Karanlık sözler yazıyorum hayatım hakkında
öyle yoruldum ki, yoruldum dünyayı tanımaktan.
saçlarım çok yoruldu gençlik uykularımdan
acılar çekebilecek yaşa geldiğim zaman
acıyla uğraşacak yerlerimi yok ettim.
Ve şimdi birçok sayfasını atlayarak bitirdiğim kitabın
başından başlayabilirim.
Toplumun evi yansa, dünya aydınlandı sanırlar. Bu yüzden düşmanıyım demokrasilerin. İsmet Özel’in de dediği gibi “Demokrasi dediğin şey insanlara ne kadar şirin görünürsen, o kadar el üstünde tutulacağın şeydir. Demokrasi kendini ancak şöyle savunur: Kötü rejimlerin en iyisi.” İnançlar ve ırk konusunda değil, ama bu konuda meftunuyum kendisinin. Doğru olana doğru demek kimseye bir şey kaybettirmez. En kötünün iyisi de kötüdür çünkü. Çoğunluğun azı ezdiği yerdir demokrasi. Çoğunluğun haksızlık üzerinde bile mutabakata vardığı, anlaşmış, uzlaşmış olması onu doğru bir yönetim yapmaz. Değil çünkü. Bir toplumda, bir toplulukta bir tek kişiyi bile dekarte eden hiçbir sistem doğru bir sistem değildir. Kırk yaşında Sokrates’i öldüren şey de demokrasidir. Üstelik Sokrates’in uğruna öldüğü şey de yine demokrasidir. Çünkü demokrasi denen rejimleri yönetenler tiranlaştıkça bütün savunmalar sadece birer hikâyedir. Her bir bireyin kararları toplamı sonrası ortaya çıkan “yanlış”lığı doğrulamak doğru bir karar olamaz. Bu dünyanın her yerinde her döneminde vücut bulmuş edebiyat ortamlarında da böyledir, siyaset ortamlarında, evlerde, fabrikalarda bile. İşçi sınıfının birleşmesinin önündeki engel de bu değil mi zaten? Kendi kayığını yüzdürmek isteyenlerin küçücük menfaatleri uğruna insanların birbirlerini bir nesne gibi fırlatıp atmaları da bundan değil mi? Kötülüğün bir biçimine başkasını alet etmektir bu yüzden demokrasi. İradesini kaybetmiş bir halk demokrasi adı altında yönetilen bir kalabalıktır sadece. Belki de adına “demokrasi” denen şey olması gereken demokrasi değildir, olmamıştır. Çünkü kelimeler insanın işidir ve onlara anlam veren de odur. Yani adı değişir, kendi değişmez bir düzen var dünyada. Her ne kadar nizam-ı âlem bir altın oranla izah edile gelse de âdemoğluna. Ben bu düzeni mi değiştirmek istiyorum, bu bir hayal mi? Evet ama insan da âlemde hayal ettiği müddetçe yaşar. Bu, İsmet Özel’in şu satırlarına benzese bile:
Ve şimdi birçok sayfasını atlayarak bitirdiğim kitabın
başından başlayabilirim.
Ben de şimdi baştan başlıyorum: Sadece edebiyat da sadece din gibi afyondur. Yine İsmet Özel’in de şiddetle eleştirdiği gibi, “Şairler sadece şiir yazsın, gerisine karışmasınlar istiyorlar!” Oysa hakiki şairlerin şiirleri de düşüncelerinin birer bilançosudur. Bütün edebi türler içinde yalnız ve en çok şiiri severim bu yüzden. Böylesi sözler sadece hayatta tutan ve böylesi ciddi ölümcül olan şiirler kendinden başka herkesin yaşam hakkını savunacak kadar kendinden geçmiş hakiki şairlerin yazdığı şiirler için söylenebilir. Hiçbir zaman anlamayacak, anlayamayacaklar şiiri neden sevdiğimi. Çünkü ondan daha güçlü bir ifade ile izah edemeyeceğim bunu. Kalbin dövünen kapakları altında dolup dolup boşalan odalar gibi neden bir anda aydınlanıp kararan ben’lerin nefes alıp verişine benzediğini onun… Bir şairden sözler ederken neden sanki hep kendimden söz ediyormuşum gibi yazdığımı... Neden, oturup yılgınca masaların bir kenarında üzülünce içen sevince içen biri gibi olurum, ruhumla temas eden bir dizeyi bir kez dahi dilime doladığım anda.
Bugün bile politikacıların birer duygusal baskılama, vicdanlı insan portresi yaratmak için kullandıkları şiirin adeta kitle imha silahları gibi kullanıldığı şu zamanda şiirin halkın büyük çoğunluğu tarafından azımsanıyor olması korkunç bir manzara doğrusu. Evet, bu da demokrasinin bir sonucu… Fakat şunu biliyoruz ki, tıpkı rahmetli Sezai Karakoç gibi bütün hakiki şairler öfkelenmişlerdir, şiirlerini okuyan politikacılara. Çünkü hakiki bir şair asla istemez şiirleriyle kandırılmış bir halkın üç-beş kişinin çıkarı için sömürülmesini. Bu ona isterse uluslararası bir itibar, şan, şöhret vaat etse bile. “Sağdan başlayıp, en sola geçti” diyecekler şimdi. Oysa ben değilim durmadan kulvar değiştiren. Haklıya haklı, doğruya doğru demekle mükellefim. Aksi olsaydı zaten hepimiz dünyaya biricik aşkların planlanmış çocukları olarak gelmez miydik? O zaman her şey ne kadar da düzenli olurdu değil mi? Düşünülmüş her çocuk yetiştikçe başkalarını da düşünmenin aslında ne kadar önemli olduğunu bilirdi. Oysa insan böyle yetişmiyor. Çünkü zaten dünyaya bu biçimde gelmiyor. Soyun devamı ya da baskının, dayatmaların bir çeşidi olarak insanın motivasyonunu sağlayan bir üremenin sonucuyuz ve bunu biliyoruz değil mi, nihayet! Ve bunun da kendilerince demokrasi dedikleri bir yönetimin sonucu olduğunu…
Eugen Berthold Friedrich Brecht’in bir şiirinde dediği gibi, “Okumuş bir işçi. İşçi çocuğu…” Hiçbirimiz değiliz aşk çocuğu. Biz yoksul halkın çocuklarıyız. Yoksul halk çocukları arasında sesi git gide gürleşmiş bir başka şair de Hasan Hüseyin Korkmazgil. Bir şiirinde, “Acıyı bal eyledik” diyor, bilerek balın fazlasının zarar olduğunu. Gürün’de doğdu. Doğduğu o ilk anda görünür oldu. Bir işçi çocuğu… “Parasız yatılı” deyince akla ilk gelen toplumcu gerçekçi hakiki şairlerden tabii ki! Gerçekte demokrasinin ne olduğunu ve ne olması gerektiğini en iyi bilenlerden biri... Gazi Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümü’nden mezun oldu. “Şiir tek kalemizdir” diyordu Şükrü Erbaş, bu yüzden gereksiz bulunduğu kadar tehlikelidir de şiir, çoğu zaman. Çünkü ihmal edilmiş şeyler gelir bir gün herkesin yüzüne patlar. O da bu tehlikeli silahı almıştı çoktan eline. Pek çok şair gibi sakıncalı bulunan şairlerden biri olan Nazım Hikmet şiirlerini okuduğu için tutuklanmış ve sadece altı buçuk ay öğretmenlik yapabilmişti bu yüzden. Bakın işte bunlar, bunlar da hep demokrasi yüzünden. Tıpkı Fakir Baykurt gibi en sevdiği şiir yüzünden en sevdiği meslekten men olmuştu. Bir şiir ne kadar tehlikeli olabilir? 142. Maddeden üç yıl yargılanması yetmemiş olacak ki, pek çok kamu hakkından da men edilmişti. Böyle ucuz kurtulmak yoktu tabii, hüküm dolup cezaevinden çıktığı gibi asker kaçağı sayılmış ve askere alınmıştı. Kendini fırlatılıp atılmışlığa esir edecek değildi ya, “Okumuş bir işçi, işçi çocuğu” arzuhalcilik yaptı bir süre. Kültür diye bir şey yoktur, bu yüzden kültürün yerine ideolojileri en ölümcül biçimde yerleştirmiş, stratejileri sadece haritaları ve toplumun emeğini kendi aralarında bölüşmek olan politikacıların “Çalışıyoruz” dediği kanunların o da kurbanı olmuştu. İşte bu da tiranlaşanların demokrasisinin bir sonucuydu. Öyle ki, varoluşunu hikâyeye dökerken şöyle diyordu:
“Ekmeğimi kazanmak için arzuhalcilikten karakalem portre ressamlığına kadar çeşitli işlerle uğraştım. Radyofonik piyes yazdım. Fıkra yazdım. Mizah hikâyeleri yazdım. Şiir yazdım. İş aradım. Türkiye’de iş aramanın başlı başına bir iş olduğuna inandım.” Bu yaşanmışlıklar olmasa bu şiir de elbette vücut bulamayacaktı böyle:
Eti geçti, duydun mu? Bıçak kemikte. Duymadınsa duy artık behey Allah’ın kulu, bıçak kemikte.
Bütün demokrasiler bir yönetim biçimden çok bir ilişki biçimi olduğu için daha çok eğitim seviyesi düşürülüp -çünkü sözümona “medeni yasaların”- yozlaştırdığı seviyelerde kalsın istedikleri toplumların kimliksiz, özsüz kalması için sürekli güncellenmesine yaramıştır hep. Tek adamları kendi seçen bir halkın kendine bunu kendi elleriyle yapması ne acı. Demokrasi sadece yönetenlerin yönetilenlere her ortamda baskı kurmak için yarattıkları bir sistemdir sadece. Vicdan kelimesinin bir savunma ve bazen de bir durdurma mekanizmasıymış gibi kullanılması da bu yüzden değil mi? Bir işletmenin, bir mecranın bütün iş yükünü üzerine yıktığı çalışanlarına ancak vasıfsız kimselere ödenecek miktarlarda ücretler ödemesi de bu yüzdendir. Hiçbir edebi tür şiir kadar tehlikeli ve insanı uyandırmaya çalışan bir tür değildir bu yüzden. O şiirler sadece bir iç sıkıntısının dışa vurumu olmamıştır. Hakkını arayanın, olması gerekenin olması için dişlerini bileyenin hamleleridir şiir. Kültüre, onunla şekil alan koşullara, ideolojilere ve ideolojilerin neden insani içerikler taşıması gerektiğine çağrılar yapan şiirler hakiki şiirlerdir sadece. Bir ruh hekimi de olan şair Kemal Sayar bir şiirinde, “Kalbinizi kuşatmaya geldiydik” derken şiirin ezilmişlerin çaresi olduğunu ima etmiyordu sadece. Onunla her şeyi kuşatabilenlerin her şeyin üstesinden gelebileceğini de ifade ediyordu benim için. Bazı kavramları, evrensel kavramları bile, kendi menfaatleri için algılanması gerektiği gibi anlamlandıranların bunca sözden hiçbir şey anlamamaları gayette normal. Belki sonra ben de oturup şu şarkıyı söylerim: Mesut Bahtiyar’dan şarkılar dinlediniz. Çünkü siz toplum olarak demokrasiyi kendi istedikleri biçimde şekillendirenlerin kabul görsün istediklerini kabul ettiniz, reddettiklerini reddettiniz. Yine de insan umut kesmiyor anlaşılmaktan, anlatmayı sürdürmekten:
Duy da silkin n’olursun
bu ne biçim uyku bu.
Bıçak kemikte
Verilmemiş alınmış hep,
yük vurulmuş dağlar gibi – insanlık bu mu?
Çalıyor sömürünün imdat çanları,
kımılda da kurtar şu onurunu
bıçak kemikte.
Topraksa paylaşılmış kıyılarsa yağmalanmış,
umut hacizde,
ya bu neyin puştluğu bu sana yokluk sana yasak sana dam insan değil – hâşâ – bir yağmacı soyu bu,
bıçak kemikte.
Üretensin yaratansın yürütensin dağları,
bakma öyle kilit kilit, duvar duvar.
Yetsin artık bu susku
bıçak kemikte.
Anasın boynun bükük babasın kolun kırık
oğullar kan içinde.
Kaldır artık başını «kalsın benim dâvam dîvana kalsın» demiş ozan.
O dîvan sensin artık
bıçak kemikte.
Ayfer Feriha Nujen kimdir? Ayfer Feriha Nujen; yazar, sosyolog ve mühendistir. İlk şiirleri on dört yaşından itibaren Taflan, Berfin Bahar, Varlık, Sincan İstasyonu, Üç Nokta, Kaçak Yayın, Deliler Teknesi, Az Edebiyat, Yokluk, Forum Edebiyat, Evvel Fanzin, Amargi gibi dergi ve edebiyat sitelerinde yayımlandı. Pek çok alanda ve türde çalışmalar yaptı. Halen T24'te haftalık yazılar yazmaktadır. Bedenim Mezarımdır Benim, Yüzü Avuçlarında Solgun Bir Gül, Aşkın 7. Harikası Tac Mahal, Ay İle Güneş Arasında, Duasız Ölüler, Şairin Kara Kutusu/ Nilgün Marmara, Kırağı/Seyhan Erözçelik Şiirine Bodoslama, Öteki Cins Şair, Ey Arş Sıkıştır! yayımlanmış bazı kitaplarıdır. Yazmayı ve çeviriler yapmayı sürdürmektedir. İstanbul'a bağlı bir kasabada yaşamını sürdürmektedir. |