Ulusların kaderlerini tayin hakkı” 70’li yılların Türkiye solunda çok, Kürt sorunu bağlamında ise pek çok tartışıldı.
İyi tanıdığım, ama iznini almadığım için adını buraya yazmayacağım genç bir arkadaşım ve kıdemli bir okurum Facebook üstünden şöyle bir mesaj yolladı:
“Aydın ağabey, bu günkü yazı için ağzına sağlık. Son bölüme bir muhalefet şerhi düşeyim. Yahu bu halkların kaderlerini tayin olayının kullanım vakti tükenmedi mi? Çok dilli, çok kültürlü, yerel yönetimleri güçlü, İstanbul ve Ankara güdümünde olmayan bir Türkiye olmuş, İran ve Irak Kürdistanları ve dahi Rojava'ya huzur çökmüş, vizeler zaten yokken daha kader tayin oyunu oynayanın mücadelesi kapristir kanaatime göre."
Önce ona özel bir cevap yazmayı düşündüm. Sonra da bu önemli ve bereketli tartışmayı okurlar önünde yapmayı yeğledim ve…
Buyrun…
* * *
“Ulusların kaderlerini tayin hakkı” 70’li yılların Türkiye solunda çok, Kürt sorunu bağlamında ise pek çok tartışıldı.
Ulusların kendi kaderini tayin hakkı,bazan onun yerine kullanılan “ayrılma hakkı” teriminin kaynağı epey eskilere dayanıyor. İlk kez 1776’da, İngiliz egemenliğine karşı kurtuluş savaşını başarıya ulaştıran Amerika Birleşik Devletlerinin Bağımsızlık Bildirgesinde yer aldı.
20. yüzyılın başlarında (1914) hem ABD başkanı Wilson, hem Rusya’da iktidarı almaya hazırlanan Bolşeviklerin lideri Lenin ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını evrensel bir hak olarak tanımladı ve tanıdılar. 1. Dünya savaşının ardından yıkılan imparatorluk toprakları üstünde kurulan hemen bütün ulus-devletler bu ilkeye dayanarak kuruldular ve öteki ulus-devletlerce bu ilke uyarınca tanındılar.
Dönem Lenin’in “Kapitalizmin son aşaması: Emperyalizm”i yazdığı dönemdi. 1. ve 2. Dünya savaşlarından zaferle (zafer?) çıkan, ileri ölçüde sanayileşmiş, sermaye birikimini yüksek düzeylere çıkarmış emperyalist ülkelere (ki onlar da birer ulus-devletti) başkaldıran halklar uluslaşma aşamasına sıçramak için emperyalizme karşı ulusal kurtuluş savaşlarına giriştiler. 20. Yüzyılın ilk üç çeyreği bu savaşlarla geçti. Ulusal kurtuluş savaşlarını başarıya ulaştıran ülkelerde ulus-devletler kuruldu. İlk ağızda aklıma gelenler: Türkiye, Tunus, Cezayir, Mısır, Çin, Küba, Vietnam, Kamboçya… (Unuttuklarımı siz tamamlayın)
Haydi bunlara kuruldu mu, kurduruldu mu tartışalabilir bazı Arap ülkelerini de ekleyelim.
Herhalde gözünüzden kaçmamıştır. Türklerle birlikte ulusal kurtuluş savaşını başarıya ulaştıran, ancak 1924 Anayasası ile kendini bir Türk ulus-devleti olarak tanımlayan Türkiye’de ve, öteki üç parçada (İran, Irak, Suriye) zaten ulus-devletlerin egemenliği altında yaşayan Kürtler bugüne kadar bağımsız bir ulus-devlette sahip olamadılar.
Oysa Kürtler arasında da bir ulus-devlete sahip olma hedefini benimsemiş, milliyetçi akımlardan etkilenmiş siyasal hareketlerin olmaması düşünülemezdi.
Oldu da.
İran toprakları üstünde kurulan ve önderleri arasında Molla Mustafa Barzani’nin bulunduğu çok kısa ömürlü Mahabad Cumhuriyeti (1946) bunun bir örneği idi.
Ama ondan ibaret değil. Her zaman dört ülkeden (Türkiye, İran, Irak, Suriye) koparak bütün Kürtleri çatısı altında toplayacak bağımsız bir Kürt devleti için mücadele eden irili ufaklı Kürt siyasal hareketleri, partileri oldu.
Ancak bugüne dek başarıya ulaşanı olmadı.
Bugün Irak Kürdistanı’nda, ABD’nin Irak’ı işgalinden sonra doğan elverişli koşullarda Mesut Barzani bölgesel özerkliği pekiştirdi ve bağıımsız bir Kürt devletine yöneldi. Henüz hedefine ulaşmış değil. Ama bu hedefe sahip…
* * *
Ulusların kendi kaderini tayin hakkı gibi önemli, üstünde dev gibi bir literatür oluşmuş, çetrefil bir konuyu bir gazete yazısında ele almakta epey duraksadım. Çünkü ister istemez pek çok önemli nüans (=ayrımcık) gözardı edilecek, kimi incelikler, ayrıntılar üstünde durulamayacaktı.
Gel gör ki kapitalizmin,emperyalizm aşamasından küreselleşme aşamasına geçtiği 21. Yüzyılda, yani günümüzde bu özet yakın tarih hatırlatmasını yapmadan ulus-devlet konusunu tartışmak da mümkün değildi.
Oysa ben tartışmamız gerektiği kanısındayım. Ama yer bitti.
Yarına…