yandan onları listeye ekliyorum, bir yandan da “Peki Ragıp, peki Ayşe (Berktay), peki binlerce KCK tutuklusu...” sorusu kafamın içinde dönüp duruyor. Ama Ragıp, sana, bunları konuşmak için yazmıyorum. Kırk (tastamam kırk) yıllık tanışıklığımız gözümün önünden geçmekte. 1971’in 12 Mart karanlığında, Maltepe Askeri Cezaevi’ndeki kıvır kıvır ve kapkara saçlı, gözlerinin içi gülen Ragıp’tan bugün saçı da sakalı da ağarmış, ama gözlerinin içi yine hep gülen Ragıp’a tastamam kırk uzun ve zorlu yıl... Hatırlıyorum, koğuşun kapısından üniversite kantininin kapısından girer gibi aramıza katıldıydın. Zaten arkadaşlarının çoğu dışarıda değil “içeride” idi. Yani buluştun, buluştuk. Haydi sırası gelmişken sana yaptığımız o zalim şakayı da anlatayım. Tamam aramıza kırk yıllık mapushaneci gibi katıldın; kırk yıl volta atmış gibiydin. Ama akşam yemeğinde açık verdin. O akşam karavanada kıymalı kuru fasulya vardı. O berbat mapusane yemeğine kaşık sallarken farkettik, sen kıymaları ayırıyor, fasulyaları yiyordun. Komün nöbetçisi Süleyman Balkandı. Karavanaya kepçeyi daldırdı, fasulyaları ustaca kenara itip kepçeyi kıyma ile doldurdu ve naralanıp, “Bir tabak daha isteyen hava alır. Kalan yeni gelenin, Ragıp’ın hakkı” dedi ve kepçeyi senin tabağa boca etti. Ne çare ki oyunumuzu boşa çıkardın, “Sağol ama doydum” deyip kalktın. Şimdi o koca koğuşta birlikte volta atıp ranza bölüştüklerimizi gözümün önünden geçiriyorum Ragıp. Kimilerini (Mahir Çayan, Ulaş Bardakçı, Cihan Alptekin, Ömer Ayna...) Kızıldere’de yok ettiler. Kimileri sosyalist olmanın yükünü, sorumluluğunu taşıyamadılar; kabuklarına çekildiler. Sokakta bile rastlamıyorum onlara. Tuhaf değil mi? Kimileri ulusalcılığa hatta Türk ırkçılığına kadar savruldu. Ama çoğu ne inancını yitirdi, ne bilincini... O gün neyseler bugün de öyleler. Farkında mısın yazı aldı başını gidiyor ve bence gitmiyor. Kafamı toparlayamıyorum. Zaten bugün yazmak değil anılarda ama sadece yüreğimi ısıtan anılarda dolanmak istiyorum o kadar... Polis nezarethanesi bilmediğin yer değil Ragıp. Hapishane çoğumuz için hep ikinci evimiz gibi oldu. O yüzden senin için üzülmüyorum. Şu hırçın, hoyrat İstanbul’un koşuşturmasından uzak geçireceğin günlerin tadını çıkar kardeşim. Bir de acemilere destek ol. (Kıyma sevmeyenler olursa tabağını kıyma ile doldurmayı ihmal etme ama) Yine görüşeceğimize eminim. Hem de yakında. Ya sen çıkıp geleceksin ya da gidişe bakılırsa... Seni kucaklarım... Aydın