Ulus (=Millet) burjuvaziyle yaşıt. Yani ulus sanıldığı ya da gösterilmek istendiği...
Ulus (=Millet) burjuvaziyle yaşıt. Yani ulus sanıldığı ya da gösterilmek istendiği gibi öyle ezelden gelip ebede gitmiyor. İnsanlık tarihinde ortaya çıkışı 200 yılı biraz aşıyor. O kadar. Kabalaştırma pahasına özetlersek: Gelişen, güçlenen ticaret (sonra da sanayi) sermayesine sahip burjuvalar egemenliği soyluların (=aristokrasinin) elinden almaya hazırlanırken
ulus kavramını ürettiler. Uluslaşma süreci 18. yüzyılda başladı. İlkin Fransa ve İngiltere’de. Uluslaşma sürecinde belli bir yol alınınca, yani soylular sınıfının siyasal ve ekonomik güçleri kırılınca ulus-devlet(ler) ortaya çıktı. Burjuvazi için olmazsa olmaz bir koşuldu. Ulus-devlete, o ulustan olmayan sermayedarlarının girip, mal alıp satmasının, kâr etmesinin önlenmesi, ulus-devlet sınırları içinde mal ürettirme ve malları satma hakkının sadece o ulusun burjuvalarına ait olması için ülkeler sağlam gümrük duvarları ile korundular.
Ulus böyle doğdu. Uyruklar böyle
yurttaş oldu. Kuşkusuz feodal beylerin, kilisenin, kralların, prenslerin boyunduruğundan kurtulma insanlık için ileri bir adımdı. Slogan pek yalındı:
Hürriyet, adalet, eşitlik! Kabileler, aşiretler, boylar, klanlar, derebeylikler birer ikişer, bazan hızlı, bazan yavaş “ulus”un içinde erimek zorunda kaldılar. Soylular sınıfının ve kilisenin egemenliğinden kurtulup
özgürleşen halk toplulukları (sadece burjuvalar değil, köylüler, kent emekçileri vb.) kendilerini
yurttaş olarak tanımladılar. Ulusalcılık (=milliyetçilik) ideolojisi böyle doğdu. İmparatorluklar önce çürüdü, sonra dağıldı. İmparatorluk topraklarında çok sayıda ulus-devlet kuruldu. 18 ve 19. yüzyıllar imparatorlukların yıkılıp ulus-devletlerin birbiri ardına doğduğu çağlardır. Türkler de ulus-devletlerine 1. Dünya Savaşının ardından kavuştular. Ortadoğu bölgesindeki halklar ise birer ulus-devlete kavuşabilmek için 2. Dünya Savaşının bitmesini bekleyeceklerdi. Kapitalist gelişmenin çok uzağındaki bu bölgede emperyalizm aşamasına ulaşmış kapitalizm, aşiretlerden birer yapay ulus-devlet yarattı. Ortadoğu’da devlet sınırlarının cetvelle çizilmiş gibi görünmesi sadece uçsuz bucaksız çöllerden dolayı değil. O haritalar gerçekten de Londra’da
cetvelle çizildi. Doğa yasasıdır: Doğan her şey bir gün ölür. Toplumsal yaşamda da bu böyle. Nasıl köleci imparatorluklar (Mesela Roma) yıkılıp onların bağrından derebeylikler (=Feodalite) doğdu ve kapitalizm gelişince de öldülerse, topu topu 200-250 yıl önce doğan ulus-devletler de ölümün eşiğinde. Ulus-devlet kapitalizmin ilk aşamalarında işlek ve işlevli bir aygıttı. Ancak önce emperyalizm, oradan da globalizm (=küreselleşme) aşamasına geçen kapitalizm (
Ulusötesi finans sermayesi diye de okunabilir) için ulus-devletler artık birer ayak bağı. Gümrük duvarları cansıkıcı birer pranga; ulusal hükümetler sık sık mide ağrısı; kapitalizmin yarattığı
milliyetçilik, dönüp kapitalizme karşı çıkabilen (mesela Saddam’ın Irak’ı, Beşer Esad’ın Suriyesi, Mollaların İran’ı) kontrol dışı kalma tehlikesi barındıran bir mayın... Ulus-devlet üstüne bu kadarı yetsin... * * * Gelelim
Kürtlere; gelelim
bizlere... 2. Dünya savaşı sonrasında Ortadoğu’da kendi ulus devletine kavuşamayan (kuramayan, kurmasına izin verilmeyen) tek halk
Kürtler. Çok kısa süren
Mahabad Cumhuriyetini (22 Ocak 1946 – 17 Aralık 1946) saymazsak Kürtlerin bir ulus-devleti hiç olmadı; olamadı. İyi mi oldu, kötü mü olduyu tartışmak anlamsız. Olmadı. 2011’i bitirmek üzereyiz. Küresel sermaye ulus-devletlerin duvarlarını darmadağın etmiş; hükümetlerini şirket yönetim kuruluna dönüştürmüş; New York’tan Tokyo’ya 24 saat açık borsalarıyla sermaye en kârlı olabileceği ülkeye yılan (zehirli yılan demek istedim) gibi kayarak geliyor; kâr azalınca ardında kriz, yoksulluk, işsizlik bırakarak tüyüyor. Bu küreselleşme çağının
kara yüzü. Ama bir de
ak yüzü ya da
umut yüzü var. Uydu, yarı iletken teknolojilerindeki başdöndürücü devrimlerle dünya sadece küresel sermaye için değil
bizim için de büyük bir köye dönüştü. Arap baharını neredeyse Tahrir meydanının göbeğinde yaşamadık mı ? Şili’de başkaldıran öğrencilerin zaferi yüreklerimizi ısıtmadı mı ve nice delikanlı öğrencilerin lideri güzelleri güzeli Camila Vallejo’ya binlerce kilometre uzaktan aşık olmadı mı? Somalili açlarla yanıbaşımızda acı ve açlık çekiyorlarmış gibi yakınlaşmadık mı? Avrupa Birliği, Avrupa finans sermayesinin örgütü. Tamam. Ama o finans sermayesine karşı her ulus-devletin sınırları içinde teke tek değil, Alman, Fransız, İtalyan, Yunan, İspanyol, Portekiz, Belçika emekçilerinin, demokratlarının, aydrnlarının omuz omuza verebilmesinin kapılarını da ardına kadar açmıyor mu? * * * 2011 biterken bir ulus-devlet inşaına kalkışmak, bir ulus-devlet düşlemek sadece nafile bir çaba değil aynı zamanda gerici bir çaba, yanlış bir hedef. Kendi bölgemizde, Ortadoğu’da,
Türküyle,
Kürdüyle,
Arabıyla,
Farsıyla,
Ermenisi,
Gürcüsü,
Azerisi,
Lazı,
Çerkesi ile yani bu harikulade halklar mozayığıyla kendimizi ulus-devletlerin sınırlarına hapsetmeden, ulus devletlerin ördüğü duvarları aşarak, pasaportları kağıt parçasına çevirerek yanyana, içiçe, “kız alıp vermecesine”, “tavuklarımızın birbirine karışmacasına” yaşayacağımız günleri düşlemek, böyle bir Ortadoğu, böyle bir dünya için mücadele etmek bir ütopya mı? Evet ütopya. Ama ütopyası olmayan; umutlarını bir ütopya genişliğinde üretmeyenlerden olmaktansa böyle bir ütopya için çabalamak
insana daha yaraşmaz mı? * * * Beş gün süren bu dizi-Tırmık burada biter. Kürt sorununa bir de bu gözle bakmaya çabaladım. KCK’nın iç yapısı, işleyişi, programında Stalinist çağrışımlar yaptıran, “Önderlik” gibi 20. Yüzyılda bile anlamsızlaşmış bir kavram kullanan, çok demokrasi sözü edip az demokrasi uyguladığı izlenimini sık sık hissettiren yanları üstünde durmadım. Çünkü bu yazının konusu değildi. Ben sadece “KCK önerisine bir de bu gözle bakılamaz mı” sorusuna yanıt aradım. Hepsi bundan ibaret...
Türk olarak Kürtlere bakmakVarsayalım barışçıl çözüme ulaşıldıDört ülkede kim var, kim yokKCK ve Demokratik Konfederasyon