"Birinin ruhunun içinde neler olup bittiğini öğrenmek için,Onun rüyalarına bakmak gerek. O rüyalarını gözlerinde taşıyordu."
Böyle der Ethem Baran, Evlerimiz Poyraza Bakar'da Neşet Ertaş'a ithaf ettiği Söylerim Sözüm Almıyor hikâyesinde. Kimin gözleri dolmaz, kimin yüreği kabarmaz ki, içli bir ezgiyi, dertli bir türküyü duyduğu zaman… Okumak, bir başına kalmaktır. Yazmak da… Yalnız insana acımasız davranmamalı. Öyle ya, kimse kimsenin gözlerine bakmıyor ki, görsün içinden geçenleri. Ethem Baran, böyle söyletir kitaplarını. Kitabın içine acımayı koyar, merhamet etsinler diye, merhamet etmeyi bilsinler diye, okuyanlar birbirlerine. Kimi yazarlar içini parçalar okurun. Fakat önce kendi içini parçalaması gerek. En çok da bu yüzden yazmak, insanın kendi etini iplik iplik etmesidir. Okurun içini parçalayan da bu olsa gerek. Ve açılıp kapanır insanın hafızası, savrulup duran üst üste binlerce tül perde gibi. Kederini eksik etmez. Tütün sardırır, türkü söyletir. Ve bunca kederden söz ederken, yazmadaki tekniğinin kontrolünü de hiç kaybetmez. 'Dil varlığın evidir' böylece dilin evini de dağıtmaz, talan etmez. Ve o eve eli boş da girmez. O evde kalbini de bırakır çıkarken. Karanlık, boğucu bir melankoliye de düşmez. Düşürmez. Bazıları bir hezeyandır, kapılır kendi üslubuna. Kaybeder anlamını bütün kelimeler, bütün hikâye bir anda.
Ethem Baran, yazarken içinden konuşanlardan. Bir iç konuşma kadar kusursuz bir başka karakter oluşturma yoktur ki, bozulmasın. Söyleyeceğini mutlaka söyler topluma aile üzerinden, birey üzerinden. Ağzından türküsü düşmez karakterlerini konuşturur. Ve onları kendi kültürleriyle, kendi coğrafyalarıyla, kendi ağızlarıyla yaşatır. Bir mahallenin bir köşesinde, sanki uluorta bir yerde apaçık bir şeymiş gibi bir aile hikâyesini, toplumun kendini eleştirmekten kaçtığı her şeyi… Belki bir Batılı olsaydı, bir evin loş ışığının bu kadar yakıcı olduğunu böyle ayrıntılı anlatamazdı. Ethem Baran, ne bir Batılı ne de bir Şarklı. O yazarken, kendi olmaya şartlı. Bozkırın kalbinde kelimeleri doğru yerlerde, doğru biçimlerde söyletebilen bir bozlak bence... Baran türkü söylemiyor, ama kitapları bir bozlağın sesiyle akıyor. Ben o sesi duyuyorum. Sesi, bazı geceler, ben küçük bir çocukken, avluda bir dut ağacının altında bana hikâyeler anlatan dedemin hikâyelerine, dedemin sesine benziyor. Kiminin sesi gür olur, kiminin metinleri. Öyle ya, herkes türkü söyleyecek diye bir şey yok. Evlerimiz Poyraza Bakar'daki on iki hikâyenin her biri ayrı ayrı işlenmiş bir iç gergef. Bana bunu söyleten karakterlerin her birinin iç dünyasına bütün derinliğince girmiş olmaktan kaçınmamış olması. Bir yazar için çok zor şeydir, bir kitap boyunca birbirine hiç benzemeyen pek çok karakteri derinliğince öne çıkarması. Böylece hiçbiri birbirinden geride kalmıyor. Ve tüm hikâyeler aynı anda öncelikli bir hale geliyor. Biri diğerini edebi değer olarak asla geride bırakmıyor. Ne kadar bölünürse bölünsün, bir ekmek gibi her lokmada aynı tadı veriyor ve her lokmada başka bir biçimde ele geliyor. Galiba 'ustalık' diye, buna deniyor. Bu ustalık daha sonra 66. Sait Faik Hikâye Armağanı ile de taçlandı, ne mutlu ona.
Hayatlarımız yeniden aradığımız, bulduğumuzda sevindiğimiz, şaşırdığımız, görünür-anlaşılır diye sırlarımız, utandığımız ve sustuğumuz kitaplardadır hep. Ardına bakmadan koşup dünyadan çıkmaya meyilli biri olarak çarpıldığım kitaplarından biri de Dönüşsüz Yolculuklar Kitabı'dır. Kitabın içinde kitap, kitabın içinde bir dönem filmi, kitabın içindeki hayat gibi… Sıradan, gündelik yaşantımızın içinde hiç farkına varamadığımız, basite indirgediğimiz, ciddiye almadığımız, hissetmediğimiz zamanlar etrafında örmüş kendini. Aslında bütün sıradan şeyler gibi merkezinde dilin oluşturduğu çekim gücüyle çağırıyor okuru. Taşranın kendiliğini, taşranın kendi diliyle aktarıyor. Çünkü yazar içinde hep bir taşralı yaşatıyor. Ve o taşralı bazen şehre de iniyor. Baran'ın kendi deyimiyle aslında artık her yer taşra olduğu için aslında. Kalbini ve kendi gözlerinin gördüğü, hissettiği şeyleri geliştikçe ilkelleşen bu dünyadan uzak tutuyor. Artık çağ kendi olmaktan utananların çağı. İnsan nasıl da hasretlik çekiyor böylesi bir dille işlenmiş öykülere, hikâyelere. Ethem Baran öyküleri, hikâyeleri bitince okuruna 'insan aranıyor!' dedirten bir öykücü. Böyle kitaplarda insan hem kendini arıyor, hem sevdiklerini. Ben bu hayatta en çok annemi sevdim. Bunu ona hiç söylemedim, hiç belli de etmedim. Ethem Baran kitaplarında ben en çok anne karakterlerine içlendin bu yüzden hep. En çok da bu yüzden, bütün kız babaları gibi Ethem Baran da, anneye düşkün her adam gibi anneliği, kadın olmanın derdini kimi karakterlerinde biraz daha yüksek, biraz daha görünür işlemiş. Dönüşsüz Yolculuklar Kitabı'ndaki gibi. Ne de olsa kültürümüzde 'anne' kelimesi merhametten, 'baba' kelimesi öfkeden türemiş gibidir.
Bir kitaptan söz etmek gerektiğinde, ben o kitabın ne anlattığına değil, nasıl anlattığına bakanlardanım. Şöyle bir iğne ucuyla yüreğimi dürtüp dürtmediğine bakarım. Baran, feminist bir yazar değil elbette. Benim onun için kullanabileceğim ideolojik bir tanımlama olmak zorunda olsaydı, 'hümanist' derdim. Fakat hakkı yenmez korumacı-eğitmen bir dil kullandığını belirtmemek büyük haksızlık olurdu. Bu kitabında Çamlık Palas adlı öyküde geçen "Kızlar kahve içmez" cümlesi alelade bir cümle değildir bu öykü içinde. O cümle tek başına da, bütünüyle birlikte de bir eleştiri cümlesidir. Kendine toplumsal mesele arayanlar için özellikle. Ayrımcılığın evde de toplumda da nasıl yön tayin ettiğinin küçük, basit ama apaçık bir örneği. Metne ruhunu veren ayrıntıcılığı, cümleleri geniş ve basit şekillendirmenin içinde anlaşılmaz bir derinlik, kinaye, hüzün, isyan barındırır. Ve Tanrı inancı yüzünden bütün bunları yine kendi içinde yatıştırır. Ethem Baran, kendi için ve yazanlar için yazmanın on bir kuralından söz eder. Bunlardan birinde, "Ayrıntılar metnin ruhudur, sizi üslup sahibi yapan da budur" der.
Ocakta kaynayan cezvenin, açılınca gıcırdayan kapının sesini, bulutların insanın üzerinde dolaşırkenki genişliğini dille ifade etmede büyük başarılıdır. Bir evde bir misafirin gördüklerini, gördüğünü ev sahibi de bilir. Ve kullandığı her kelimenin muhtevasında bu derin işçiliği gösterir. Öyle içine alır ki okuru kitabın, ben de kapılanlardanım böyle çağrılara. Öyle kapılmıştım ki, Emanet Gölgeler Defteri adlı kitabında gergef işleyen kızın yanında oturmuştum, öylece beş dakika. İnsanın çok uzun yıllar ve üst üste çok kere reddedilmesi yüzünden kabullenildiğini kabullenemeyişinin tavrıdır bu roman. Roman boyunca bütün konuşmayı aslında görünürde olmayan bir üçüncü kişi yapıyor ve bu kişi yazarın kendisi de değil. İç sesi. İç belleği. Temiz bir levha gibi ilk aldığı çiziği hiç unutmayan ve hep bir devin ağzıyla konuşan çocukluğun kendisi. Daha başında dile getirdiğim 'yalnız insana acımasız davranmak'ın eleştirisidir de aynı zamanda. Edebiyat politik olmak için en esaslı kulvardır bence. Apolitik bir öykünün ne hayatla, ne de insanla bir alakası yoktur. Belki şaşırtıcı gelebilir, fakat hümanizm bile politik bir tavırdır. Anlattığı dönemin tasvirinde kullandığı giyim-kuşam tarzı, kendinden ve yurdundan uzaklaşma isteği, filmler de bunun bir parçasıdır.
Yazı icat olmayaydı, kim bilir Tanrı ne yapardı… Yazı olmasaydı, ne fotoğraf olurdu, ne de sinema. Bütün insanlar kayıt altında tutmak istiyor çünkü yaşantısını. Yaşamak, kalbin akılla harmanı… İnsan hissetmek istiyor bütün yağmurları, bütün rüzgârları. Sahi, insana sabrı veren kelimeler… Kelimeler olmayaydı, insan ne yapardı? Haykırsa, çıkardığı sesler ne anlama gelirdi, yürüyüp gitse nereye kadar? Mutlak o ki, bir kitap bitince, bir başka kitap yeniden başladığında, her şey yeniden başlardı. Tıpkı her ölümle dünyaya açılan bir kapıdan birinin yeniden yeryüzüne inmesi gibi. Bulut Bulut Üstüne de tıpkı böyle gelmiştir dile. Tanrıya kırgın herkes bilir, Tanrı'nın gözleri hep üzerimizdedir. Ustalık o ki, yazdıklarında görünmez kılmaktır kendini. Bu hakikat değil, kurgu değil. İnsan böyle öyküleri nereye koyacağını, insan böylesi öykülerde kendini kimin yerine nasıl koyacağını bilemiyor ilk etapta. Bulut Bulut Üstüne yaşamı boyunca kendine bir hayat kuramayanların, kurulu bir hayatın içinde bir odaya bile sahip olamayanların kitabıdır belki de.
Ayfer Feriha Nujen kimdir? Ayfer Feriha Nujen; yazar, sosyolog ve mühendistir. İlk şiirleri 14 yaşından itibaren Taflan, Berfin Bahar, Varlık, Sincan İstasyonu, Üç Nokta, Kaçak Yayın, Deliler Teknesi, Az Edebiyat, Yokluk, Forum Edebiyat, Evvel Fanzin, Amargi gibi dergi ve edebiyat sitelerinde yayımlandı. Pek çok alanda ve türde çalışmalar yaptı. Halen T24'te haftalık yazılar yazmaktadır. Bedenim Mezarımdır Benim, Yüzü Avuçlarında Solgun Bir Gül, Aşkın 7. Harikası Tac Mahal, Ay İle Güneş Arasında, Duasız Ölüler, Şairin Kara Kutusu/ Nilgün Marmara, Kırağı/Seyhan Erözçelik Şiirine Bodoslama, Öteki Cins Şair, Ey Arş, Sıkıştır! yayımlanmış bazı kitaplarıdır. Yazmayı ve çeviriler yapmayı sürdürmektedir. İstanbul'a bağlı bir kasabada yaşamını sürdürmektedir. |