Siyaset pazarının elebaşıları bir yerel seçimi bir genel seçim yarışına dönüştürmeyi başardılar.
Siyaset pazarının elebaşıları bir yerel seçimi bir genel seçim yarışına dönüştürmeyi başardılar. Artık kentlerin, kasabaların, beldelerin yerel sorunlarını tartışamıyoruz. Siyaset bezirgânlarının “O kötü, ben iyiyim... Ona verme, bana ver... O hırsız, ben dürüst...” naraları arasında yaşıyoruz ve anlaşılan 20 gün daha bu kördöğüşünün akıl ve ruh sağlığımızı berbat eden şamatası içinde bunalacağız. Bu sadece tepelerde, üç büyük (Nesi büyükse?) partinin kaptanları arasında geçen ve seçim kampanyasıyla dönemiyle sınırlı bir kördüğüşü olaydı “20 gün daha sıkalım dişimizi” der geçerdim. Ama öyle değil. Tepelerden tepemize çöken sesler ve tavırlar kentiyle varoşuyla, köyü kasabasıyla bütün ülkede –korkarım- kalıcı etkiler bırakıyor. Farklı düşüneni, farklı öneriler üreteni, değil anlamak , dinlemek zahmetine bile girmeyen bir itiş kakışın içindeyiz. Bu dalga dalga topluma yayılıyor ve toplmumu zehirliyor. Siyasetin tepesinde ve eteklerinde, medyada, kahvehane sohbetlerinde, aydınlar ya da sokaktaki insanlar arasında birbirini anlamak bir yana dinlemeye bile yanaşmayan bir itiş kakış... Oysa zaten ülkedeki sağırlar diyaloğunu, hatta kamplaşmayı ve hatta düşmanlaşmayı kışkırtan bir dizi kördüğüm olmuş sorunla boğuşuyoruz. Rasgele bir kaç örnek: Ergenekon davası, Türkiye’nin Avrupa Birliği yolunda ilerlemesi (yada ilerlememesi), Kürt sorunu, Ermeni sorunu, Kıbrıs sorunu... Bu sorunlardan herhangi biri derin bir ayrışmaya yolaçan, düşmanlığa kadar uzanan bir tahammülsüzlükle donanmış, toplumu neredeyse tam ortasından bölen birer eksen... Farklılıkları bir zenginlik olarak kavramak; farklı, hatta taban tabana zıt düşünenin de haklı olabileceğini önyargısız kabullenmek; etnik kökeni, dinsel tercihleri, siyasal, ideolojik (ideoloji = dünya görüşü) yönelimleri bizimkine uymayanı “öteki” olarak görüp dışlamamak çok mu zor? Örneğin Türkler için Kürtler ve Kürtler için Türkler ... Yıllardır -yanyana değil- içiçe yaşayan; ataları, dedeleri de bu topraklarda doğup büyümüş; Ahmet Arif’in şiirli anlatımıyla yıllardır “Kız alıp kız veren, tavukları tavuklarına karışan” bu iki halk birlikte bir gelecek mi kuracak, yoksa “Ya sev, ya terket” diyen ırkçı-faşist sloganda ifadesini bulan sonsuz ve kanlı bir çatışmanın batağında mı debelenecek? Örneğin yaşamını dinsel tercihlerine göre biçimlendiren kadın ve erkekler, bu yaşam biçimini benimsemeyen, örneğin başını örtmeyen, plajda mayoyla yüzen, danseden, içki yudumlamaktan hoşlananları ötekileştirip, kendi yaşam tarzlarını onlara zor kullanarak, baskı kurarak dayatacaklar mı ? (Şimdi bu soru cümlesini “taraflar”ın yerini değiştirerek bir kez daha okuyun lütfen) Soruları bu yazının sınırlarını çok çok aşacak ölçülerde çoğaltabiliriz. Bu ülkenin yurttaşı Türkler, Kürtler, Ermeniler, Yahudiler, Rumlar, Süryaniler, Yezidiler, Hristiyanlar, Museviler, ateistler üstüne onlarca soru üretebiliriz. Sonunda gelip dayanacağımız nokta değişmeyecek ama: Farklı olanı, bizden farklı düşüneni “öteki”leştirip itecek miyiz, birarada –yanyana değil birarada- yaşamanın yollarını mı genişleteceğiz ? Yurttaş olma ortak paydası yeterli değil mi ? * * * Biliyorum yazı bir öğüt yazısına benzedi. Ama niyetim ve haddim öğüt vermek değil. Bir bunaltıyı okurla paylaşma isteği sadece... Hatta daha da kişisel. Bir öfke yazısı... Tempo24’de Tırmık’ın altındaki “Yorum yaz” köşesini kullananları sizler de okuyorsunuz. Topu topu üç, beş tane. Ama bir de yukarıdaki e-mail adresini kullanıp, doğrudan yazanlar var ki onların sayıları günlük 30-40 arasında değişiyor. Ve yarısından çoğu düzeysiz küfür sağanakları taşıyor bilgisayarımın ekranına. En kestirme deyimiyle “Ya benim gibi düşün yada bu köşeyi, bu e-gazeteyi, bu ülkeyi terket be herif” demeye getiriyorlar. Yıllardır yazı yazarım, yani bu tavırlara epey şerbetliyim. Yine de bugün böyle bir yazı yazmak istedim... Hoşgörün e mi ?