Dünkü Tırmık basılı gazetelerin ilan edilmemiş sonu üstüneydi.
Bugün önce geleneksel medyanın yazılı olmayan kesimlerindeki duruma hızlı bir göz atalım.
En önemlisi görsel medya, yani televizyonlar.
Yolunuz Türkiye'de ya da dünyanın herhangi bir yerinde bir TV kanalının yayın yaptığı binanın önünden geçtiyse görmüşsünüzdür. Kocaman bir bina. Tepesinde bina kadar kocaman, her biri başka bir açıya bakan çanak antenler. Neresinden baksanız dolar hesabıyla milyonluk bir tesis.
Hele bir de o binanın içine girdiyseniz fark etmişsinizdir. Seyirciler için de sıra sıra koltukları olan cicili bicili stüdyolar; tartışma programlarına ayrılmış daha küçük stüdyolar, pahalı kameralar; "reji odası" denen ve seyircinin varlığını fark etmediği ama ekranda neyin nasıl görüneceğine ilişkin kararların verildiği odalar, konukların, sunucuların yüzleri parlamasın diye pudra, "fondöten" filan sürülen, berber dükkanlarına benzeyen makyaj odaları…
Dıştan biçtiğiniz milyon doların üstüne birkaç milyoncuk daha ekleyin.
Bütün bunların çöpe atılacağı günlere geliyoruz. Aslında geldik de. O pahalı ve dev boyutlu tesisler uzatmaları oynamakta ısrarlılar; o yüzden yaşar gibiler.
Oysa "akıllı telefon" denen ve telefon olmayı çoktan terk etmiş, cebe sığan ve her yerde her koşuda internete bağlanabilen bilgisayarlar artık neredeyse aynı kalitede ve zenginlikte yayın yapabiliyorlar. İnanmazsanız YouTube, Vimeo gibi video paylaşım sitelerinde bir tur atın. Orada profesyoneller ya da amatörler tarafından çekilmiş, kalitesi anlı şanlı TV kanalları ile yarışan görsel medya ürünleri göreceksiniz.
Ucuz, hızlı, yaygın ve sadece ürünü yaratanın hüneri, yeteneği ile değerlendirilecek görsel medya örnekleri…
Yani basılı medyanın yanısıra, geleneksel görsel medyanın da sonuna geldik. Yepyeni ve bence çok da değerli bir medya dünyasına giriyoruz. Hatta girdik.
Uzun uzun yazmaktansa kısa bir anı aktarayım:
1999 kışında, Sırbistan NATO bombaları altında, Kosova da Sırp bombaları altındayken, Kosova'nın başkenti Priştine'de birlikte çalıştığımız; benim, o bölgede ikinci yaygın dil Türkçemi ve onun o dönemde çok önemli ve değerli olan 'uydu telefonu'nu buluşturarak iyi işler çıkardığımız bir Alman meslektaşım, daha sonra buluştuğumuz Frankfurt'ta "Gel bak sana ne göstereceğim" dedi.
Onun arabasına atladık, önümüzde aynı TV kanalında çalışan bir genç kadının kullandığı arabanın ardına takıldık, Frankfurt'un çevresindeki köylerden birinde temel kazan bir vinç devrilmiş, vinç operatörü ezilip ölmüş. O habere gidiliyor.
Vincin boylu boyuna yattığı, polisin önlem şeritleri çektiği "olay yeri"ne vardık. Önümüzdeki arabadaki genç kadın indi. Polislere sorular sordu, notlar aldı. Sonra arabadan kamerayı çıkardı; üç ayak üstüne yerleştirdi. Kamera açısı için ince ince ayarlar yaptı. Ayar tamamlanınca arabasının yan aynasında saçlarını düzeltti, rujunu tazeledi, mikrofonu eline aldı, kameranın karşısına geçti, olayı anlatmaya başladı. Avucunun içinde tuttuğu uzaktan komuta aygıtı ile kamerayı istediği yönlere çevirerek görsel malzemeyi de elde etti. Muhabirliği bitirdi, kamerayı, öteki aygıtları arabaya koydu. Bagajdan orta boy bir valiz büyüklüğünde bir metal çanta, bir de yine metal, katlanmış şemsiye çıkardı. Şemsiyeyi açtı, gökyüzüne bakacak şekilde yerleştirdi. Sonra metal çantayı açtı, içindeki düğmelerle, tuşlarla bir süre sakin sakin oynadı. Son bir tuşa daha bastı. Bize dönüp "Bitti" dedi.
Ben "Ne bitti, biten ne" dedim. Omuz silkti "Gördün ya, yayın bitti" deyip yürüdü. Ayrıntıları arkadaşım anlattı:
- Kamerayı sabitledi ama uzaktan kumanda ile istediği yöne de çevirdi. Kendisi de aldığı notlara dayanarak haberi seslendirdi. Sonra o metal çanta ve şemsiye anten ile çektiklerini uyduya yolladı. Uydudan bizim kanal görüntüleri aldı ve anında yayınladı…
Benim "İnanılmaz… Harika.. Vay be…" yollu şaşkınlığıma dostça bir azarlama ile cevap verdi:
- Engin bu kaç kişiyi işsiz bırakacak görmüyor musun sen?
O zaman kafama dank etti.
Benim bildiğim o haber için muhabir genç kadının yanısıra bir kameraman, bir ışıkçı, bir ses kayıtçısı, bir de şoför "olay yeri"ne gelecekti. Ardından kaydedilen görüntü ve sesi içeren kaset hızla merkez stüdyoya yetiştirilecekti. Orada montaj masasında biri kesip biçecek, rejinin emrine sunacaktı. Rejisör de talimat verip yayınlayacaktı.
Hepsini mısır püskülü saçlı, hafif çilli, tek kulağı küpeli, burnu hızmalı, olağanüstü sevimli genç bir kadın tek başına halletmişti…
Ekipte olması gereken ancak artık yapacakları iş kalmamış olan beş altı kişi işlevsiz kalmıştı.
Son cümle "yakında işsiz kalacak" diye tamamlanır.
Görsel medya ile fazla oyalanmadan geçecektim ama çenem düştü ve yine nokta koymam gereken uzunluğa ulaştım.
Oysa görsel medya faslını kısa kesip internet gazetelerinden söz edecektim. Ama yer kalmadı.
Hoşgörün, Yarın pehlivan tefrikasına döndürdüğüm bu medya öyküsünü tamam edeceğim.
Söz…