Geçen Cumartesi yayınlanan "Yeşilçam itiraflarım" başlıklı mavra hiç beklenmedik bir ilgi gördü. Öyleyse bu hafta da devam edeyim.
Hem bu kez Yılmaz Güney'in vurdulu kırdılı, çoğu pek berbat filmlerle "Çirkin Kral" olup, sonra da gönlünün çektiği filmleri yapacak güce ulaşacağı yolda birlikte yürüdüğümüz günlerden bir mavra ile…
O oynadı, bazan kendi, bazan bir yönetmen filmi çekti, bana da senaryo yazmak düştü. Kendimizle dalga geçiyoruz, ben "kadrolu senarist", o da "Çirkin Kral".
Her iki terim de ondan. Ben sahiden ya da adeta "kadrolu"yum. Çünkü senaryo yazayım yazmayayım her ay 2.000 TL alıyorum. O günlerde asgari ücret yanılmıyorsam 490 lira.
Yani benim için bolluk bereket yılları. Yılmaz Güney içinse hemen her dakika kafasında evirip çevirip, sesli düşünüp olgunlaştırdığı "Gerçek Yılmaz Güney filmleri"ne (Yol, Umut, Arkadaş, Sürü, Duvar) hazırlık yılları. Yani senaryosunu da kendi tasarlayıp, kendi yönettiği ya da yönetmene sahne sahne anlattığı ve "kadrolu senarist" başka yollarda yürümeye başladığı için hiçbirinde tuzu bulunmayan filmlerin onun kafasında doğum sancıları çekmeye başladığı yıllar…
Yılmaz Güney'in bütün dünyası, neredeyse yaşamının her anı, her dakikası sinema idi. Alışılmış bir sinemacı değildi.
Ya da sinemacının hasıydı ve sinema onun için önce görüntüydü.
Önce görüntü…
Pattadanak konuya girdi:
- Bak şimdi abicim. Bir adam var. At hırsızı.
- O dediğin kovboy filmlerinde olur. Bizde nasıl olacak?
- Bilmem, o senin işin. Adı Banoş.
- Banoş? Böyle bir adı ben hiç duymadım.
- Ben duydum. Dolapdere'den arabayla geçerken çocuklardan biri, arkadaşını böyle çağırıyordu: Banoş… Tamam mı?
- Değil, ama tamam diyelim. Sonra?..
- Şimdi, ağanın kız Paris'te okuyormuş, tatile gelmiş, ağanın çiftliğinde. Kız çok güzel….
- Kim oynayacak?
- Semiramis Pekkan…
- Tamam, güzelmiş. Devam edelim…
- Şimdi, komşu ağanın oğulları kıza hayran. Onu şey etmek için çiçeklerle hoş geldine gidiyorlar. Banoş bunu görüyor tabii…
- Tabii…
- Tabii. O ne yapıyor?
- O da çiçek götürüyor.
- Senaryo öyle olsun da çöpe atalım. Şimdi dinle. Kız odasında uyurken Banoş çiçeğe durmuş bir zerdali fidanını söküp, kızın odasında, yatağın yanına dikiyor.
Eh, bizimki iyiden iyiye uçtu. Fidanı nasıl söktü, kızın odasına nereden girdi, pencereden girdiyse fidanı pencereye nasıl sığdırdı? Bunları sormanın anlamı yok artık. Zaten onun dinlediği ve dinleyeceği de yok. Gözleri çakmak çakmak anlatıyor:
- Şimdi abicim, zerdali fidanının çiçekleri arasından kızın yüzünü görüyoruz. Kız uyuyor. Sonra yavaşça gözlerini açıyor. Tak açı değiştiriyoruz. Kızın gözünden zerdali çiçekleri arasından gün ışıklarını görüyoruz, orada belli belirsiz Banoş. Sonra tak açı değiştiriyoruz. Zerdali çiçekleri arasından kızı görüyoruz. Kız mutlu gülümsüyor…
- Devam. Sonra?..
- Sonrası bende yok. Başı da, sonu da senin işin artık…
Tamam pencereden vuran gün ışığını zerdali çiçekleri arasından görmek, sonra o çiçeklerin arasından kızın yüzünü görmek sahiden sinema dilinde güzel, şiir yüklü görüntüler. Zaten bizimkini de öncelikle görüntüler ilgilendiriyor.
Yine de içi rahat etmemiş. Ertesi gün yeniden buluştuk.
- Finalde komşu ağanın oğlu ile adamları kızı kaçırıyorlar ama Banoş yetişip kızı kurtarıyor. Silahlar filan yani. Komşu ağanın oğlunu da, adamlarını da Banoş haklıyor. Nasıl iyi değil mi?
Birçok filmde benzeri anları yaşadığımız için, itiraz etmenin de, olumsuzlanmanın da alemi yok. Benim işim bu görüntülerden bir film senaryosu çıkarmak.
Biraz zorlandım ama bir senaryo çıkardım. Okudu. Beğendi.
- Ben mekan bakmaya gideceğim. Hadi sen de gel. Dönüşte Polonezköy'de yemek yer, kafa çekeriz…
Teklif baştan çıkarıcı. Kameraman Cengiz (Batuhan?) de bize katıldı, Şile yönünde dış sahneler için yer bakmaya gittik. Cumhuriyet köyü yakınlarında, çevresi ağaçlı boş bir alana İstanbul'a su getirmek için kullanılacak onlarca, belki yüzlerce boru yığılmış. Her biri beş hatta on metre uzunluğunda, 90 santim çapında borular. Bizimkinin gözleri parladı:
- Şimdi bak, finaldeki dövüş sahnesi var ya, burada çekeriz. Banoş silahını çeker, boruların içinde döne döne ateş ederek komşu ağanın oğlunu da adamlarını da haklar. Kamera onu borunun içinde ateş edip döne döne ilerlerken görür. Nasıl?
Evet yine görüntü ve yine onun kıskanılası sinema dili.
Akşamına Polonezköy'de güzel bir yemek yedik.
Birkaç gün sonra film çekimi başladı. Başka işlerim var. Ben film setine gitmedim... Zaten benim işim değil.
Birkaç hafta sonra haber saldı.
- Çekim bitti. Kaba montajı da bitirdim. İnce montaj için yarın stüdyoya gireceğim. Sen de gel istersen. Akşama da….
Anlaşıldı. Teklif yine baştan çıkarıcı.
Ertesi gün buluştuk. Stüdyoya girdik. Kaba montaj dedikleri, filmin genel akışı yapılmış demek. İnce montaj ise görüntülerdeki çapakları, fazlalıkları filan ayıklamak demek. Sonra müzik döşenecek ve seslendirme yapılacak, ondan da sonra film gösterime girmek üzere dağıtıma sokulacak falan…
Senaryoyu bildiğim için akışı biliyorum. Ama kaba montajda bile keyifli ve merakla izlenecek bir film olduğu belli oluyor. Hele Banoş'un boruların içinde döne döne ağanın oğlunu ve adamlarını hakladığı sahne değme Hollywood sahnesine taş çıkartır.
Ayrıca ağanın kızı da sahiden pek güzel. Üstünde beyaz ve zarif bir elbise ile gelin gibi. Bir duvağı eksik.
Derken filmin en sonuna geldik.
Senarist ne olacağını biliyor. Ağanın oğlunu ve dört adamını birer birer haklayan Banoş ile kız el ele tutuşup yürüyecekler ve mutlu son olacak.
Aaa, o da ne?
Banoş'un yere serdiği komşu ağanın hain oğlu, can havliyle silahını çekiyor. Onu gören kız "Hayııııır!" diye haykırarak Banoş'un önüne geçiyor. İlk mermi onu yere seriyor. İkinci mermi Banoş'a. Banoş'un vurulmasına rağmen çektiği silahından çıkan mermi ise komşu ağanın oğlunun işini kesin olarak bitiriyor.
Sonra papatya tarlasına dönmüş alanda yan yana ve el ele yere düşmüş Banoş ve kız. Kızın beyaz elbisesi ve Banoş'un beyaz gömleği kana bulanmış.
Perdede "Son" yazısı beliriyor.
Kadrolu senarist neredeyse bağırdı:
- Bu ne lan? Oğlum hani mutlu sonda oluyordu…
Öteki boynunu büküyor:
- Evet öyle anlaşmıştık. Ama çekim o gün epey uzadı. Akşam güneşi indi inecek... El ele tutuşturup güneşe doğru yürüttüm. Sonra bir de bu seyrettiğin halini çektim. Işık çok kederliydi biliyor musun? Sarı papatyalar içinde beyaz elbiseleri kana bulanmış iki sevgili çok güzel, çok şiirli bir görüntüydü.
Valla doğru. Çok şiirli bir görüntüydü.
Ama bununla da kalmadı, güldü ve ekledi:
- Hem ben sana bir şey söyleyeyim mi, o beraberlik yürümezdi. Düşün biri Paris'lerde okuyan, ağa kızı, öteki at hırsızı. Yani sınıfsal olarak yürümezdi. Böylesi daha iyi oldu bence. Haksız mıyım?
Ne diyeyim? Haklıydı.
Böylece soruna ve konuya ve Yeşilçam'a "sınıfsal bakış açısını" da sokmuş olduk.
Yılmaz Güney'in Çirkin Kral dönemi ile "kadrolu senarist"in maceralarından birini, sadece birini okudunuz.
Bu haftanın mavrası da burada noktalandı.
Gelelim geçen haftaki "mavra"nın sonuna eklenmiş armağana. Flash Mob denen müzik gösterisinde Beethoven'in "Ode an die Freude"si beni şaşırtan ve sevindiren bir ilgi gördü.
O yüzden bu hafta da bir Flash Mob armağan ediyorum. Ancak bu kez müziğin tadını çıkarmanız için değil. O tadı çıkarın ama asıl "Daha güzel bir dünya"nın mümkün olduğuna ilişkin iyiden iyiye zayıfladını sandığım umudunuz yeniden yeşersin ve…
Ve içiniz yıkansın diye.
Başka ipucu yok. Bilgisayarınızın sesini ayarlayın, arkanıza yaslanın ve tıklayın: