Dünya bana hep utanç duyulacak bir yer gibi gelmiştir. Sen utanılacak hiçbir şey yapmamış olsan bile.
Kitapların doğru şeyler anlattığı, televizyonların akıllı nesneler olduğu ve gazetecilerin, akademisyenlerin, yazanların namuslu insanlar olduğu günler kapanmış bilgeler çağı gibi duruyor, ellerimizle kapattığımız gözlerimizin içinde. Her şey bozuldu artık. Dünya bozuk bir simülatör gibi ona bakınca bile döndürüyor başımızı. Üstelik eksen kayması mecazen değil, reel olarak da gerçekleşti. Çağdaşlarıma bakıyorum da -yaşıtlarıma- bazen -şimdi yazmaya başladığım- o dönemin son tanıkları gibiyiz sanki. O nesli görmüş, duymuş, o neslin öğrencileri gibi yetişmiş gibiyiz; o zamanki televizyonların, gazetelerin, kitapların karşısında. Her sabah bir gazete köşesinde ya da o gazetecilerden, akademisyenlerden, yazanlardan birine ait kitaplarda, o az gelişmiş günlerde bile duyumsadığımız geleceğin kaygılarını bize verdikleri güvenle bastırırmışız meğer. Ben sanıyorum ki, bugün böyle geniş düşünebiliyor olmamın ya da cesaret mi derler ne derler, bu korkusuzluğu sanırım daha o günler onlardan almış gibi hissediyorum. Dünyanın en salak koalisyonlarını sandıklardan çıkaran bir ülkenin çocuğu olmaya da alıştım ama insan yetişip de bir birey olduğunu anladığı zaman neden herkesin 'kendine ait' bir beyni olduğunu da daha iyi anlıyor. İnsanlar farkında mı bilmiyorum ama hâlâ bir koalisyon yönetiyor dünyamızı, yaşantılarımızı. Öyle bir yönetim biçimi ki bu algımıza da sirayet etmek istiyor, vurulmuş da göğsü bir avcının bıçağıyla açılmış bir hayvanın kalbini ellerine almak isteyenlerin, insandan ruhunu bile almak isteyenlerin dayatma biçimiyle.
Ne kolay şey vatan haini ilan edilmek, yurduna hizmet ederken, insanın değeri, sözün değeri tartıları-terazileri bozan ellere karşı gelirken… Nasıl bir tarih ki işlemiş kendini bunca göz sahibi insan içinde kanlı bir gergef gibi 'tarih bilgisi' diye. Küçücük çocuklardan katiller yarattılar ve öyle de gelişsinler diye onları pek muntazam çatılar altında çiğ etle, sıcak insan kanıyla beslediler. Korkunun ecele faydası yok, insan hayattayken söylemeli söylemesi gereken her şeyi. Kimsenin hayatı kimsenin oyuncağı, tahakküm alanı değildir, olmamalı. Hele ki bir halkın kaderi bu kadar kolay karanlığa teslim edilmemeli. Çünkü başka bir hayat yok. 'Muhalefet' dediklerinde oyununu bozamadığı tarafın şeklini alan yapılardan başka bir şey görmüyorum. Halk ayaklanmaları, yırtılmış fay hatları, doğal felaketler, isyanlar, savaşlar, salgınlar, kadın cinayetleri, çocuk istismarı, yolsuzluklar, hırsızlıklar, haksızlıklar, haksızlıklar, haksızlıklar… Bunların hiçbiri kendi kendine olmuyor. Bunların hepsi siyasal ve politik. Bir ağacın dallarının kırılması bile. Rüzgârın tersine esmesi, toprağın nefes alamayışı bile. İnsan kendi kendine ölmüyor artık.
Pek çok insan için edebiyat ve yazmak öylece akıp giden bir şey… Değil oysa. Olmamalı. Gazetecilikten, akademiden gelenlerin geliştirdiği, şekillendirdiği bir şeydir daha çok edebiyat. Temellendirilmiş bir bilgi, araştırılmış, çalışılmış toplumsal bir ödev ve tarih bilinci ile geliştirilmiş insanın varlıksal değerini ortaya koymuyorsa ne şiir, ne roman, ne gazete köşelerindeki metinler kötülüğü geliştirmekten başka hiçbir işe yaramaz. Çocukluğumun ateşi derim ben onlara. O dönemin yazanlarına, gazetecilerine, akademisyenlerine, şairlerine. Güven verirlerdi, güvenilirlerdi. Menfaat, çıkar, ödül, mevki, makam hiçbir şey satın alamazdı çünkü onları. Geceleri uykumuzu rahat uyurduk akil adamlar, akil kadınlar vardı o zamanlar çünkü. 'Toplumu yönetiyoruz' diye yontanlardan namusluydular. Eşitliği gerçek bir hukuk sistemi dâhilinde ancak olur bir şey olarak kabul ettikleri ve uygulansın diye çabaladıkları için belki de. Dünya o zamanlar da böyle dönüyor muydu neydi? Bir şeyler yolunda gitmeyi terk etti. Bir ülke, bir halk nedenini açıklayamadığı, faillerini bulamadığı ölümlere -suikastlere, cinayetlere- susarak tarih perdesini çekmeye başladı. Bu koca Osmanlı'da kardeş Sultanlar arasında da böyleydi, yeni bir şey değil tabii ama çağın seviyesi ve şuuru o günlerden çok daha geri bir perdenin arkasında şimdi. Her şey o perdenin arkasında kalıyor ama canlı, toplumun hafızasını ne yapsalar ne etseler geriye çağıran birer hayalet gibi. Defterler el değiştirse de hesaplar bugün hâlâ kapanmadı. Kapanmayacak da, insan her gün uyandığında yeniden hatırladığında her şeyi tarih gibi tekerrür ederek.
Sadece okumak da bir şeydir belki ama insana okuduğu kitaplar dünya ile ilgili ciddi ve gerçek geçerli bilgiler de aktarmalı. Bir hayal dünyasına hapsetmemeli insanı o kitaplar. İnsanın ölümüne yazdığı, ölümüne meydan okuduğu meseleler unutulmamalı. Çünkü ölenler unutmadıkları, unutmayı kabul etmedikleri için öldüler. Vuruldukları, öldürüldükleri yerlere bir kitap, bir karanfil bırakanlar da bana bazen o suikastlere ortakmış gibi gelirler. Yaklaşan tehlikenin insana verdiği tedirginliği hissetmiş ama buna müdahale etmedikleri için sanırım. Her şeyin önü alınabilirdi, her şeye mani olunabilirdi. Çünkü devletten büyük başka bir kurum yoktur hiçbir ülkede, hiçbir millete.
Sabahattin Ali Kuyucaklı Yusuf'ta iki üvey kardeşin aşkını anlatmıyordu sadece. Günün iktidarını, o günün yönetim biçimini anlatıyordu. İnsanın nasıl ziyan edildiğini... Bir canavara, bir katile nasıl çevrildiğini bir insanın. Musa Anter Hatıralarım'da öylece gelip geçen günleri anlatmıyordu, bir halkın bir parçası olarak çektiği zulmü, işkenceleri anlatıyordu. Kürt doğmuş olmanın ıslık çalarken bile bir bedeli olduğunu ve bunu ödemek zorunda kaldığını. Ümit Kaftancıoğlu, Çetin Emeç, Ahmet Taner Kışlalı, Bahriye Üçok, Abdi İpekçi, Hrant Dink, Necip Hablemitoğlu, Uğur Mumcu sadece kendi yaşam koşulları ve konforu için yazmıyorlardı. Bugün yazanlar, gazeteci kimliğiyle dolaşanlar gibi değillerdi. Bilirlerdi, her an bir yerde bir biçimde öldürülebileceklerini. İçimde bazen bir his belirir, böyle ölmekse bazen söz konusu, ölünür diye elbette. Çünkü insan ölünce, ayrılırken bu dünyadan, yanında sadece şerefini, haysiyetini götürebilir, ölmez bir tarih bırakarak da aynı zamanda ardında. Çünkü bir hesap kalır bu dünyada kapanmaz, biri çıkar gelir yakar o ateşi yeniden.
Bir toplum böyle çöker işte… Devletin yerini kaba kuvvet alır, susulur! Yasanın yerini din alır, korkulur! Yolsuzluklar, cinayetler birbirini izler, eller kollar bağlanıp götürülür.*
Bir ortaçağdan geçiyoruz, karanlık mı karanlık. Türkiye bir Orta Doğu ülkesi değildir, bir Avrupa ülkesi de olmadığı gibi. Bugün çocukların bile yetişkinlerden daha çok şeyin farkında olduğu yeni dünya ve eski dünya arasında bir geçit bu ülke. Buna rağmen temellerine kadar sızmıştır cehalet. Aslında buna cehalet de denmez. Ağzına bir parmak bal çalınmış herkesin sustuğu bir yer sadece. Fakat balın fazlası zarardır, bal yiyenler sanırım bunu bilmiyor. Pek çok yazan, gazeteci, akademisyen ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. Ölüm korkusu yüzünden mi? Hayır. Krallar, cüceler ve cellâtlar tarafından yönetilen hiçbir ülke sonsuz iktidar olarak ayakta kalmamıştır. Bunu ben söylemiyorum, Tanrı'nın kitapları da böyle söyler, insanların yazdığı kitaplar da. Hiçbir toplum acı eşiğini sonsuza kadar sineye çekmemiştir çünkü. Çekilmez ki. En başta tarih buna müsaade etmez. O tarih kalemini kim nasıl tutarsa tutsun, bu değişmez.
Bugün bile yurdundan çok uzakta gazeteciler, yazarlar, şairler, akademisyenler var. Hepsi Nazım gibi vatan haini ilan edildi, ama Nazım gibi bir şair yurdundan uzakta sürgünde öldü diye utançtan koca memleket yerin dibine girmişti. Hrant Dink vurulup düştüğü yerde herkesin ciğerini pare pare etmişti. 'Bir Ermeni öldü' diye sevinenler bile o gece vicdan sızısını duymuştur, ama nedense ölmemiştir. Toplumun bir inancı, bir dini varsa eğer ve bu bizim bildiğimiz din ve inançsa “kul hakkına girmek günahtır” bunu nasıl bilmezden gelirler? Dünyanın herhangi bir yerinde herhangi bir ülkesinde bir devletin halk üzerindeki tahakkümünü mevcut rejimin altında başka bir rejim biçimine çevirmesine karşı yazanların bugün 21. yüzyıl biterken bile tıpkı geçmişteki gibi cezalandırılmasına, yalnızlaştırılmasına halkların karşı çıkmıyor olması da bir çeşit cezadır aslında gelecek yeni nesil için. Kitapların, televizyonların, gazetelerin yalan söylediği; üniversitelerin, ibadethanelerin STK'ların iktidarların nutuk kürsüleri olduğu bugün bir zamanların namuslu yazanlarını özlüyoruz. Elimiz kalbimizde, iç çekiyoruz. O gidenler bir gün dönecekler. Eşitlik ve adalet gerçekten eşit ve adaletli bir biçimde bölüştürüldüğünde herkese… Şimdilik hasretle, içeride dışarıda tutsak olan herkese.