Benim yazma ödevime karşılık onların da tepkilerini ifade etme hakları olduğunu düşündüm ve “Dedim-dedin” açmazının tuzaklarından uzak durdum. Bu tutumumu değiştirecek değilim.
Siyasal tartışmada “Siperde çömeldin – çömelmedin”den “Ağladın – ağlamadın rol yaptın” düzeyine geçtik. Anayasa referandumu tartışması ise “Evet diyorsun, vay AKP yalağı – Hayır diyorsun, vay Ergenekoncu” derinliğinde(!) sürüp gitmekte. Bu tartışmanın bir parçası olmayı ben anlamlı bulmuyorum. Umarım siz de... Buna karşılık “Milliyetçilik üstüne” başlıklı dünkü Tırmık’ın altındaki “Yorum yaz” kutusuna gelen okur tepkilerini hem sevindirici, hem yararlı buluyorum. Keşki günübirlik siyasetin sığ sularından çıkıp Türkiye’nin geleceğini belirlemekte katkılı olabilecek daha derin, daha çetrefil ama çok çok daha önemli tartışmalarda yazar-okur ilişkisini yoğunlaştırabilsek. Okur sanırım farkındadır. Bugüne dek “yorum yaz” kutusuna yazanlarla doğrudan bir tartışmaya girmedim. Benim yazma ödevime karşılık onların da tepkilerini ifade etme hakları olduğunu düşündüm ve “Dedim-dedin” açmazının tuzaklarından uzak durdum. Bu tutumumu değiştirecek değilim. O kutucuğu sövüp sayma, olmadı laf sokuşturma olarak kullananlara ise cevap yazılmasına zaten sizler de izin vermezsiniz (sanırım). Aslında bugün, dünkü yazının devamını oluşturacak bir Tırmık yazma niyetindeydim. Ama dünkü “Milliyetçilik Üstüne”ye gelen tepkilerden ikisine bugün cevap verip, emperyalizm ve küreselleşme olgusu üstüne verimli bir tartışmaya ebelik edeceğini sandığım yazıyı bir başka güne (belki de yarına) bırakalım. Mutabık mıyız? Tamam öyleyse... * * * Okur aynen şöyle yazmış: “Şu anda görünen o ki, ulusalcılık emperyalist saldırganlara karşı tek ilaçtır. Onun da etkisi kırılırsa, o kudurmuş saldırganlıklara neye dayanıp karşılık verecek savunmadakiler. Sakın sosyalist enternasyonel, uluslararası dayanışma filan demeyin...” Bu okur keşki şu dört satırı, hele hele “...ulusalcılık emperyalist saldırganlara karşı tek ilaçtır” cümleciğini yazmadan önce biraz daha düşünseydi... Kafamızda ve sadece kafamızda var olan maksimalist fikirlere değil hayatın kendisine, ülkemizdeki gerçeklere ve gerçek kurumlara bakmamız gerekmiyor mu? Bugün Türkiye’de ulusalcı çizginin en sağlam dayanağı olarak görülen Türk Silahlı Kuvvetleri’nin tepelerinden, ulusalcı siyasal örgütlenmenin ana eksenini oluşturan CHP’den, milliyetçiliği (yani ulusalcılığı) yıllarca tekelinde tutmaya çalışan MHP’den, ulusalcı güçlerin içtenlikle savundukları yüksek yargı kurumlarından, Türkiye’nin bir NATO üyesi olmasına bir itiraz duyanınız oldu mu? 27 Mayıs’ı ülkeye ve dünyaya duyuran bildiri acaba neden “NATO’ya ve CENTO’ya bağlıyız” diye başlıyordu. Ordunun en tepelerine yükselebilmek için yürünmesi gereken yolda niye NATO merkezlerinde ve ABD’de eğitim görmek gibi yazılı olmayan bir koşul vardır? E peki, NATO emperyalizmin askeri örgütlenmesi değil mi? NATO bugün küreselleşme aşamasına atlayan finans kapitalizminin dünya jandarması rolüne dönüşme hazırlığında değil mi? Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bazı birlikleri Afganistan’da sahiden yoksul Afgan halkına hizmet için mi orada, yoksa Asya’nın zengin petrol ve doğal gaz kaynaklarının (yani sanayiin candamarı enerjinin) sıcak denizlere sorunsuz ve güvenlik içinde inmesini sağlayacak bir küresel operasyonun parçası olarak mı orada? Türkiye’de ulusal siyasi hareketin sembol ve saygın adı Bülent Ecevit, IMF ile anlaşma sağladıktan sonra bize dönüp ”Tünelin ucundaki ışık göründü” müjdesini olanca içtenliğiyle verirken IMF’nin emperyalizmin finans jandarması olduğunu bilmiyor muydu? Ulusalcılığı (=milliyetçiliği) CHP’nin temel siyaseti haline getiren Baykal, AKP Hükümeti IMF ile anlaşmakta ayak sürüdüğünde, bu anlaşmanın yapılması gereğini bangır bangır haykırırken ordunun, yüksek yargının, ulusalcı kurum ve kuruluşların tepesinden, ulusalcı medyanın baronlarından herhangi bir itiraz gelmemesi nasıl açıklanacak? “Bütün bu kurumlar ve kişiler aslında ulusalcı değildir, onlar ulusalcı gibi görünerek takiye yapıyor” diyecek değiliz herhalde? O halde ulusalcılık nasıl oluyor da “emperyalist saldırgınlığa karşı tek ilaç” olabiliyor? Umarım okurum, o yazdıklarını bir kez daha gözden geçirecektir... Deyip bir başka okura geçelim. Şöyle yazmış: “...Fransa’da, Almanya’da hatta İskandinav Ülkelerin’de ulusalcı olmayan güçlü sosyalist kurumlar var mı? Yazınız, görmüş geçirmiş bir gazetecininkinden çok, bir liseli/üniversitelinin yazısı gibi duruyor!” Benim birikimim liseli/üniversiteli düzeyini aşmayabilir. Büyüyünce (Daha çok gencim) bu kusurlarımı gideririm inşaallah. Ama ilk cümlenizdeki soru biraz tuhaf değil mi? Evet, Fransa’da, Almanya’da, hatta İskandinav Ülkeleri’nde ulusalcı olmayan güçlü sosyalist kurumlar var! Almanya’da federal parlamentoda 76 milletvekili ile temsil edilen Die Linke, ‘Programatik Köşetaşları’ adlı resmi belgesinde milliyetçiliği (ulusalcılığı) kesin ve açık bir dille gericilik olarak niteler ve reddeder. Keza ülkenin ikinci (bazan birinci) büyük partisi SPD (Sosyal Demokrat Parti) de milliyetçiliği programatik olarak reddeder... Fransa’da gerek Fransız Komünist Partisi, gerek Sosyalist Parti ulusalcılığı reddeden ilkeleri programlarına yazacak kadar açık seçik tutum almışlardır. İskandinavya’ya hiç girmeyelim isterseniz. İsveç sosyal demokratları (komünistleri değil, sosyal demokratları) ülkenin en büyük partilerinden biri olarak bir kaç ay önce, ülkede yükselen aşırı sağ akımların (faşist çizgideki ırkçılığın) İsveç’te ulusalcı çizgiyi utangaç da olsa savunan merkez sağ ve merkez partilerin “rahminde döllendiğini” belirtti. Sol Sosyalist Parti (Komünist partisi olarak anlayın) ise zaten başından beri ulusalcılığı hiç tartışmasız reddeden bir siyasal örgüt. Yani evet, Fransa’da, Almanya’da, hatta İskandinav Ülkeleri’nde ulusalcı olmayan güçlü sosyalist kurumlar var! * * * Laf uzadı, o uzayınca yazı uzadı... Bugünlük bu kadar...