Oya Baydar, 80 Yaş Zor Zamanlar Günlükleri'nde şöyle diyordu: Birinci Körfez Savaşı sürerken yaşlı ve ünlü bir alman savaş muhabiri, "Artık yazacak tek satırım bile kalmadı," notunu bırakarak intihar etmişti. Yıllar boyunca savaş bölgelerinde tanığı olduğu, fotoğrafladığı, aktarmaya çalıştığı insanlık dramına artık dayanamıyordu. En çok da, istediğin kadar yaz, çiz, yansıt, anlat, savaşın vahşetinin sürmesine, kimsenin en küçük ders almamasına, "bir daha asla" diye diye vahşetin tekrarına…
Bir insanın kendini öldürmesine sessiz kalmaktan ya da bunu o ölüm gerçekleştikten sonra duymaktan korktuğum kadar korkmuyor, ürpermiyorum hiçbir şeyden. Üstelik dünya hakkındaki fikirleri değişmediği için her an kendi iradesini de ilan edecek biri olmama rağmen. Hayatta hiçbir şeye çalışmadım ben bunun kadar. Belki gün gelir her şey birden değişebilir ama bu fikir değişmez bunu bildiğim için galiba. Durmaksızın değiştiğini sandığımız dünya değişmezken dünya hakkındaki fikirlerim neden değişsin ki benim de zaten? İnsanda fikirler yalnızca kendi hayatının akışına göre şekiller almazlar. O hayatı etkileyen hayatları etkileyen koşullar da bunun bir nedenidir. İçinde yaşadığı toplumun yönetim biçiminden bütün dünyanın bir tek masada şekillenmesini sağlayan çıkar hesaplarından başka hiçbir şey bilmeyen rejimlerin de bunda büyük payı vardır. Son yirmi yılın yönetimini ticarete çevirmiş iktidarın yönetiminde bile başa çıkılamaz sayıda bir intihar verisine sahip olduk örneğin. Bu sadece sanat, bilim, siyaset ve akademide cereyan eden bir fırtına da değil artık üstelik. Bu artık toplumun bütün katmanlarına sirayet etmiş bir çeşit kanser. Bu görünmez bir bağ diye nitelense de, her şeyin birbirine görünmez zincirlerle bağlı olduğunu bildiğimiz için de böyle. Evlerimiz, komşularımız, kapı ağızlarında duran ayakkabılarımızla olan bağlarımız da böyledir. Bir başkasının maruz kaldığı her şeye biz de elbette maruz kaldığımız için. İçimizde pıtrak gibi beliren ve ancak artık kan damardan geçmez hale geldiğinde, iş işten geçtiğinde, farkına vardığımız bağlar yüzünden. Bir kez daha tekrar etmem gerekirse, çünkü her şey her şeyi etkiler! Oya Baydar'ın 80 Yaş Zor Zamanlar Günlükleri'nde yazdıkları gibi.
Ettiğim sözler kadar duruşum da iğreti gelebilir bazen. İnsanları korkutan bu acımasız dürüstlüğümdür belki de. Olabilir. Olsun da zaten. Çünkü hakikat hem çok acı hem de çok çirkindir. Benim gibi. İlk anda kulağa hoş gelen şeyler tıpkı bir kurşunun ete saplandıktan sonra acının hissedilmesine benzer. Hakikat de böyledir, çocukluklarımız da. Aksine iman edenler kendilerini kandırmaya devam edebilirler. Yalan söylemek de, söylenmiş yalanlara inanmak da bedava! Ama şu var, iyi şeyler bedavaya gelmez insana.
Söylemekten hiç çekinmiyorum bunu ama insan öngörebiliyor sonunu. Benim sonum örneğin, Dazai'nin sonu gibi de olabilir. Bu çok da tehlikeli bir iddia değil. Tezer Özlü de hayatı boyunca böyle sözler etmiştir. Cioran da öyle. Bu insanın ancak yürüdüğü yere varacağı anlamından başka bir anlama gelmeyen duyguların yıkıcı da olsa gerçek ortaya çıkış biçimidir. Yönetilenlerin iradelerinin onlara yanlış bir biçimde yansıtılmasının bir sonucu... İnsanlığımı Yitirirken'de Dazai'nin de her şeyi evle arasındaki bağın kopuşuyla başlattığı gibi. Evimiz toplumdur. Çünkü ancak hayatı sarsan aksaklıklar insanı bir anlığına da olsa durdurmaya yetecek güçte olurlar. O gün geldiğinde "ama nasıl olur"un yanıtı olduğunu kabullenmese de kimse. Geride kalanlar bunu bir an olsun umursamasa da olur. İnsanın -haysiyet ve liyakat konusu bir yana- varoluşuna aykırı ruh halinin bütün insanlığa yansıması omuzlarımızda bir taş olsaydı ondan kurtulmak çok daha kolay olurdu, oysa o taş içimize oturmuş durumda artık. Âlem-i nizam dünya ikiye bölünse de hareket etmeyi hiç bırakmayacak zerreler yüzünden hayatın devam etmesine hep bir olanak sağlayacaktır, ancak insan hayatının bir sonu olduğunu unutarak yaşadığı için -ölümün bilgisine sahip olmasına rağmen- sonsuz bir zamana sahip sanıyor kendini nedense. En çok da bu yüzden ülkenin aptalı çok aptal, akıllısı da çok akıllı… Yandaş medya, troller, sadece kendi kariyerinin derdiyle sürekli her toplumsal olayda kendini kürsüye atıp nutuk çığıranlar bunun birer kanıtı değil mi? Yani bunlar tek başına da birer iktidar alanı değil mi, insanı öldüren, ölüme terk eden? Diyelim ki, her şey biraz da bu yüzden. Hani bir fıkra var ya, sonunda diyor ya, "Ermeniyi dövdürmeyecektik" işte öyle. Mizahın zekâ belirtisi olduğu kanısına kapıldığından beridir havada saçma sapan bir şekilde uçuşan muhaliflik karşılığını da aynı ciddiyetsizlikle alıyor bu yüzden. Bakış açıları farklı ama konumları karşılıklı olarak aynı zihniyetin ortaya çıkardığı ve giderek evrenselleşen sonuçların topluma, toplumlara yaşattığı bir dönemi yaşıyoruz ve çok yazık ki uzun sürecek. Bu süreç tam bir tutarsızlık ve şiddet süreci olacak. Sayılarla, tarihle, bilimsel verilerle yazmak isterdim bu metni. Fakat görüyorum ki, buna gerek yok. Ciddi ve elzem bir eğitimin artık sadece bir zümrenin eline geçmiş olması ya da sadece gerçekten ciddi ve gerekli kriterlere sahip bir eğitim sürecini tarihe de tarihin her sürecine ve insana olduğu gibi hükmetme gücünü veren paraya/zenginliğe sahip kesimlerin erişebildiği bu dönemde zaten büyük bir kesim ne dediğimi hiç anlamayacak, anlayanlarsa bir müneccim konuşuyor sanırken bir kısmı da artık gerçek ölümcül çaresizlik içinde sadece anladıklarının ağırlığı altında kaygıdan eriyip tükenmişliğe teslim olacak. Oysa hiçbir şey için geç değil. İnsanda en son ümit biter. Bütün mesele halkın iradesini ortak bir kararda her bir bireyi de düşünerek yeni bir geleceğe doğru tayin etmek eylemine atılmak ısrarında yatıyor. Aksi halde bu süreç bittiğinde yine tekrar edilecek tek şeyse tarihin hep tekerrür ettiği olacak. Oysa tarihin hiçbir döneminde bu denli şiddetli bir süreç olmadığını yine çok geç fark edeceğiz. Halk ayaklanmalarının hiçbir zaman kansız bir süreci yaratmadığını insanlık tarihi boyunca okuduk, gördük, yaşadık. İnsanların hayatlarından vazgeçmeleri de bir çeşit ayaklanmadır oysa. Bu zalim tekerrüre dayanamadıkları için artık. Yenidünya düzeni, bu yeniçağ tarihin en sancılı ve en fazla sayıda ölümle kendini gerçekleştireceği inşa süreci ve bu süreçte bütün toplum sağından soluna liyakatsizliğin nelere mal olacağını idrak etmekle hayatta kalmak arasında nasıl gelişeceğini izleyecek. Cinayetlerle intiharların aslında neden kardeş olduğunu da.
Dünyanın evrendeki ilk savruluşundan sonra soğudukça suyu çekilip tekrar karalara çarpmaya başladığında denizler, yani artık ruhu yüzüne oturmaya başladı sandığımızda yeryüzünün, ilk çatlak açılmıştı zaten içinde dünyanın da insanın da. O var oldum olası geçiriyordu bu krizleri zaten ve bu krizleri derinleştiren insanın hırsı oldu hep. Bunların hiçbiri "insanın ya da yeryüzünün kaderi" olarak nitelendirilemez. Olanla ölüm arasında var olan ve süre giden her şeyi insan yönetir ve şekillendirir çünkü. Aksi olsaydı, akıllarda şu soru belirmez miydi: Allah bize düşman mı? Rüzgârın, suyun, güneşin yönünü dahi sen tayin etmeye başladığından beridir ey insanoğlu, insanın da insanlığın da düşmanı Allah değil, sensin! İktidarların çoğunluğun kararıyla kendi belirledikleri azınlığı yücelttiği yerde bir tek kişiye bile biçilmiş değer bütün insanlığa biçilirken insanın değerinin ne olduğunu "kader"e bırakmak insafsızlık değil de ne? Ben hep ölümden sözler ediyorum, evet ama benim de karşıma hep ölüm çıkıyor sadece. İntihar niçin tek tek bireylerle ilgili bir meseleyken şimdi her şeyi kaplayarak ilerleyen bir kangrene döndü dersiniz? Bunu Freud bile anlaşılır bir biçimde açıklayamaz. Bireysel her hareket toplumsal olanı temelden etkilediği için, ama bu etki hep diplerde meydana geldiği için ve o yüzeye çıkıncaya kadar yukarıdakilerin gündemi değiştiği için olabilir mi? İş işten geçtikten sonra hayatta kalanların çaresizliği ateşe vermesi her zaman yeniden başlamak sayıldığı için mi yani? Bunları daha ne kadar süpüreceğiz halının altına? Her şey her zaman yeniden başlıyor doğru, ama hep kaldığı yerden geriye doğru. Hem tamam, hem yarım bunun ayrımını kaybederek… Büyük afetlerin bunlarla ne ilgisi mi var? Çok ilgisi var. Her intihar bir cinayettir artık apaçık. İntihar fırtınaları cinayet fırtınalarına dönmüşmüş, adına rant denmiş, bu rant ortamında canını kurtarıp hayatta kalmanın adı "mucize" olmuştur. İmar barışı, kentsel dönüşüm gibi sözümona karşılıklı rızaya dayanan organizasyonlar gibi. Çünkü "her şey sermaye için sevgilim…"
Hep aynı şeyleri tekrar ediyoruz. Bu cümle bile bir tekrar, kelime dağarcığımız da bu yüzden gittikçe daralan bir alan oldu, tıpkı zihinlerimiz gibi. Edebiyat yapmadığımı, ciddi olduğumu söylemem bir anlama gelmiyor artık. Anlamlı şeyleri kaldıramayacak kadar yorgun insanoğlu. Çünkü bu da bir tekrar olarak vücut bulacak hep. Tekrarlar artık gerçekten çok yorucu. Ciddi hiçbir şeyin kalmadığını yine gördük çünkü. Ölüm bile yitirdi bu kriteri. Bu kirli bir iç savaş değilse ne yani? Bu toplumda aptallar çok aptal, akıllılar çok akıllı olduğu için düzelmiyor hiçbir şey. Eşitlik isteyenler, eşitlik geldiğinde eşikte herkesle birlikte durmaya tahammül edemiyor. Bütün felaketler normalleşiyor. Böylesi hazmı daha kolay diye sanırım. "Yeniçağ" diye nitelenen şu zamanda bile devlet hala üç günlük yoldan geliyor, - geliyor da ne işe yarıyor?- zaten hazırda bulunması gereken her yerde birden bir dilenci gibi beliriyor. Varlık vergisi haraç vermenin başka bir biçimi çünkü. Öyle tabii ya, hangi yeniçağ? Teknoloji reklamlarıyla köşe olan gsm şirketleri, cennetten bir köşe diye dikilmiş modern mağaralar -belki de mezarlıklar demek daha doğru elbette-, doktorsuz, tesisatsız devasa şehir hastaneleri, her felaketten kendi portresini yağlı boya bir tablo gibi görücüye çıkaran sağ-sol aydın – yarı aydın!- kimselerden bir yığın insanın ortaya çıkışı... Enkazlardan insan çıkarmak yerine kitaplarının fotoğraflarını çıkaranlar, insanlık dramlarının çekilmiş fotoğraflarına ayrıca tercümanlık yapmaya çalışanlar… Aslında onların da sorunu ne biliyor musunuz? Hitler Almanya'sında Rusların Almanya'ya girişlerinde geçtikleri her yeri yıkarak, yakarak gelişlerine karşılık Hitlerin önünde duran yeni Almanya maketine bakıp, "Yıksınlar, yaksınlar biz zaten yeni bir Almanya kuracağız" demesi gibi bir şey bu. Tarihin her şeyi yutma çağı geldiği için yeni yüzyıla koşarak kendini fırlatmaya çalışanların varoluş krizlerine de tanık olduk böylece. Hiçbir şey bu kadar görünür olmamıştı belki de. "Tiksiniyoruz bu kötü ve sahtekâr manzaradan" desek şimdi, linç edileceğiz. Etsinler. Çünkü zaten yaşamıyoruz. Toplumlar bağımsız ve işe yarar düşünceleri ekarte etmekten başka bir işe yaramazlar zaten. Böyle toplumların aydınları, siyasetçileri ve onların takipçileri de öyledir. Sırf bu yüzden kendi dışkısını tadarak deneyleyen bilim adamlarını ayakaltı edenler kendilerini yönetenlerin dışkıları içinde bir hayat yaşadıklarının hala farkında değiller.
Resmi olarak ilk deprem bölgelerinin belirlenip haritalaşması 1932'de Sieberg tarafından hazırlanan haritada bu coğrafya için de ortaya konmuştu. Çok daha geriye gitmeye gerek yok yani. Daha gerisi yine insanın aç gözlülüğü ve hırsıyla ilgili. Her şey insanın daha fazlasına sahip olma isteği yüzünden başlamadı mı zaten? Öyle olmasa tarihe de dine de "para" yön verebilir miydi hiç? Her şeyi satın almak mümkünse bile bu bir güç değil artık. İnsanın tabiat karşısında "kötü" bir figüran olarak kalması da bu yüzden işte… Her şeyi sadece kelimelerle anlatmak zorunda olmak da figüranlık gibi geliyor bana bu yüzden. Artık yazmasam da olur, yine bir ölüm kalıyor çünkü her şeye galip. Matematiğin, fiziğin bir dil olduğunu ve büyük çoğunluğun bu dili bilmediğini, bir türlü de öğrenemediğini bilmek de en az tabiat karşısında bir başına kalmak ve her şeye rağmen ondan yana olmak kadar acı. Oysa sayılar insana hayattaki yerini ve hayatıyla da ilgili daha net sonuçlar ve konum bildirmede kelimelerden çok daha net ve ileridir. Haritalara ve Allah'a bu yüzden inanıyorum. Bir Allah lafzı edildiğinde herkesin bir sandığı Allah'ı kast etmiyorum oysa. Spinoza'nın "tabiat" dediği şeyin vecde gelmiş halinden söz ediyorum sadece. İktidarların, "kader" derken işaret ettikleri Allah'ı tahayyül etseydim muhtemelen yine şunu düşünürdüm: Allah bize düşman mı? Herman Hesse'nin hep tekrar ettiğim şu cümlesi pek çıkmaz aklımdan, diyordu ki: "Tanrı içimizde." Gerçekten de tanrı içimizdeyse ve buna biz "Allah'ın insana verdiği irade" diyorsak ki öyle elbette, Allah bize düşman tabii! Böyle zamanlarda iktidarlar –ebetteki insanların ortaya koydukları rejimlerden, dirsek temaslarından doğan sadece kendisi için kendinden olana hizmet etmek için örgütlenmelerinden söz ediyorum- tiranlaşarak, zalimleşerek Allahlaşmıyor mu? Haritalara ve hatta Allah'a bile şekil vererek…
Rant sadece siyasetlerini emlakçılığa çevirmiş siyasetçilerin yaptığı bir şey mi? Tabii ki değil bütün bunlar yüzünden. Çağ gibi yeni neslin de bir önceki çağın son nesliyle yer değiştirdiğinin bilincinde yarı aydınların da dahil olduğu şey rant elbette. Yıkıntılardan çıkan kitapların fotoğraflarını paylaşırken enkazlardan bile yükselmemiş "ben buradayım" seslerinin sahipleri. Gözlerin görmeye katlanamayacağı fotoğraflardan, başkalarının acılarından sahte anılar, acılar çıkarmaya çalışanların da… Keşke kelimelerle değil de sayılarla da ifade edildiğinde anlaşılabilseydi hali memleketimizin. Dini ve yönetim biçimi iki yüzlülük olan bir coğrafyada canhıraş acı içinde halini beyan edenlere, saraylarda oturup "sizin hizmetkârınızım" diyenler küfür ediyor artık. Aydınlarımız, yarı aydın olduklarından acının kadraja girdiği anlara tercüme yapıyorlar. "Hani kapandı o çağ" dediğimiz an var ya, o çağın çöplüğünden haykırır gibi yapıyorlar bunu, sıcak evlerinde, önlerinde kaliteli bir fincan kahve ile. Enkazların üzerinde dolaşan çocuklara yarın ne olacağı bilgisine haiz olmadan üstelik. İnsanın bir değeri olsaydı, sadece insan olduğu için bile, ne yetimhaneler ne de huzurevleri inşa edilmemiş olurdu hiç.
Bilimsel, tarihsel, dini nereden bakarsak bakalım sosyolojik olarak da bu hep böyledir. Sieberg'in haritası zaman içinde gelişti elbette, ama bu gelişim sadece fay hatlarının başka bölgelere doğru genişlemesinden ibaret oldu sadece. Haritalara ve Allah'a inanıyorum tabii! Ama ne Allah'ı ne de haritaları keyfince şekillendiren ve tarif eden iktidarlara değil. Zaten aslında ne dini inançların ne de yerleşim noktalarını belirleyen iktidarların "ortak buluşma noktası" diye ifade edilen "kader planı"nın gerçeklikle bir ilgisi olmadı çağlar boyunca. Öyle olsaydı eğer ne haneler ne de devlet kurumları doğrudan bu hatların üzerine kurulmazdı değil mi? Bu doğrudan kaderle mücadele ya da ona başkaldırı sayılmayacağı için. Oysa düpedüz kaderciliğin savunulmasına tezat olan da bu… Bu ülkede haritaları ve hatta Allah'ı bile geride bırakan şey rant oldu. Ona tapınıldı, ona kurban olundu. Ülkesi metrelerce batıya sürüklenmiş bir halkın tek kaygısı da bu yüzden saçma sapan bir biçimde demografik yapının yeniden nasıl şekilleneceği oldu. Tektonik hareketlerin kültürü nasıl etkileyeceği konusu insanın nasıl ve nerde daha sağlıklı ve mutlu yaşayabileceği konusundan çok daha önemli oldu. Neden? Çünkü ölen ölüyor ve kalanlar her zaman olduğu gibi yine sadece kendilerine ağlıyorlar. Daldaki elma tadını, güzelliğini, köklere borçlu olduğunu bilmediği gibi bir gün eninde sonunda durduğu daldan koparılacağını da bilmediği için galiba.
İnsanlar ne duymayı bekliyordu bu yıkıntıların yanı başında? Daha haftası dolmamış bir felaketin fotoğraflarına bakarak soğuk ve irite edici biçimde dikelmiş, güneşi balçıkla sıvayacak kadar laçkalaşmış edebi metinler mi? "Bana mısın demiyoruz, edebiyat yapıyoruz" derken, "ölen öldü kalan sağlar bizimdir" denmesini mi? Bu coğrafyada bir şey kaybettik, o bir şey ki, insanı hayatta tutacak her şeyi almıştı içine var olduğu o ilk andan itibaren… İktidarların menfaati, kendilerini devlet zannedenlerin menfaati, her şeye üstün geldi. Cinayetler ve intiharlar çok yakın akrabalardır bu yüzden. Biri diğerinin sessiz tanığı olduğu için gelişir. Çıkarına göre dönen pervaneler gibi. Diktatörler, tüccarlar ve şöhret hastalığına tutulanlar gibi. Fotoğraflarda her şeyi insana hizmet gibi gösterseler bile. Yine de kendimize zaman veriyoruz, ama toplumsal yapının en alt tabakasındaki yara iyileşmedikçe, o eksik parça gelip yerine yerleşmedikçe hiçbir şeyin değişmeyeceğini de biliyoruz. Yeryüzü derin bir nefes daha alıp verdiğinde yeniden Cahit Sıtkı'nın istediği memleketin kurulacağına da inanıyoruz, her şeye rağmen. Mevla'm, bir kararda koysun insanı…
Memleket isterimGök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun;Kuşların çiçeklerin diyarı olsun.
Memleket isterimNe başta dert, ne gönülde hasret olsun;Kardeş kavgasına bir nihayet olsun.
Memleket isterimNe zengin fakir, ne sen ben farkı olsun;Kış günü herkesin evi barkı olsun.
Memleket isterimYaşamak sevmek gibi gönülden olsun;Olursa bir şikâyet ölümden olsun.
Ayfer Feriha Nujen kimdir? Ayfer Feriha Nujen; yazar, sosyolog ve mühendistir. İlk şiirleri on dört yaşından itibaren Taflan, Berfin Bahar, Varlık, Sincan İstasyonu, Üç Nokta, Kaçak Yayın, Deliler Teknesi, Az Edebiyat, Yokluk, Forum Edebiyat, Evvel Fanzin, Amargi gibi dergi ve edebiyat sitelerinde yayımlandı. Pek çok alanda ve türde çalışmalar yaptı. Halen T24'te haftalık yazılar yazmaktadır. Bedenim Mezarımdır Benim, Yüzü Avuçlarında Solgun Bir Gül, Aşkın 7. Harikası Tac Mahal, Ay İle Güneş Arasında, Duasız Ölüler, Şairin Kara Kutusu/ Nilgün Marmara, Kırağı/Seyhan Erözçelik Şiirine Bodoslama, Öteki Cins Şair, Ey Arş Sıkıştır! yayımlanmış bazı kitaplarıdır. Yazmayı ve çeviriler yapmayı sürdürmektedir. İstanbul'a bağlı bir kasabada yaşamını sürdürmektedir. |