Modern öykünün günümüz edebiyat anlayışının içerdiği yazım ve anlatım biçimleri arasında kendi yazım ve anlatımı biçimini yakalamış bir şairin öykülerini konuştuk. Murat Çelik, fotoğraftan yazıya, öyküden dilin ussal yapısına ve neden şiiri ötelemekteyiz'i konuştuk.
- Pek çok kişinin sizi öykücü olarak akıllarına mıhlaması beni çok enterese etmiyor doğrusu. Çok iyi bir öykücüsünüz hakkınızı yemem, ama bazı kitaplarda bazı fikirler, bazı cümleler ancak bir şairin fikirleri ve cümleleri olarak çıkar ortaya. O metnin yazım biçimi, türü, onun hissettirdiği şeyden başka bir şey olmuyor benim için. Bunu belirleyen şey o metnin sesidir çünkü. "Şiiri başlatan ilk dizedir" derler ya hani, işte öyle. Sizin öykülerinizde de bu var. Şunu diyebilir miyiz, öyküleriniz uzun zamanlardan sonra birdenbire mi yazılageliyor? Bu öyküler o söz konusu ilk cümle ile mi vuruyor karaya? Yani siz, öyküde şiirsel bir dil mi kullanıyorsunuz, asla şiir dediğimiz kalıba sığmayan şiirsel bir üslupla?
Şiirsel yoktur bence, şiir olan veya olmayan vardır. Ses olarak beğendiğimiz her şeyi neden şiire yakıştıralım ki? Bende her şey hikâye olarak başlıyor. Şiir de öyle. Yazacağım atmosferi yaratabilirsem hikâyeden yorgun düşene kadar yazıyorum. İlk cümleyi, ilk sözcüğü önemsiyorum ama onun olmuşluğundan ziyade olmamışlığıyla ilgileniyorum. Bu yüzden çoğu kez üçüncü-dördüncü cümleyi ya da bir sonraki paragrafı başa alarak değişime bakıyorum. İçime sinene kadar devam ediyor azaltma, eksiltme, yer değiştirme.
- İyi metinler, iyi şiirler ilk anda anlaşıldığı anlamları içermezler. Bu her okurun kendi algılama biçimine göre bir anlaşılmama durumu değil. Söz konusu metnin yazanı, şiirin şairi bile kendi yazdığı metni/şiiri bir süre sonra tekrar okuduğunda ona verdiği anlamlardan çok daha başka anlamlar taşıdığını fark edebiliyor. Bu bağlamda sormak istediğim şey hem şair hem öykücü olmanın kendi içindeki hiyerarşinin kurbanı olmakla ilgili. Kolay anlaşılmayanları çabuk mu harcıyorlar? Öykücüler şairlerden daha mı çok anlaşılıyor sizce? Peki, neden?
Anlaşılıp anlaşılmamak mühim değil. Sıkı bir şey yaptığını biliyorsan, estetik hazzın varsa, yaptığın şeyden "şimdilik" tatmin olmuşsan yeterli. Seninle duygudaşlara rastlaya çarpa devam edecektir metinle kurulan diyalog. İskeleti ve katmanları iyi çizilmiş bir hikâyenin hem şiirini hem öyküsünü hem de romanını yazabilirsin. Ben bir hiyerarşi kurmadım hatta önce öykülerimi okuyup sonra şiirlerimi okuyacaklar şiirlerimi hiç sevmeyecektir. Onlara öykülerde vaat ettiğim şiiri yazmıyorum. Çünkü öyküde şiirle ilgilenmiyorum, sesi kurcalıyorum.
- İlk öykü kitabınız Epey, sonra Eve Dönemeyen Hayvan ve şimdilik son öykü kitabınız Kışın Herkes Dürüsttür. Üçü de muhtevaları gibi yazım biçimleri olarak da birbirlerinden çok farklı kitaplar. Her birinde dilinizin de farklılaştığını görüyoruz. Öykücülüğünüz tabii ki kendinize has bir biçimde bir yazı geleneği oluşturduğunuzu gösteriyor; '50 kuşağı öykücülüğü de barındırıyor içinde, ama deneysel yaklaşımlar da içeriyor, modern edebiyatın yeni özellikleriyle birlikte. Siz öykücülüğünüzü bunlardan hangisine daha yakın görüyorsunuz?
Dili, sesi önemseyen herkesle, her dönemle yakınlık ilan edilebilir. Antolojideki birçok öyküye saygı duymakla, onu/onları sevmekle, içselleştirmekle başlıyor bence kişisel tarih. Yapılmışlara bakıp kendi inşa edeceğin yazı evrenine, bunun da sahiciliğine çalışıyorsun. Kanınla yazacakların tükendiğinde ise kenara çekilme vakti geliyor sanırım. Sahtenin sirayetiyle yaşayamayız.
- Kışın Herkes Dürüsttür'ün sonundan başlamak istiyorum. Can alıcı bir öykü… Tarihle hesaplaşmak gerekirse, can alsın da bence. O son paragrafın altında yer alan henüz yirmi beşinde öldürülen genç bir kadının fotoğrafından söz etmek istiyorum. O son paragrafta diyorsunuz ki: 1965 yılının aralık ayında, yirmi beşinde bir kadın her yıl gebe kaldığı için öldürüldü. Onun yüzünü çok az insan hatırlıyor - tek tane fotoğrafı var. Yaşasın isterim. Bu fotoğraf bu öyküde söylenememiş sözleri gözlerinde taşıyan birine tanınmış söz hakkı olarak mı yer alıyor?
O kadının hikâyesini bilenler bir bir ölüyor ve onlar öldükçe unutulup gidecek. Ben bu dünyanın da bir rövanş yeri olduğuna inanıyorum. Onu öldüren akıl okumayacaktır ne yazıldığını ama o fotoğrafa, o gözlere bakıp kalacaktır. Yazının susup kaldığı, ilişemediği bir yer var. Eğer fail ölmüş olsaydı pöstekinin altından kinimi çıkarıp bileyemezdim.
- Fotoğraf demişken, hayatı boyunca babasıyla bile yan yana bir fotoğrafı olmayan ben bile tuhaf bir biçimde fotoğrafları önemserim. Fotoğraflara bakarken orada bir zaman baş aşağı asılı kalıyor sanki insan. Dondurulmuş zaman kapsülleri gibi bir şey sanki fotoğraflar, ama geçip giden zaman onları da solduruyor. Değiştiriyor. Zamanla kendilerine has kokulara bile bürünüyor fotoğraflar. Eve Dönemeyen Hayvan'da, Fotoğrafhane ve Geçimsiz Tarih Hakkında adlı öykünüz de fotoğraflar içeriyor. Fotoğraf ve öyküyü yan yana getirmekte kastınız nedir? Zamanı durdurmuş olmak mı, yoksa zamanın çekilmiş fotoğraflardan sözcüklere geçişini resmetmek gibi bir şey mi yapıyorsunuz öyküde? Fotoğraflar sizin için ne anlama geliyor?
Fotoğraf o anın temsilcisi, öncesini ve sonrasını hatırlamak bize kalıyor. Hiç unutmadığımız şeylerin bile unutulacak yaşları var. Durduk yere hatırlanacak, hatırlanması gereken kokular ve görüntüler, o koku ve görüntüyle birlikte uzanıp gidilecek döküm. Fotoğraf üzerine kurulmuyor ana metin, üç parça da kendi görevinde: imlasız bir zihin, fotoğraf ve düzyazışiir.
- Ne kadar bilinçlice bu biçimi verdiniz öykülerinize bilmiyorum, ama farklı nesillerden, kültürlerden çok fazla kadın karakteriniz var. Bu erkek bir yazan açısından çok önemli bir şey değil. Fakat önemli olan yanı şu: özellikle Aynı Koku, Fasılasız ve Zamanaşırı adlı öyküleriniz hem sadece okumak için okuyanlar hem de feminist okumalar yapanlar için kadının toplumdaki yeri, yeryüzündeki var olma biçimlerine dair önemli tespitler ve bakış açıları içeriyor. Aynı Koku adlı öykünüzdeki şu iki cümle; Kimse annesinden evvel yaşamadığı için / annesinden sonra nasıl yaşayacağını bilemiyor derken bile açıkça kadının ve onun hayattaki rolleri üzerine yorumlarda da bulunuyorsunuz. Hem öykülerinizde hem de öykülerinizi baz alınca toplumda kadının ve kadınların var olma biçimleri üzerine öyküler yazmayı bir amaç ya da hedefle belirlediğinizi düşünmek doğru olur mu?
Bir hedef veya amaç değil, duygular ve tecrübeler. Yaşanmışlar. Babaannem kuşağının sevmeyi bilmediğini gördüm, incelikle sevmiyorlar, öğretilmemiş. Onların hayatları çalışmak üzerine kurulu: tütün yapmışlar, buğday ekmişler, hayvanları hep varmış, fayda üzerinden alışkanlık geliştirmişler sevmeye de. Bir kedi güzel, cana yakın diye tutulmamış evlerinde, fare yakalasın diye beslemişler. Annem kuşağı daha başarılı bu konuda ama annem kızını sevmekten bizi sevemedi belki, kızı gidince de kışı geldi. Annem annemler içinde başka bir tarif. Şimdiyi ise pek bilmiyorum, kestiremiyorum. Saldıran zamanı anlamak duran zamanı anlamaktan daha güç.
- Kışın herkes dürüst müdür gerçekten? Ben buna çok emin değilim, belki kış daha dürüsttür herkesten (gülüyor). Kitap boyunca herkesin anlamayacağı derinlikte varoluş ve zaman üzerine cümlelerle karşılaştım. İçinde Bak, Kimseler Gizlemiyor Talihini adlı öyküde, Fotoğrafını çektiğimiz her şey nasıl bizim olabilir?/ Bizim olamaz, en azından her şey olamaz çünkü sahiplenilmez şeyler var, ait olmaz şeyler diyalogunda olduğu gibi. Bu kitapta her şeyi belirleyenin belirsizlik olduğu gerçeği var. O kadar net bir belirsizlik ki, varoluşa da etki ediyor, zamana da. İnsanın hayatını sadece bir öykü bile olsa, bu iki canlı kavram arasında bütün bu belirsizliğe rağmen sabit tutmayı nasıl başardığınızı açıklamanız gerek bence?
Kadınlardan ve saldıran zamandan (şimdiki zaman) bahsetmiştik. Her şeyin sebebi orada. Teknik olarak bunu başaramamayı dilerdim tabii.
- Dinleyenle anlatan, gidenle geride kalan, bekleyenle durmadan alıp başını gidenler arasında zamanın izafi bir şey olduğunu görüyoruz öykülerinizin çoğunda. Travmatik metinleri severim. İnsan zihnini berraklaştırdıklarına inanıyorum. Zamanın izafi olduğunu bize gösteren de bu duygu durumlarıyla yüzleşmek değil mi zaten? Kışın Herkes Dürüsttür'deki ilk öykünüz Habu'da diyorsunuz ki, Bir dilek daha tutarsın. Evvelkileri boş verirsin. Burada hayatın ve insanın tekrarlarını ve bu tekrar edişleri hayatın akışı olarak kabullenişini görüyoruz. Bütün bunlar hem yazanın hem de yaratılmış karakterlerin travmalarını bastırma çabası mı biraz? Yoksa aslında bu travmaları imdat sinyalleri gibi haleler halinde dünyanın yüzüne çarpma girişimleri ya da hayatın insana dayattıkları karşında sabır dersleri mi?
Dünyanın yüzünü her sabah ilk kez görüyor gibi uyanmak gamsızlık gibi fakat o yabancılık hissi, deri kalınlaşması hayat kurtarıyor. Yaşatamadıklarımız var, bunlar başaramadıklarımızla boy ölçüşemez. Ölüm terbiyesi almış birine ilişemezsiniz. Travma bir teşhis mümkünü, ondan beklenen yaratım kişiye bir şifa olabilir. Teşhisi reddedenin, kendi zoruyla kavga edenin varlığını, imge kılığını, karanlık örüntüsünü arıyorum ben. Ve belki de böyle yazıyorum.
- Yazanlar, yazmaya şiirle başlayanlar bir süre sonra ondan kaçmak istiyorlar sanırım. Bunu ben de denedim. Ama şiir başka bir şey! Hem ilaç, hem zehir… İnsan kaçtığı şeyin ayakları dibinde buluyor kendini başını kaldırıp önüne baktığında. Ne kadar uzak o kadar yakın aslında. Bir sürü intihar mektubu okudum, yüzde doksanı şiirdi. Şiir bir son söz söyleme sanatı gibi, o kadar önemli. Biçimi değişiyor belki, ama bir şair oturup roman da yazsa o roman bir şiir gibi yazılmış oluyor. Buna dil belası mı deniyor, ne deniyor (gülüyor)? Öyküde rotanız sağlam ve net, bu açık zaten. Ama gelecekte şiirle aranızdaki mesafe ne olacak?
Şiiri çok abartıyoruz gibime geliyor. Kodlarını tespit edemedikçe, anlam yüklemekle çalıştırdıkça… kestirmeden giden bir toplum olduğumuz için olabilir. Bu arada şiir konuşmaya, onun magazinine de bayılıyoruz. Üstelik tüm bunlar ortada şairin itibarı yokken, erimişken söz konusu. Güzeli şiire benzetme yanılgısından sıyrılmak gerekiyor, üst başlık "estetik" olmalı, tüm türler üstü. Karar almak mümkünse eğer ben şiir yazmama kararı aldım uzun bir süre. Dönebilirsem bakacağım.
- Ece Ayhan bir şiirinde diyor ki, Maveraünnehir nereye dökülür? Bunun yanıtı sadece şiirde. Ben sizi hep bir şair olarak bilecek, hep bir şair olarak anacağım. Beni yanıtladığınız için teşekkür ederim.
Şair olmak da matah bir şey değil. Ben teşekkür ederim.
Ayfer Feriha Nujen kimdir? Ayfer Feriha Nujen; yazar, sosyolog ve mühendistir. İlk şiirleri on dört yaşından itibaren Taflan, Berfin Bahar, Varlık, Sincan İstasyonu, Üç Nokta, Kaçak Yayın, Deliler Teknesi, Az Edebiyat, Yokluk, Forum Edebiyat, Evvel Fanzin, Amargi gibi dergi ve edebiyat sitelerinde yayımlandı. Pek çok alanda ve türde çalışmalar yaptı. Halen T24'te haftalık yazılar yazmaktadır. Bedenim Mezarımdır Benim, Yüzü Avuçlarında Solgun Bir Gül, Aşkın 7. Harikası Tac Mahal, Ay İle Güneş Arasında, Duasız Ölüler, Şairin Kara Kutusu/ Nilgün Marmara, Kırağı/Seyhan Erözçelik Şiirine Bodoslama, Öteki Cins Şair, Ey Arş Sıkıştır! yayımlanmış bazı kitaplarıdır. Yazmayı ve çeviriler yapmayı sürdürmektedir. İstanbul'a bağlı bir kasabada yaşamını sürdürmektedir. |