İnsanlar sadece bir şeyden yorgun düşerler: o da kararsızlıktır.
Tolstoy
Keşke mümkün olsa satırlarımın altından acı acı bir keman sesi ya da Celan'ın kendini bıraktığı Seiné Nehri'nin sesi yükselerek bir plak gibi dönüp dursa, son sözümü söyleyeceğim o son satıra kadar. Çünkü insanın hissetmek için pek çok şeyi görmekle birlikte duyması, duyumsaması da gerek. Bu duyma ve görü biçimi sezgidir aslında ve sezgi öğrenilmesi gereken bir ilim ve bilimdir. Yarısıdır matematiğin, bu önemli bir bilgidir. Bunu öğrenemeyenlerin hayatı tutarsızlıkla geçer. Tutarsızlık hiç iyi bir şey değildir. Yani insanın düşündüklerini de yazmak istediklerini de metne dökmeden önce bir daha bir daha okuyup iplik iplik etmesi gerekir, bu minvalde hedefine aldığı kitabı; ama keşke insan hedefine insanı koymasa… Bir kitap üzerine bir yazı yazmaya o yazıya başlamadan önce karar vermek gerekir. Zira her şey havada kalır -öyle sanılır- ama yine de ille de yer çekimi… Kararsızlık her şeyi yere çarpar ve parçalar. Bu fizikte de böyledir, metafizikte de. Bense bu yazıyı yazmaya bir şehir efsanesi gibi dolaşıma giren Cem Yavuz'un çevirdiği Paul Celan şiirlerine zaman zaman denk geldiğimde karar verdim. Çünkü bir şair bir şaire el vermişti, ondan etkilenmiş, büyülenmiş gibi ona çalışıyordu ve bu da beni etkiliyor, büyülüyordu.
Çeviri kitapları dümdüz okumak haksızlıktır. O kitabı çeviren şairin/çevirmenin o kitapta bir meselesi olmalı. Okur çevirmeni tanımalı. Yani eğilip kulağınıza şunu bağırmak istiyorum: Çevirmen şair olunca çevrilen o kitaba başka türlü bakmak gerek. "Şair bu kitabı neden çevirmiş?" Önce bunu kavramak gerek.
Her şeyi çok kolay çevirebilirler bir dilden başka bir dile. Hatta bazı çevirmenler -bildiği de çevirdiği de çevirmenliği de şaibeli çevirmenler- telif hakkı kalkar kalkmaz zamandan tasarruf bazı kitapların zaten Türkçeye çevrilmiş halini sözüm ona dil güncellemesi yaparak çeviri kitaplar arasına fırlatır atarlar. Çok ayıp, meslek etiğini çiğnemekten de ziyade okura böyle kötü muamele etmek. İyi bir okur, sadece okumak için okumayan okur farklı çevirmenlerin çevirdiği kitapları karşılaştırınca bunun farkına varır ama. İşte bu noktada kitapları, yazarları, şairleri nasıl eleye eleye buluyorsa işinin ehli çevirmenleri de bu biçimde eleye eleye bulması gerektiğini anlar. En çok da bu yüzden önemli bir çevirmenden söz edeceğim, Cem Yavuz'dan. Sıradan bir çevirmen değildir, dile hâkim ve mahkûm olduğunun bilincinde bir şair her şeyden evvel. Dile öyle mahkûm ki -bu mahkûmluk 'mecburiyet' diye yazılır, 'sadakat' diye okunur- bunun bilinciyle yazdığı dili de çeviriler yaptığı dilleri de geliştirerek genişletiyor, o dilin insana ait varlık sahasını.
Bir dilden bir başka dile bir kitap çevrildiğinde onun uzun bir başka ömrü daha olur. Bu ömür çevirmenin ömründen gider. Böylece çevrilen her kitap her yazar sonsuz hayatla buluşur. Cem Yavuz, çevirdiği kitaplara ömründen ömürler veren çevirmenlerden. Dile hâkimiyetini yazdığı ve çevirdiği bütün metinlerde bir imza gibi kurduğu tarzıyla perçinlemiştir. Yani Yavuz, yazdığı ya da çevirdiği bir metnin altına adını yazmasa bile herkesin görebileceği, tanıyacağı bir şair ve çevirmendir. Bütün bunların dışında neden önemli bir çevirmen olduğunu James K. Lyon'dan çevirdiği Tedirgin Sohbet'in girişindeki tevazu dolu ve içten ve bilgece kaleme aldığı yeni çeviri müjdeleriyle dolu Sunuş'tan da anlamak mümkündür.
Cem Yavuz, şiiriyle de çevirileriyle güzeli ve güzelin ilmini boğmayan, öldürmeyen keskin ve istisna bir şairdir. Bunu bıkmadan, usanmadan daha yüzlerce kere yazabilir, söyleyebilirim. Ben bu metni yazarken Cem Yavuz'u sadece okumuş biri olarak yazıyorum ve biliyorum, o da Celan'ı hiç tanımadan çalıştı bu kitaba. Sezgiyi öne sürerken şunu demek istedim aslında: Yavuz, Celan'la nasıl bir bağ kurduysa -bu mental ve ruhani bir bağdır- ben de onunla öyle bir bağ kurdum. Ve bu bağı kendimce kurmuş olmaktan mutluyum. Bu yazıyı yazmaya yazmadan önce karar verdim ama yazıyı yazarken onun bir şair bir çevirmen olarak ne kadar değerli olduğunu anlatırken bundan çok daha fazlasını hak ettiğinin farkına vardım.
Tedirgin Sohbet, Everest'in Düşünce kitapları arasında yayımlandı, aynı zamanda bir çeviri eser olarak da edebiyatımıza önemli bir katkı da bulunarak. Bu "düşünce" diye tabir edilen şeyle ilgili kısacık bir brifing vereceğim önce. Yayıncılar bu başlığı bu tür kitaplar bu başlık altında bir seri olsun diye kurgulamazlar, düşündüre düşündüre okunsunlar diyedir bu. Bu kitap ateşli Nasyonal Sosyalist ve faşist bir filozofla, onun yandaşı ve üyesi olduğu ideolojinin karşısında yaralanmış, yaralar almış nahif ve soykırıma uğramış, soykırımı tanımış-tatmış bir şairin karşı karşıya geldiği bir buluşmanın anlatısı değil sadece. Yoğun bir biçimde bu böyle anlaşılacaktır, buna mani olmak istemem ama böyle olmadığının da altını bilhassa çizmek isterim. Burada başka bir mesele var, elbette tabii tarihi bir yüzleşme, tarihle yüzleşmek de var ama asıl anlaşılması gereken şerh gibi tarihe düşülmüş tarihi bir dönemin ortaya çıkmış olması ve bu tarihi dönem içinde Paul Celan gibi bir şairin ruhsal, politik ve kendini daima üvey evlat gibi hissetmiş, yaşadığı travmayla ona bu travmayı yaşatan toplumla o toplumun dilini onlardan çok daha iyi kullandığı için göze çarpmış olmasına atıflar var.
Celan'ın Martin Heidegger hayranı olduğunu düşünecekler için Alman dilini Almanlardan da iyi kullanan ve yazan biri olduğu için aslında Heidegger'in de ona hayran ve sempati duyan bir filozof olduğu ayrıntısını kaçırmamak için metinler üzerindeki çalışmalarından da söz eden bu geniş, kapsamlı, külliyat niteliğindeki kitabı dikkatli okumanızı tavsiye ederim. Mektuplar, kitaplar, tanıklar, aracılar, yıllar süren karşılıklı gizli ve kişisel bir takibin doğurduğu yakınlığın iki farklı türde yazan ve gerçekten de birbirlerinden çok farklı iki insanı bir araya getiren yazınsal hayatın birleştirici özelliğine değini var. Bu kitapta bir aracı ve aktarıcı olarak Avusturyalı kadın yazar İngeborg Bachmann var. Yani benim çevirmenle, çevirmenin Celan'la kurduğu mental bağ Celan ve Heidegger'in arasında da onlar henüz bir araya gelmeden evvel kurulmuş bir bağ. Kitabın kaleme alınış biçimi dilbilimsel ve tekniksel özellikleri öne çıkan bir biçimde de metinleşmiş olsa Profesör James K. Lyon'un da Celan'a karşı Heidegger'e daha mesafeli ve içten eğilmiş olduğunu gösteriyor. Yani kitap dilbilim ve alanına dair özelliklerinin dışında Celan'a karşı hissedilen birtakım duygu yoğunlukları da içeriyor. Celan'ın Heidegger ile buluştuğu günlerde bir akıl hastanesinden izinli çıkmasına dair cümlelerin geçtiği bölümde de bu açıkça ele verilmiş zaten.
Altı milyon Yahudi'nin ölümünden sorumlu Adolf Hitler'in mektuplaştığı küçük Yahudi kız Rosa Bernile Nienau ile kurduğu ilişki biçimi ya da daha güncel bir biçimde ifade etmek gerekirse Paul Celan ve Martin Heidegger'i bir araya getiren şey Stockholm Sendromu da değil. Bunun böyle olmadığını anlamak için kitaptan evvel ya da hemen sonra Profesör Heidegger 1933'te Neler Oldu? (Der Spiegel'in Heidegger'le Tarihi Söyleşi ) adlı kitabı okumak gerekiyor, kesinlikle! Sadece kırk dört sayfa ve Heidegger'in isteğiyle ancak ölümünden sonra yayınlanma şartıyla yapılmıştır. Bu söyleşi çok yeterli ve tatmin edici yanıtlar içermiyor olsa da Celan'ın Heidegger'e sükûnetle ve onu anlamaya yönelik diyalektik ve şiirsel yaklaşımının anlaşılmasını da sağlar. Tedirgin Sohbet okurun bu konu bağlamında okuma açığını kendi içinde şairin de filozofun da metinlerini, kitaplarını birbirlerinin okuma notları ve biçimlerini de kapsadığı için çok da gerekli kılmıyor ama bağımsız okumaların da ayrıca faydası olacaktır. Çünkü ancak böylece tek kurbanın Celan olmadığını, Heidegger'in de kurban edilenler arasında olduğunu zor da olsa kavrarsınız. Hem Heidegger'i hem Celan'ı yazdıkları ilk metinlerden son metinlerine kadar okumak gerekiyor -Heidegger'in Kara Defterler'ini özellikle- bu kitabın yürekten eğildiği o meseleyi gerçekten kavrayabilmek için. Heidegger'in yolunu kaybetmişliğini ama bunda ısrar edişini ve Celan'ın da kendini ve hiç şüphe yok bütün ruhunda hissettiği o derin acıyı ortadan kaldırmak için ölümüne doğru attığı o son hızlı adımları görebilmek için de. Antisemit bir düşünürün karşısında uğrayacağı hayal kırıklığının ağırlığını da…
Tedirgin Sohbet kimi yazanlara ve okura şunu da gösterecek, ne felsefe şiire ne de şiir felsefeye çok uzak. Felsefe yapmanın en iyi yollarından biri -bana göre/benim için- şiir yazmaktır. Bu da felsefi şiirin varlığından kaynaklanır, her şair bu biçimde şiir yazmıyor olsa da ve şiir açısından bakıldığında bunun tersi de felsefe için geçerlidir. Çünkü herkes bilir felsefe de şiir de kendine has kuralları ve özellikleri dışında retorik bir şeydir. Bir ortak alan ve insan denen varlığa dökülmek noktasında. Şiir öyle 'alelade lirik' ya da felsefe sözün gelişi bir 'arayış' ya da 'kavramlar yaratma' biçimi ya da bu biçimi temsil eden yazınsal türler arasında bir şey değildirler. Yüzeysel bakanlar için bu böyle olabilir, 'dip nedir?' bilenler için bu böyle değildir. Felsefenin kavramlar yaratması onun sonuçlarından sadece biridir. Felsefeyi bu biçimde indirgemek, onu daha alt düzeye götürmek, basitleştirmek okuma ve yazma hayatında en çok şiiri seven, kabul eden benim gibi biri için bile şiiri de basite indirgemektir. Tedirgin Sohbet'i okuyanlar şunu zaten apaçık göreceklerdir: Celan ve Heidegger toplumsal tarihin onları konumlandırdığı yere ve ideolojilere ve hatta kaderlerine rağmen birbirlerinden etkilenmiş ve beslenmişlerdir. Bu şu demek, felsefe şiir üzerinde tahakküm kurmadığı gibi şiir de felsefe üzerinde bir tahakküm kurmuş değildir. Birbirlerine akan, karışan, birbirlerini geliştiren türler arasında bu söz konusu bile değildir. Bu tür düşüncelere sahip olmaksa bir öngörü ya da tecrübe olmadığı gibi her iki türde de kişisel bir tahakküm kurmaya yeltenmekten başka bir şey değildir. İşte bu indirgemedir. Husserl'in 'Epoke' diye adlandırdığı "gerçeklik yargısının askıya alınmasıdır"
Edebiyat tarihi açısından da bir çeviri harikası olarak da Tedirgin Sohbet, sadece Celan ve Heidegger arasında tarihin muhasebesini kendi aralarında yapan/yapmaya çalışan iki insanın yirmi yılda sadece birkaç kez bir araya gelmelerine nasıl hazırlandığının da öyküsüdür. Bu yüzleşmeye rağmen Celan'ın üstesinden gelemediği şey herkesi affettiği için kendini affedememiş olmasıydı. Kendi iradesini ilan edenler arsındaki yerini kendini Seiné Nehri'nin sularına bırakarak alan Celan da bu yolu seçmiş herkes gibi ne olmak istediği yere ait olabilmişti ne de gönüllü bir sürgün olarak kaçıp gittiği diyarlara. Celan bütün bunları hiç yaşamamış bir şair de olsaydı, yine de kendini bu dünyaya fırlatılıp atılmış hissedecekti hep. Çünkü onun gibi şairlerin sırtında hep bir ağrı vardır, hiçbir zaman onun istediği derece açılamayan kanat ağrısı. Bu kitap gözle görünecek, kalple bakılacak ve ancak akılla kavranacak bir kitap.