İn derinlere korkmaSürsün kazıBir zaman sonra göreceksinAcının köklerinde sevincin ağzı
Bu şiir ilk kitabından şairin… Ne kadar çok dışlanırsa, o kadar içerden, o kadar içtendir şair kişi. Çünkü canı hiç acımamış biri mümkün değil, anlamaz yarasından kan sızan birinin halinden. Genç bir insana küçük fırsatları büyük değerlendirmesini, hayatta hiçbir fırsatı kendi için değerlendirmemiş biri öğretebilirdi sadece. İşte bana bu cesareti veren o'ydu ilk. Çünkü o, "yara" denen şeyin çok derinden geldiğini bilen biriydi. Dünyayı ilk kavradığı anda bir göçün kucağında bulmuştu kendini.
Çok sürmedi, orta ikide kaybetti babasını. Ve böylece baba iskeleye bir daha hiç yanaşmaz meçhule giden bir gemi, yarım kalmış bir mektep gibi yıkar omuzlarına dünyanın insanı dışarıda bırakan kederini. Böylece birden bire büyür bu küçük adam. Sesini duyar her şeyin, geceleri uykusunda bile. Fabrikadan eve dönen annenin gelişini haber veren rayların, trenin sesini. Büyür büyür hiç unutmaz çocukluğunun sesini. Herkes uykusuna düştüğünde bile.
Yaşamını göçle başlatan herkes böyle mi geçirir hayatının en güzel günlerini? Okuldan sonraları istasyonda su, simit satıp işten dönen annenin yolunu bekler, ta ki bir gün anne de bu dünyadan göçüp gidene kadar. "İnsan her şeyi atlatır" cümlesi, en sevdiğim cümledir. Bana bu cümleyi kuran hocam, bir gün artık insanlara nasihat vermeye dayanamayıp kendini bir köprüden aşağıya atmış olsa da. O da öyleydi. Yaşamı boyunca kaderin afetleriyle mücadele etti. Bütün bu afetler yaşamından kendiliğinden akıp geçti. Hiçbirine zorbalıkla müdahale etmedi. "İnsan her şeyi atlatır" cümlesi gibi sade, sabırlı, çabalayan biri olarak nefes alıp verdi. Hayat birden bire gelişiyordu, yavaş yavaş şekil alıyordu. Bir insanın annesi ölünce kim bilir aklından neler geçiyordu. O bütün yaşamını dakika dakika şiire çevirmiştir. Çünkü o, şiirin insanı geliştiren, değiştiren, iyileştiren bir şey olduğuna inanmıştır.
Unutulmaz babaların öldüğüAnnelerin ise onlarla gömüldüğü
Ben insanların gözleri durup dururken yaşaranlarına yakınım. Göz kapaklarını kalp kapakları gibi açıp kapayanları severim. Çocukluğundan başka bir kıblesi, geçmişinden başka dönüp kapandığı bir başka mihrabı olmayanları her zaman her şeyden, herkesten çok daha fazla… Çocukluğunu eksen alanın masalı hiç bitmez çünkü. O da onlardandı. Aynı yoldan geçenler ilk anda hiç karşılaşmasa bile tanır birbirlerini nerede görse. İçinden etrafına şiirin sesiyle dalgalar yayan bir kapalı kutu gibi içi şiirlerle, nazirelerle dolu biri. Peşinden sürüklenirse insan bir insanın, işte böyle usul usul akan bir nehir gibi yine de taşlara çarpa çarpa gidenlerin peşinden sürüklenmeli. Ne kadar uyarı alsa hayattan, insandan yana "ah!" dememek için şiiri onun gibi kalbinin içiyle beslemeli. Böylece duygusal aklın somutu değerlendirmesine izin vermeli. Böylece insana söyleyemediklerini eşya üzerinden, eşyalarla söylemeli. Sembollerin, nesnelerin de bir dili olduğunu göstermeli.
Burada öylece geçilip gidilmeyecek bir özelliği de vardır şairin. Şair sesleri, nesneleri, renkleri, kokuları hissedebilen ve hissettiklerini görsel olarak da bir kelime aracılığıyla aktarabilmenin pek bilinmez bir özelliğini taşıyor. Sineztezik bir şairdir Abdülkadir Budak. Yaşamını şiire, düzyazıda şairaneliğe adamış bir şairdir. İlk tanıştığımızda ablasının mezarı başındaydı. İnsanın bir başkasının mezarı başında sabırla yeniden yaratıldığını gördüğüm ilk zamandı. İnsan insanı incitmemeli, ne iyi. Fakat böyle şeylerin bir değeri kalmadı. İyi bir şair olmak için iyi bir yayından çıkması gerekmiyor kitapların. Ki, Can Yayınları azımsanacak bir yayın değildir bugün de. İyi bir şair olmak için iyi yüzmek de gerekmiyor doğrusu. İyi bir şair olmak için insanları iyi okumak gerekiyor belki. O iyi bir okurdur. Her şeyden önce, bir kitaptan çok daha iyi okuyabilir birini. Usta-çırak olmak için ne yan yana olmak gerekir, ne de çok uzak. Genç bir şair daima etrafında, bir günün bir parçası gibi dolaşabilmeli bir şairin. Öğrenmek isterse, şiirin içine şairin neyi nasıl kattığını...
Benim için insan olmak önce gelir ki, şairin insanlığı şiiriyle gelişir. Çok genç yaşlarımda, henüz ortaokul çağlarımda, ayaküstü bir anda dosyamı okumuş, elini omzumdan hiç çekmemiştir. Bu inceliği, bu değerliliği bugün mümkün değil bulamazsınız. Gözümün içinde bir dev gibiydi ki, hâlâ da öyledir. Genç bir insana bir şeyler ifade ederkenki o hâlini hiç unutamam. Bende heves, onda tecrübe… İyi bir öğretmendi benim için. Birine bir şey öğretirken, onu ne geride bırakan, ne de geçip giden bir öğretmen. Kalbinin ritmini bile bir başkasının kalbinin ritmiyle eşitleyebilen bir öğretmen. Kalemini, ikazlar yağdıran bir işaret parmağı gibi değil, yaranın çevresini onu kanatmadan açıp temizleyen bir neşter gibi tutmuş, altını çiziyordu satırlarımın. Bir yerde bir küçük hata, hızlıca ve yerinde bir şefkatle düzeltip "Bak burada bu olmamış, üzmesinler seni bu yüzden. Düzeltelim, işte şöyle…" demişti.
Yazmak kiminin cehennemi olduğu gibi kiminin de dünya saadetidir. Benim içinse dünya hatırası, ahde vefa. Ben arafta kalanlardanım, fakat şair cennetini bulmuş sanırım. Şairaneliğin, şiiri sonsuz bir hâle çevirdiğini onda gördüm ben. Şiirin insanın hayatına, tavrına, üslubuna, bakışına sindiğini… Böylece, içinden geçtiği bir hayata, böylece karşı karşıya kaldıklarına, böylece anlattıklarına, böylece gördüklerine değişmez bir şekil verdiğini… Genel ontolojisinden, birim patolojisine şiirinin içinde, ben her ne kadar özgün, özgür biri olarak kalem tuttumsa da, geleneği sürdüren yanından çok etkilenmişidir. İnsanın da bir ağaç gibi köklerinden aldığı bir kaynak vardır. Ve şiir dışında hiçbir tür bu kadar derin, köklü bir kaynağa sahip değildir. Hilmi Yavuz, Lale Müldür de bana çok şey katmıştır. Rus Edebiyatı bile. Fakat insanın yaşamında başını eğip içeriye girdiği o ilk eşikten başka hiçbir şey insana çok daha fazla sirayet ettirmiyor, sonradan gelişen başka hiçbir şeyi. Çünkü bir şeye nasıl bakman gerektiğini, neye nasıl bakmayı ilk öğrendiğin andaki gibi sürdürüyorsun. Derin bakmak için derin bir şeye bakmak da gerekmiyor üstelik. Hiç bir araya gelemeyecek insanları, şairleri bir araya getiren hep şiir olacaktır. Hiç umulmaz anda, hiç umulmaz bir dize, bir kitap ismi aynı derinliğin içinde çok farklı insanları, çok karşıt şairleri bir anda, aynı yerde, aynı kafesin içinde buluşturur.
"Konuş ey büyülü sözcük söz senin De ki localarından izleyen ustalara-Bu genç ozan biliyor yanmanın önemini-Bu Mecnun Leyla'sını değişmedi bir çöl kumuna"
Abdülkadir Budak, sabır-sebat içinde halinden memnun, ama hep mutsuz bir şairin sevinçli şiirlerini yazmıştır hep. İncinmenin de bir tarihi vardır. Onun ilk gençliğini "Ben de yaşadım" derim hep. Geçmişte bir dönem (1981- Eylül) Milliyet Sanat Dergisi'nde Cemal Süreya'nın "En Gençler" başlıklı yazısında genç şairlerden söz ederken, Budak'ın da dikkatini çektiğini, fakat yazının ilerleyen kısmında Budak'ı "Necatigil'in Havarisi" olarak nitelendirmesi bu incinmelerden biridir. Cemal Süreya asla sevebileceğim bir şahsiyet olmamıştır ve fakat şiirlerine duyduğum bağlılık da bu ters orantıyla tam tersi bir duygu yaratmıştır bende hep. Şahsiyet her zaman önemli bir konu olmuştur. Şiirlerini ona beğendirmeye çalışan Nilgün Marmara gibi bir genç kadına karşı sadece cinsiyetçi kültürel sohbetlerle yakınlık gösteren ve böyle genç bir şairin bu duyarsızlık karşısında ölümünü tetikleyen diğer şairlerden hiçbir zaman bir farkı olmamıştır benim için. Belki de bu nedenle bana hep zalimce elemler yapan bir şair olarak gelmiştir.
Budak daha o zamanlar geleneğin genç bir temsilciydi. Fakat bu geleneği dönüştüren bir temsilci olduğu göz ardı edilmiştir o günler. Göz ardı edilen şeyler ölümcül olabilir bazen. Nilgün Marmara gibi… Oysa şair böylesi bir hükme o gün bile şu incelikle (1981-Ekim) Yazko Edebiyat Dergisi'nde yayınladığı "Havari" şiirinde akıllıca bir soru cümlesiyle yanıt vermiştir: "Kim İsa olabilmiş, havari olmadan?" Onun o inceliklerle dolu şairliği asla hiçbir fikir, yargı karşısında kavga eden bir şair yaratmamıştır. Benim için böylece edalı, nüktedan, içten nazireleriyle meşhur bir şair olmuştur. Bazı şairler vardır, yaşamın çok arkasından gelir, gücünü şiirden alır. Bütün yaşama gücünü... Bütün yaşam motivasyonunu... O benim için o denli bir güç kaynağı olmuş bir şairdir. İçtenlik gerçekliğin kendisidir. Gerçek olmayanın kurguda bir lezzeti yoktur. Şiirde bile. "Ahşap Anahtar" benim için önemli bir kitaptır. Hiçbir kapıyı açamayan bir anahtar, babadır. Bu kitabını bana "baba-oğul şiirlerini baba-kız olarak" imzalaması hayatımın en güzel hatırası olmuştur.
Hassas bir kalbin cezası şiir yazmak zorunda olan bir iç düzeneği insanın içinden söküp atamamasıdır belki de. Bir şairin şiirini teknik pek çok açıdan da anlatabilirim. Bunun ne önemi var ki? Asıl matematik sezgidir. Ne kelimeler, ne sayılar, ne de semboller… İnsanın içindeki tutuşmayı teselli etmedikten sonra ne anlama gelebilir ki bütün bunlar? İma etmek, en acısını ilk anda bir kerede söylemekten iyidir. Budak, ironilerle şiirini inceltmiş bir şairdir. Geçti İlkyaz Denemesi, Şimdi Yaz, Gömleğim Leyla Desenli, Sevdanın Son Kerem'i, İmzası Gül, Yanlış Anka Destanı, Aşk Beni Geçer, Endişeli Fesleğen, Ahşap Anahtar, Ev Zamanı şiir kitaplarının bazıları. Bir kalemi bir tabanca gibi de tutabilirdi insan. Budak, kalemini gül tutmuştur hep.