Pazar sabahı bir grup gazeteci İstanbul Tıp Fakültesi (Çapa) ve Cerrahpaşa...
Pazar sabahı bir grup gazeteci İstanbul Tıp Fakültesi (Çapa) ve Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nin profesörleri, doçentleri, asistanları ve son sınıf öğrencilerinden oluşan bir hekim grubuyla kahvaltı yaptı. Kahvaltı bahaneydi ve zaten çabuk geçiştirildi. Sonra da bir salonda toplanıldı ve Cerrahpaşa ve İstanbul Tıp Fakülteleri ekseninde ülkemizdeki tıp eğitiminde ve sağlık hizmetlerinde ulaşılan (“Düşülen” diye de okuyabilirsiniz) durum üstüne gazetecilere bir briefing verildi. Gazeteciler akıllarına gelen her konuda sorular sordular ve cevaplar aldılar. Toplantının ardından dağılırken yapılan ayaküstü sohbetlerde bir gazeteci arkadaşlarına “Sabah sabah içim karardı; kahvaltıda yediklerim boğazıma dizildi” dedi. Haklıydı... * * * Gazetecilere anlatılanları böyle bir yazıda aktarmak bir yana özetlemek bile mümkün değil. Deyim uygunsa “Neresinden tutulsa elde kalıyor”. Ama çok temel bir kaç noktayı T24 okuruyla paylaşabiliriz. Üniversiteler -adı üstünde- öncelikle ve ağırlıklı olarak bilim üretilen kurumlardır. AKP’nin dillere destan sağlık reformu(?) üniversiteleri meslek yüksek okulu derekesine indirmekte. Hastayı müşteri, hastaneyi işletme, hekimleri akarbant usulü çalışıp “Ne kadar hastaya baktıysan o kadar para alırsın” denen sağlık zenaatkârı olarak tanımlayan bir anlayışın üniversitede bilim üretilmesini umursamamasında şaşılacak yan yok. Bir tıp profesörünün (doçentinin, yardımcı doçentinin, asistanının) bilimsel araştırmaya zaman ayırmasını fuzuli bulup göstermelik bir ödeme yapılıyorsa bunun anlamı “Bırak bilim milim gibi dolaylı işleri, hastaya bak ki sana para verelim”den başka ne olabilir? Dünya tıbbına 1938’de “Behçet Sendromu”nu armağan eden Profesör Doktor Hulusi Behçet acaba bugünlerde Cerrahpaşa ya da Çapa ya da ciddiye alınır bir ünhiversite hastanesinde öğretim görevlisi olaydı gecesini gündüzüne katıp kendi adıyla anılacak hastalıık üstüne araştırma yapar, bilim mi üretirdi yoksa “Günde şu kadar hastaya bakarsam şu kadar lira, hastalarla biraz daha az zaman ayırır, daha çok hastaya bakarsam şu kadar lira” diye hesaba kitaba mı dalardı? (Soruyu sahiden yanıtlamak istiylorsanız, bir doktorun, hele hele bir profesör doktorun yemek içmek, giyinmek, bilimsel gelişmeleri takip etmek, çocuklarını okutmak, ev kirası ya da taksidi ödemek, tatil yapmak, uluslararası bilimsel kongrelere katılmak gibi zorunluklarını gözardı etmeyin e mi?) * * * Tıp fakültelerinde çalışan öğretim üyelerinin önüne bakanlık üç (dört değil) seçenek koyuyor: Bir: Tam gün üniversite hastanesinde çalışacaksın. İki: Saat 17’den sonra özel muayenehane açabilecek ya da özel sektöre ait bir hastanedede çalışabileceksin. Ama bu durumda tıp fakültesinin döner sermayesinden gelir elde etmene yol açacak herhangi bir hekimlik faaliyeti gösteremezsin. Yani üniversite hastanesindeki hastalara bakamazsın, hatta dokunamazsın. Sadece öğrencilerine teorik olarak tıp anlatabilirsin. Üç: İki yıllık izne ayrılabilirsin. Yani ne yapacağına ileride karar verirsin... Siz 18 yaşında liseyi bitirip tıp fakültesine girmiş; 6 yıl eğitim görüp doktor olmuş; 2 yıl mecburi hizmet yapmış; ardından uzmanlık eğitimi görmüş; sonra yine 2 yıl mecburi hizmet yapmış; sonra doçent, ardından profesör olmuş ve bu arada 40 yaşını da geçmiş bir bilim adamı olsanız bunlardan hangisini seçerdiniz? Üniversitede kalıp kuru maaşa (2-3 bin TL) talim mi ederdiniz; bir özel hastanede ya da açacağınız muayenehanede çalışıp ek gelir elde etmenin peşine mi düşerdiniz yoksa “Hele bir düşüneyim” deyip iki yıl izne mi çıkardınız? * * * Eğer tam gün üniversitede çalışıp mesai bitiminde bir özel kurumda ya da kendi muayenehanenizde çalışmayı yeğlediyseniz üniversite hastanesinde yatan hiç bir hastayı muayene edemez, reçete yazamaz hatta onun yatağının başucuna gidip dokunamazsınız (dokunan yanar!) Peki bir profesör tıp öğrencilerini nasıl eğitecektir? Başka türlü sorayım: Bir konservatuarda profesörsünüz. Öğrencilerinize piyano çalmayı öğretiyorsunuz. Ama piyanonun yanına gidemezsiniz; piyanoya dokunamazsınız...Bırakın profesörü, yüzme öğretmenisiniz ama öğrencinizle birlikte denize giremezsiniz. Ona yüzmeyi kumda öğreteceksiniz. Tıp eğitimi de böyle olacak(mış). Yani yakında tıp fakültesinden mezun olmuş, diplomasi cebinde ama “Pankreas vücudun solunda mıydı, sağında mı” sorusunu hemen cevaplayamayan; aortu ensede arayan, nabız ölçmek için dizkapağınıza parmağını dayayan doktorlarla karşılaşırsanız sakın onlara kızmayın. Sağlık Bakanlığı böyle münasip gördüyse bir bildiği vardır elbet...* * *Cerrahpaşa ve Çapa Tıp Fakültelerindeki öğretim üyesi hekimler yarın (salı) bir günlük uyarı grevi yapacaklar. Niyetleri sağlık bakanlığına geri adım attırmak filan değil. Bunun mümkün olmadığını artık biliyorlar. Sadece ve sadece bizleri uyarmak, müşteri değil hasta olduğumuzu, hastanelerin de kâr getirecek işletmeler olmadığını bize anlatmak istiyorlar.