Bir hülyanın hatırasındakasıp kavuruyorum kendimidiyorlar ki, hayat yalandır,aşka da.Nasıl inanırım, o;olmak istemiş de olmamışbir yarım nefes gibi şuramda.*
Aşk, şu yukarıdaki şiirin son dizesindeki gibi, "bir yarım nefes gibi şuramda" dediğimizdir gerçekte. Ama aşkın tanımını ararsanız ona bütün sözlüklerde rastlayabilirsiniz. Başka başka biçimlerde... Kendisi gibi tanımının da bir kalıbı yoktur. Sıradan Türkçe bir sözlükte, tıp sözlüklerinde, felsefe sözlüklerinde… Romanlarda, şiirlerde, öykülerde, şarkılarda… Başını önüne eğmiş bir sessiz bakışın içinde. Yalnızca kendisini kolay kolay bulamazsınız. "Buldum" sandığınızda, kuş uçar, kanat seslerinde asılı kalırsınız. Aşk, insanların romantik ve duygusal bir bağ kurduklarında hissettikleri yoğun bir duygudur. Derinlikten, saplantıya geçtiğinde büyük oranda kontrol edilemez derecede kimyasal ve psikolojiktir. Yani bir gün gelir her şey biter, sevinciniz kapkaranlık çılgın bir kedere döner. Beyinlerimizdeki kimyasal maddelerin, dopamin, noradrenalin, seratonin gibi nörotrasnmitterlerin birbirleriyle itkileşimi içimizde başka kişiliklerin bile var olmasına neden olabilir. Akıl hastaneleri, kardiyoloji ve nöroloji servisleri bu vakalarla doludur. Çünkü kimyasal olarak aşkın durumlarını ortaya çıkaran bu maddeler aşkınlıkla ilgili olduğu için çılgın kederlere de dönüşebilirler. Bu yüzden derinliğini yitiren her şey hastalığa döner. Saplantı gibi ve bu hastalıkların en devasız ve devamlısıdır. Hızlanan kalp atışları, yükselen kan basıncı… İnsanın tutkularına da gem vurması lazım… Çünkü aşk, acıyla birleştiğinde öldürebilir insanı.
Aşk, başkalarına karşı derin bir bağlılık, sevgi hissetmek, ona özen göstermek, onu mutlu etmekle ilgilidir. Bu her zaman sizin de mutlu olacağınız anlamına gelmez. Mutluluk, bazen sakıncalı bir şeydir zaten. Fiziksel, zihinsel, duygusal olarak kurulmuş bu bağlantı hayatınızı pek çok yönden etkileyebilir. Zorlu, karmaşık süreçler yaratabilir. Bu sadakatin, bağlılığın her zaman bir tarafa daha fazla ödettiği bedeller çıkarır ortaya sonra. Bu, hayatınızın tamamını adadığınız için hayatınızın bütünü olan kariyeriniz bile olabilir. Tıpkı Orhan Bey'in feda ettiği kariyeri gibi… Bir anda başlayıp bu iki kişiden biri ölünceye kadar ya da başladığı gibi birden bittiğinde bile. Bu yüzden gerçek aşkın karşılıksız aşk olduğuna inananlardanım ben. Bir tek kişiye harcanırsa ziyan olur diye hayatını yazıya bırakanlardan. Çünkü durup hayatımıza baktığımızda gördüğümüz şey karşılığını almadığımız-alamadığımız ve karşılığını vermediğimiz-veremediğimiz, teğet geçtiğimiz, teğet geçildiğimiz ilişkilerle doludur. Hep bir borç-alacak, başımızı döndüren, başımızda hep dönüp duran şeye "hayatımız" demekten kaçınırız sonra bu yüzden, utanırız kaybolmuş zamanları geri istemekten. Augustinus, "Aşkın ölçüsü ölçüsüzlüktür" derken, her şey bittiğinde, aşkın neden bir yıkıntıya döndüğünü açıklar böylece. Bu ölçüsüzlüğün akıbetini de görürüz Âşıklara Yer Yok'ta. Bir bakıma sanki sadece bunu göstermek için yazılmış.
Âşıklara Yer Yok'un kapağını açtığınızda birkaç epigrafya ile karşılaşacaksınız. Onlardan biri ve bence en isabetlisi, Sophokles'in şu sözleri: "Ayrıca bil ki, bütün insanlar içinde en çok senden nefret ettim, en çok seni sevdim aynı gün içinde!" Âşıklara Yer Yok, sadece bu sözlerin bile açılımı olabilir bana göre. Söz konusu aşk olunca insanın kalbi beyninden güçlüdür, ama şu var ki, insanın aklının kalbiyle aynı anda aynı sebepten çatlaması da bu yüzdendir. Çatlayan bir şeyin keskin bir sıcaklıkla insanın ruhunu bile nasıl parçalara böldüğünü gerçekten de nasıl tarif edebilirim, bilemiyorum. Çatal çatal yayılır, birden, gövdeden bütün hatlara. Melih Cevdet Anday'ın bir şiirinde dediği, "yarısı sıcak yarısı soğuk bir elma" gibi… Bazen en anlatamadığımız en iyi bildiğimiz şeydir aslında. Bu yüzden anlatması güç belki de… İnsanın sabitlenip taş kesildiği halde bir kararda kalamayışına benziyor bu. Birkaç yıl önce bir yazarla bir söyleşi için buluştuğumda (o söyleşiyi hayatımın sonuna kadar saklayacak ama o istemiyor diye onu hiçbir zaman da yayınlamayacağım, bu yüzden onun kim olduğunu da yazamıyorum) "ateşli özlemler" deyişinde başımı önüme eğdiğim geldi aklıma roman boyunca. İçine attığı şey onu tekrar ettiğinde geri çekilmesine neden olmuştu. İnsan bir süre sonra kaybettiğini kabul ettiğinde kendinden sözler de etmek istemiyor diye sanırım. "Ateş" dediği şey "özlem"in kendisiydi. O, "özlem" dedikçe yağmurlar içinde şehir hızla geçiyordu gözümün önünden. Orhan Bey'in dünyaya sonunda nasıl baktığını anlamıştım böylece. Gece ile gündüzün arasında sanki yağmurlu, bulutlu bir hava. Yitirmiş güneşini. Gün yeniden bir daha doğsa ona bakacak gözlerini… Sanki yalnız bendim o an o manzaradan sonsuza kadar silinen. Derinlerde bir şey gibi kalmıştı. Derinlerde, sessiz, ama hep orada... Ne başka bir şeye dönüşmüş ne de kaybolup gitmişti. Kavuşamamak insanı kendine kapattığında sözcükleri derinliğin kumaşından yapılıyormuş insanın, bunu görmüştüm o gün orada. Herkes böyle kapanamıyor ama kendine. Orhan Bey'in zaman zaman sınırları zorlayan tavırlarında da görüyoruz bunu. Mektuplar, telefonlar birer cevapsız çağrıya döndüğünde insan sanki uzakta bir evin ışıklarının yanıp yanıp sönmesine benziyor, sonsuz karanlık bir gecede belli belirsiz bir siluet gibi. Böyle insanlara uzaktan baktığınızda bir kaya parçası görürsünüz sanki. Ama asla sırtındaki oyuğun içine geçtiğini bir zaman sonra mümkün değil göremezsiniz. Rodin'in hiç ağlayan heykeli var mıydı? Karşılıksız aşkın insanı çevirdiği şey bu işte… Kaçmaya çalıştığında bile peşinden sürüklendiği insanı aslında kendi peşinden sürükleme isteği.
Akıl hastanelerinde hastalarla nöbetçi hemşireler arasında kırılmaz bir cam pencere vardır. Sanki her şeye müdahale edebilirlermiş gibi bakarlar oradan içeriye. Oysa içeriye baktıklarında içeridekilerin içini göremezler asla. Nereye baktıklarını, baktıkları yerde neyi ya da kimi gördüklerini… Âşıklara Yer Yok da böyle bir pencere olarak kalacak okurla yazar arasında. Oturup yazı yazdığım şu masanın hemen arkasında da var böyle bir pencere. Ne ses geçer ne kurşun oradan içeriye. Yani insan kendi kalkıp açar kapısını canını yakacak insanlara bile. Toplumsal olayların sadece siyasetten, ekonomiden ibaret olmadığı gerçeği bütün bunların aşk acısını da ortaya çıkardığının kanıtıdır. Zaten insanın yaşadığına bir delil gerekirse eğer içinde her şeyin yerini alan boşluk buna yeter. O boşluğu gerçekte neyin yarattığı aşkın aslında ne olup ne olmadığı konusunda kesin bir düşünceyi de ortaya koyamadığı için muğlâk… Karşılığı olmayan sadakatin, bağlılığın adı da aşktır bu yüzden. Ve bence gerçek aşk elbette asla karşılığı olmayandır. Karşılıklı olan her şey karşılıklılığa dayalı dönüşümler geçirir. Sonra bir bakmışsın o "aşk" dediğin şey aşkınlıktan aşktan başka her şey oluvermiş. Mecnun'un Leyla geldiğinde "istediğim sen değilsin" dediği de budur işte. Orhan Bey'in Firdevs'in ölümünden sonra bir âşık gibi değil, bir hasta gibi davranması da böyle. "İnsan belki de onu seveni sevmeli" dediğimizde de bir dengesi olmayacak aşkın. En iyisi şu belki de, 'masada duran fotoğraflara baka baka da geçer zaman' deyip derinlerde kalmalı, Orhan Bey gibi tutkunun, saplantının esiri olmadan. Belki de değildi, elindeki mektupla karanlığa karıştıktan sonra neye karar verdi bilmiyoruz çünkü. Onun durduğu yerden daha sağlıklı çıkacak okur için gerçek hayatı daha anlamlı kılacak yeni seçenekler söz konusu tabii. Şairin "bırak onu gitsin" dediği gibi.
Onu, sevebileceğinin en yücesiyle sevdin.Titreme daha fazla kalbim.Bağışla kendini artık onu daBırak gitsin.Bırak gitsin.O senin ezel gününden kaderin Sen onu nasılsa bin kere dahaSeveceksin.**
*** Şiirler: Birhan Keskin
Ayfer Feriha Nujen kimdir? Ayfer Feriha Nujen; yazar, sosyolog ve mühendistir. İlk şiirleri on dört yaşından itibaren Taflan, Berfin Bahar, Varlık, Sincan İstasyonu, Üç Nokta, Kaçak Yayın, Deliler Teknesi, Az Edebiyat, Yokluk, Forum Edebiyat, Evvel Fanzin, Amargi gibi dergi ve edebiyat sitelerinde yayımlandı. Pek çok alanda ve türde çalışmalar yaptı. Halen T24'te haftalık yazılar yazmaktadır. Bedenim Mezarımdır Benim, Yüzü Avuçlarında Solgun Bir Gül, Aşkın 7. Harikası Tac Mahal, Ay İle Güneş Arasında, Duasız Ölüler, Şairin Kara Kutusu/ Nilgün Marmara, Kırağı/Seyhan Erözçelik Şiirine Bodoslama, Öteki Cins Şair, Ey Arş Sıkıştır! yayımlanmış bazı kitaplarıdır. Yazmayı ve çeviriler yapmayı sürdürmektedir. İstanbul'a bağlı bir kasabada yaşamını sürdürmektedir. |