Geçen haftalarda gündemin ağırlıklarından biri akademik özgürlüklerdi. Bu hafta ise hukuk, adalet ve bireysel ahlâk kavramları ekseninde "yargı"yı konuştuk, tartıştık. Artık pek bir anlamı, geçerliği ve yaptırım gücü kalmamış Anayasa'da bağımsız olduğu yazan yargı aygıtında bağımsızlığın ne kadar kaldığı bir kez daha ve bu kez epey sert gözler önüne serildi.
Yargının siyasal iktidara, aslında AKP Reisi ve takımına bağımlılığının somutlandığı Yargıtay'ın Anayasa Mahkemesine (AYM) yollayacağı üye seçiminde yaşananlar sahiden de artık bağımsız yargı kavramını tartışmanın bir anlamı kalmadığının kanıtıydı.
Önce paraşütle Yargıtay üyesi yapılan, İstanbul'un ünlü (hem de ne ünlü) başsavcısı İrfan Fidan'ın, 20 günlük Yargıtay misafirliğinin ardından ülkenin en deneyimli, kıdemli yargıçlarından oluşması gereken Yargıtay Genel Kurulu'nda, 107 üyenin oyları ile AYM'ye tırmandırılması ve artık kimseyi şaşırtmayan AKP Reisi'nin de imzayı bastırarak AYM'nin oylama dengesini değiştirecek bir atama yapması ülkenin pek çok saygın hukukçusunca "Elveda Anayasa, elveda Anayasa Mahkemesi" diye değerlendirildi.
Anayasa'ya ve mahkemesine "elveda" demek aslında hukuk'a ve sonuç olarak da adalet'e elveda demektir.
Bu değerlendirmelerin öfke ile, öznel görüşlerle gölgelenmediğini, hukuksal bilgileri tartışılamaz iki hukuk insanının sözlerinde, cümlelerinde somutlandı.
Kadim avukatım ve kadim arkadaşım, kaç yılın hukuk savaşçısı Turgut Kazan'ın, Halk TV ekranlarında bizim Şirin Payzın'ın programındaki konuşmasını dinlemenizi şiddetle öneririm. Burayı tıklayın ve izleyin.
"İrfan Fidan olayı"nın anlamını daha da derinlemesine kavramak isterseniz, bir başka hukuk bilgesinin, Anayasa hukuku profesörü Kemal Gözler'in tek sözcükle "muhteşem" makalesini okumalısınız. Hukukçu olmayanların da kolayca anlayabileceği bir yalınlıkta ama değme hukukçunun beceremeyeceği bir derinlik taşıyan bu makale için tıklayın.
Daha başka önemli kaynaklar da var Ama bir gazete yazısı için iki saygın hukukçunun görüşleri kanımca yeter de artar bile…
Görülüyor ki Türkiye'de bağımsız yargıdan söz etmek artık ve ancak Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ve onun yakın çevresinde halkalanmış başdanışmanlar için mümkün. Geri kalanlar içinse "bağımsız yargı" terimi ancak kederli bir gülümsemeye ebelik edebiliyor.
Şimdi artık sıra daha can alıcı bir soruya geldi:
Türkiye'de yargı bağımsız mıdır ve bağımsız mıydı?
Bu sorunun "Tırmık"ta sorulduğuna bakıp "Bu yazan herifi tanıyoruz, soruya elbette hayır diyecektir" dediniz ya da böyle düşündüyseniz fena halde yanıldınız.
Türkiye'de yargı erki oldum bittim bağımsızdı. Hukuktan ve ister istemez adaletten bağımsız…
Ne yani 1925 ilkbaharında Şeyh Said'i yargılayıp (yargılayıp?) sonra da idam eden Şark İstiklâl Mahkemesi hukuktan ve adaletten bağımsız bir yargı organı değil miydi?
Ne yani 1926'da Atatürk'e suikast hazırladıkları iddiası ile İzmir'de asılan Lazistan mebusu Ziya Hurşit'i, Ankara'da asılan Cavit Bey'i yargılayan İstiklâl Mahkemeleri hukuktan ve adaletten tümüyle bağımsız değiller miydi?
Çok mu gerilere gittim.
Peki, bugüne yaklaşalım.
27 Mayıs darbesiyle devrilen Demokrat Parti iktidarının Başbakanı Adnan Menderes'i, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu'yu, Maliye Bakanı Hasan Polatkan'ı yargılayan, idama mahkûm eden ve asan "Yassıada Mahkemesi" için hukuka bağlı, adalete uygun kararlar veren "bağımsız" bir mahkeme olduğunu söyleyebilecek bir vicdan sahibi var mıdır?
1971'de "darbe değilmiş gibi darbe" yapan generallerin kurduğu ve 1972'de bir şafak vakti Ankara'nın kara ünlü Ulucanlar cezaevinin avlusunda darağacı kurdurup Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan'ı idam ettiren üniformalı yargıçlardan (yargıçlar?) oluşan Ankara Sıkıyönetim Mahkemesi kendini hukuktan ve adaletten tümüyle bağımsız kılmış bir mahkeme değil miydi?
12 Eylül 1980'de ülkenin tepesine çöken faşizmin sıkıyönetim mahkemeleri 517 yurttaşı idama mahkûm etti. Bunlardan 50'sinin idam cezaları infaz edildi. Şimdi 12 Eylül'de kurulan sıkıyönetim mahkemeleri için "hukuktan ve adaletten bağımsızlaştırılmış resmi cinayet kurumları"dır dense yanlış mı olur?
Cumhuriyet'in kuruluşundan bugüne, yargının bağımsızlığını, hukuku uygulayıp uygulamadığını, temel görevi olan adaleti sağlayıp sağlamadığını sorgulayan bir gezinti yaptık.
Geldik bugüne.
AKP iktidarınca adım adım biçimlendirilen bugünkü yargı erkine.
Evet, bugün artık sıkıyönetim mahkemeleri yok. Askeri yargıçların da araya sokuşturuldukları Devlet Güvenlik Mahkemeleri (DGM) de yok. Ülkede hukuku uygulama, adaleti sağlama görevi sivil yargı kurumlarının elinde ve yetkisinde. Adeta çağdaş hukukun temel ilkesi olan "tabii yargıç" ilkesine uyulmakta.
Birinci derece mahkemelerden en yüksek yargı organlarına, Yargıtay'a, Anayasa Mahkemesi'ne kadar bu böyle..
Peki bu mahkemelerin pek çoğu için de "hukuktan ve adaletten bağımsız" yargı organları desek haksızlık mı etmiş oluruz?
Sorunun cevabı için Osman Kavala, Ahmet Altan, Selahattin Demirtaş, Selçuk Mızraklı, Selçuk Kozağaçlı, Gültan Kışanak davalarına şöyle bir göz atmak yeterli. Daha pek çok örnek var ama bu kadarı yetsin.
Öyleyse bu yazının "Yargı bu ülkede her zaman bağımsızdı, hukuktan, adaletten bağımsız" diyen başlığında bir haksızlık, bir yanlışlık var mı?