Ey okur, dün gece kötü geçti; zor geçti.
Benim yaşımda anılar denizinde kulaç atmak tehlikelidir. İçin acır. Acıdı da…
Dört parmak konyak, kocaman bir tas kahve. Pipo ağızda emzik gibi. Ağzının içi sanki pas tutmuş. Bakır tadı…
Neredeyse sabah ezanı okunacak…
Dur, dur… Sabah ezanı mı dedin sen?
Dön bakalım 53 yıl öncesine…
Hukuk öğrencisi Aydın Engin, İngiliz Filolojisi öğrencisi Tuncel Kurtiz, üniversitenin amatör tiyatrosunda iki tiyatro tutkunu.
Beyoğlu’nda, Sakızağacı Caddesi’nde, Abanoz Sokak’tan dört beş ev önce, çok yoksul bir öğrenci evi. Bir oda, bir salon. Şarapların en ucuzu, Mutuk şarabı ve Sartre ve Camus ve Turgut Uyar ve Edip Cansever…
Gece bitti bitecek. Artık yorulduk. Yataklarımızda değil, o halının üstünde, ben kılıfı delik deşik kanapede uyuduk. Hayır. Uyuyakaldık…
Uyandırıldık. Hayır. Evde başka biri yok. Ama komşu kiliseden çan sesleri yükseliyor.
Aydın Engin mırıldanır gibi konuştu:
- Sabahların en Müslümanında bir kilise çanı uyandırdı bizi…
1960 Ramazanının ilk günüydü.
Halının üstünden kalın kalın güldü:
- Dedim sana, sen yazmalısın. Sende o maya var… Oyun yaz mesela… Sen yaz ben oynayayım… Yıllar sonra oyunlar yazdım, o da oynadı…
* * *
Para yok. İş buldular (Ben buldum). İETT adına her akşam Dolmabahçe’den Sarıyer’e yayan yürünecek ve yanmayan sokak lambaları not edilip rapor edilecek. Günde 7.5 lira. İyi para. Mutuk şarabı 115 kuruş. 25 kuruş şişe depozitosu…
- Bütün lambalar yanıyorsa bizim işe son verirler mi ?
- Verirler valla…
Çare?
Hiiiiiççç… Beşiktaş – Ortaköy arasında iki, Büyükdere – Sarıyer arasında dört sokak lambası attığımız taşlarla kırıldı ve yanmayan altı lamba rapor edildi. Bizi bir süre daha işten çıkarmadılar. Günde 7.5 lira. İyi para. Mutuk şarabı 115, şişe depozitosu 25 kuruş.
* * *
Ha bire okuyorlar. En çok da tiyatro oyunları.
Eugene O’Neill’den Büyük Allah Brown, Elektra’ya Yas Yaraşır, Kahvaltıdan Önce, Karaağaçlar Altında… Tennese Williams’dan İhtiras Tramvayı… Arthur Miller’in Satıcının Ölümü…
- Satıcının Ölümü’nü sen sahneye koy. Ben küçük oğlanı oynayacağım. O bir loser (=Kaybeden)…
- Sen de mi bir losersın?
- Hayır ben oyuncuyum…
* * *
Okudukları elbet salt tiyatro oyunları değil.
Aydın Engin Herbert Spencer’in başyapıtını yutar gibi, içer gibi okuyor: İlk Prensipler…
Kitap gencecik Egeli delikanlı için pek ağır. Anlıyor; ancak yarım yamalak. Ama o yaşta yarım yamalak anlaşılan kitaplar üstüne de saatler boyu konuşulur.
Tuncel Kurtiz’in elinde ise Jack London’un otobiyografik romanı: Martin Eden
Aydın Engin uzun uzun konuşuyor. Agnostisizm (=Bilinemezcilik) üstüne döktürdükçe döktürüyor. Üstelik karman çorman döktürüyor ve döktürdükleri pek sıkıcı.
Tuncel Kurtiz kestirmeden gider. Gitti de. Martin Eden’den aktarıyor:
- Bilinmeyenden başka tanrı yoktur ve Herbert Sencer onun peygamberidir…
Kalın kafalı sayıyordun onu değil mi? Bak agnostisizmi senden daha iyi anlattı. hem de tek cümlede… (Teselli: Olsun. O cümle onun değil ki, Jack London’un. Hah, hah !..)
* * *
Ergin Sander (Sanırım tanımazsınız) henüz para kazanmaya soyunmamış. Şiir yazıyor. İyi şiirler yazıyor:
„Çağ bizi yendi yorgunuz / Çağ bizi yendi yorgunuz…“
Tuncel Kurtiz taşkın coşkuların adamı:
- Çok güzel be… Abi çok güzel be…
Aydın Engin’in soğukluğu tuttu:
- Daha çok genciz. Ben yirmi bir, sen yirmi beş. Niye yorulmuş olalım ki? Boş laf bu…
Cevap pek yalın:
- Anlamıyorsun… Laf değil ki o, şiir, şiir…
* * *
Arnavutköy’den Balıkçı Ali’nin sandalı ödünç alındı, çala kürek Boğaz geçilip Küçüksu koyuna gidildi. Orada Onat Kutlar ev kiralamış. Üstelik Kuzgun Acar da o günkü konuğu. Önce içildi ve şiir konuşuldu. Sonra edebiyat dünyasının ünlülerini peynir ekmek gibi harcayan dedikodular kaynatıldı.
Akşam oldu, karanlık bastı.
- Haydi artık yüzelim…
Dolunay.
Küçüksu koyunda dolunay büyüler.
Büyülendiler.
Gel de bugün gülme, dört adam denizin içinde, epey de açıkta, yalnız kafalar suyun dışında. Orada, o halde tutmuş şiir konuşuyorlar. Turgut Uyar’a laf edenin kafasına bastırıp suya batırıyorlar. Çok gülüyorlar. Gülerken su yutuyorlar… Boğaz’ın tuzlu suyu tatlı mı ne !..
* * *
Çok yıllar sonra, Berlin…
Bir tiyatro devi, Peter Brook bir ekip kuracak ve dünya turnesine çıkacak. Türkiye’den bir tiyatro devini de ekibe kattı.
Berlin karlar altında. Büyük bir avludan geçilerek girilen, neredeyse eşyasız bir evde yine buluştular. Peter Brook’un baştan çıkarıcı projesini, onun o projede girdiği ağır yükü konyak eşliğinde hem konuşuyor, hem tartışıyorlar. Hintli bir sahtekârı oynayacak. Şu bizim „Bul karoyu al parayı“ dediğimiz hileli oyunda enayilerin paralarını üten bir sahtekârı…
- Elimle mi, yüzümle mi oynamalıyım?
- Bence ellerinle… İlle de parmaklarınla…
- Ben de öyle düşündüm. Ama senin söylemen de iyi oldu. Evet ellerimle…
- Parmaklarınla…
- Evet, evet parmaklarımla…
Ey okur, görmeliydin, sadece parmaklarıyla, parmaklara sinsi, kurnaz hünerler yükleyip “Bul karoyu al parayı” oynattığı o sahneleri görmeliydiniz. Zor beğenir Peter Brook’un hayranlığını gözlerinden okumalıydınız…
Benim arkadaşım aktördü. İçgüdüleriyle oynayan bir aktör…
* * *
“Anılar denizinde kulaç atmak tehlikelidir“ dedim değil mi?
O öldü, ben yaşıyorum…
İçim acıyor...