Edebiyatta 30 yılı geride bırakan Murat Gülsoy ile 4 Mayıs'ta çıkacak yeni kitabı Belirsiz Bir Anın Kıyısında'yı ve bir yaratım süreci olarak yazmayı, insanı ve "yazan biri" olmayı, kötüleştikçe kötüleşen dünyanın gergefinden geçen "şey"leri konuştuk.
Gülsoy yeni çıkacak kitabının ismini ilk kez T24 okurları ile paylaştı.
- Bugün yeterince okumamış, okuma kültürü gelişmeden birden bire yazmaya başlayanlar var. Kısa bir süre sonra gözden kayboluyorlar tabii bu yazanlar. Benim etkilendiğim, önemsediğim yazanların çoğuysa yazmaya okumakla başlamış ciddi nitelikli yazarlar. Bu ciddiyet biraz da erken okumalarla başlıyor elbette. Sizin ortaokul günlerinden itibaren yoğunluğu artan bir okuma hayatınız olduğunu biliyoruz örneğin. Bu okumalar nitelikli bir okuru bir süre sonra edindiği teknik ya da entelektüel birikimi dışarıya atması gerekliliğini de çıkarıyor ortaya. Okuyan bir zihin için dışarıya atılması gereken yükün insanda yarattığı enerji onu yazmaya iten tetikleyiciler arasında mıdır? Sizin yazma eyleminizde böyle bir enerji söz konusu oldu mu, ilk ciddi metniniz ne zaman hangi duyguyla vücut buldu?
Evet, kesinlikle katılıyorum sorunun içerisindeki önermeye. Yani okumanın kışkırttığı bir eylemdir yazmak. Zaten yazmayı okuduklarımızdan öğreniyoruz. En azından benim yaşadığım çağda bu böyle oldu. Çevremde sözlü olarak masallar anlatan büyüklerimiz elbette vardı ama bir masalcılık geleneğiyle tanışmış değildim. Örneğin Yaşar Kemal'in çocukluğunda karşılaştığı gibi bir ortamda bulunmadım. Dolayısıyla sözel bir kültürün yarattığı tetikleme başka bir şey olabilir ama benim içine doğduğum tarih ve yer itibariyle, 1970'lerde çocukluğumu yaşadığım İstanbul şehrinde pek öyle masalcılık ve efsanecilik yoktu. Onun yerine kitaplar vardı. Dolayısıyla kitaplar ilk tetikleyici oldu benim hayatımda. Bu tetiklenmenin mahiyeti önemli tabii, yani ilk başta çocuk niye kitap okuyor ya da ben neden okudum? Eğlence için okuyordum her şeyden önce. Kitap okumak beni eğlendiriyordu. Hoşuma gidiyordu ama bu hoşa gitme meselesinin arkasındaki derinliği de sezmeye başlamıştım. Şöyle ki ilk başlarda okuduklarım resimli kitaplardı gerçi ondan önce de kitap denilen nesnenin çekiciliğine kapılmıştım. Yani bilmiyorum neden... Her çocukta bu olur mu, emin değilim. Bir eve gitsem mesela, yabancı bir eve, orada bir kitaplık varsa hemen ilgim oraya yönelirdi. Oyuncaklara, toplara falan değil. Okumayı bilmediğim yaşlarda bile gidip orada kitapları kurcalama, onların renkleri, içini açtığım zaman gördüğüm resimler ilgimi çekerdi. Hele ki, ansiklopediler. Beni zaten ilk cezbeden şey ansiklopediydi aslında. Çünkü şimdiki genç arkadaşların, hatta çocukların hiç bilmediği bir şey ansiklopedi.
Ansiklopedi 21. yüzyılla birlikte artık tamamen yok olup gitti. Neydi ansiklopediyi çekici kılan şey? Ansiklopedi dünyanın bir temsilini sunuyordu. Yani bir ansiklopedinin kapağını açtığım zaman maddeler halinde listelenmiş bir dünya buluyordum. Karşıma bir ağaç da çıkabiliyor, bir ülke de, yaşamış önemli bir kişilik de çıkabiliyor veya bir alet. (Gülüyor) Bunların tek ortak özelliği aynı harfi paylaşıyor olması, alfabetik sıralanmalarıydı. Yani aslında o kadar gülünç bir şey ki, bizim şu anda internet üstünden kurduğumuz bu yeni dünyada alfabetik olanla işimiz yok. Biz herhangi bir konuyu araştırdığımız zaman kendi adıyla arıyoruz ve hemen ulaşıyoruz. Hadi birazcık daha kurcalamak istersek onun ilgili bağlantılarını tıklayarak kendi bildiklerimizin içerisinde ilerliyoruz. Aslında bu çok ilginç bir şekilde bizi kendimizle sınırlamak anlamına da geliyor. Hani, deniz çok geniştir ama sizin kabınız küçükse eğer ondan faydalanamazsınız, diye bir atasözü vardır. Onun gibi bir şey, kocaman internet okyanusunda bütün yazılmış ansiklopedilerden daha fazla bilgi var ama içinde dolaşmak o kadar kolay değil. Oysa neyi araştıracağını bilmeyen bir insanın ansiklopediyle karşılaşması başlı başına bir büyü yaratıyordu, birincisi bu. İkincisi de, ansiklopedi dediğimiz şey elbette ki güvenilir bir bilgiydi bugünkü ortamla kıyasladığımız zaman.
Şimdi tabii ansiklopedi beni cezbediyordu ama asıl roman ve öykünün motivasyonu nereden kaynaklanıyor, diye soruyorsunuz bu soruda. O da tabii diğer romanlardan kaynaklanıyordu ve öykülerden. Ansiklopedi güzel, ilginç bir dünya var orada, çok renkli. Bundan heyecan duyuyorum. Tamam, ama bir de öyküler ve romanlar var. Onların yarattığı etki farklıydı. Şöyle açıklayabilirim: Kitapta hiçbir resim olmamasına rağmen kafamda resimler oluşmasını sağlıyordu. Mercan Adası diye bir roman okurken fark etmiştim ilk olarak. Okurken bir an fark ettim ki bu resimli kitaplardan daha ilginç bir şey yaratıyor insanda. "Şey"leri görebilir hâle geliyoruz. "Şey"leri zihnimizin içinden görmek başka bir duygu. Yani size resim olarak sunulmasından farklı bir şey. İkincisi, adeta bir gözlük takmış gibi insanları ve dünyayı derinlemesine görmeye başlıyorsunuz.
Ne demek derinlemesine görmek? Başkalarının zihninin içine girmek aslında. Şimdi biraz gündelik hayatta teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin bazı şeyleri yapamıyoruz asla. Ben sizin zihninizden ne geçtiğini bilemeyeceğim asla. Siz de benimkinin. Bu hepimiz için geçerli. Örneğin, nesnenin içini görmek konusunda geliştik (Gülüyor). X ışınları var, çeşitli teknolojiler var ama halen ne düşündüklerini göremiyoruz, duyamıyoruz. Edebiyat ise bize başka insanların ne düşündüğünü gösteriyor. Elbette bir yanılsama ama çok kuvvetli. Sadece zihinlerin içinde neler olup bittiğini göstermekle de sınırlı değil. "Şey"lerin de yani manzaraların, nesnelerin, doğanın, şehrin de içini "gösteriyor." Örneğin şehir... Şehirde yaşamak başka bir şey, şehir üzerine okurken yaşamak başka bir şey. Bize başka bir derinlik veriyor. Dolayısıyla bunları okurken "ben de yazar olayım" hissi, "ben de yazayım" hissi oluyor tabii. Çünkü şunu seziyor insan, evet bilim çok önemli, çok güzel bir şey. Keşiflerle dolu, heyecanlı bir şey ama edebiyat da ya da sanat da diyelim daha genel anlamıyla farklı bir derinlik veriyor. Bu aslında insan zihninin yapabildiği en karmaşık ve üst düzey işlerden bir tanesi. O yüzden de bende hep o heyecan vardı ama kurmaca yazmaya cesaret çok da fazla bulamıyordum. Bir tek ortaokul yıllarımda Türkçe derslerinde öyküler denemiştim. Kompozisyon yazmak yerine bir fikri yazarak tartışmak amacıyla verilmiş ödevlerden birini "Ben bunu bir öykü gibi mi yazsam? Böyle maceralı bir şey olsa, acaba ne olur?" diye düşünerek bir tane denedim, baktım sınıfta çok tutuldu. Hoca da tuttu (gülüyor) ve ondan sonra ben o sene hep böyle kısa öyküler yazdım. Motivasyon şu tabii; okuyanı şaşırmak, eğlendirmek ve de ikna etmek. Ama asıl zevk o şaşkınlığı görmek okurun yüzünde.
Şimdi mesela, bunu bir deneme ile yapmak epeyce zor. Aslında iyi bir deneme yazarı da tabii iyi bir fikir yazısı da bizde o şaşkınlığı yaratır tabii ama öyküde bunu yapmak o yaşlarda benim için çok daha heyecan vericiydi. Hâlâ da roman ve öykü yazmayı o yüzden seviyorum. Yani oradaki şaşırtıcı olanı bulabilmek hem kendim için hem de okur için.
- Çocukluktaki okumalarınızın temelinizi oluşturduğunu görüyorum. Okuduğunuz o ilk kitaplarda, yazarlarda kendinizi görmek, bunu hissetmek de yazmak için size bir zemin vermiştir elbette ama bunların dışında çocuklukta okumaya başlayan yazarlar için "ben zaten yazacaktım, bende bu işin kumaşı vardı ve bu okumalar, bu etkiler de bunu geliştirdi" diyebilir miyiz? Daha ilerisinde ise bir grup arkadaşınızla çıkardığınız Hayalet Gemi dergisinin de yazı hayatınıza katkıları oldu mu? Hayalet Gemi size neler kattı, edebiyatta 30 yılınıza dönüp baktığınızda neler hissediyorsunuz?
Ben doğuştan gelen özelliklerin bu konuda çok abartılmasından yana değilim. Evet, bir ilgim vardı ama nedendi acaba onu bilmiyorum veya onu analiz edemiyorum ama önce ilgi vardı bir kere. Önce merak vardı. Buna doğru beni çeken bir şey vardı. Ondan sonra yazma arzusuna dönüştü bu okuma ve araştırma süreci. İlk yazdıklarım da doğrusunu isterseniz o sizin okuduklarınız değil aslında. 1999'da yayımladığım ilk kitap aslında bir sonuç gibi diyelim, baya uzun bir sürecin sonucu. Yani en az 10-12 yıllık bilinçli bir yazma arayışının sonunda çıktı o kitap. Yani 1992 yılında demek ki ben 25 yaşındaydım ki, o tarihten itibaren 6-7 yıldır, 18 yaşlarımdan itibaren ciddi ciddi yazıyordum. Hatta bir de Yunus Nadi Öykü Ödülü'ne katılmıştım. Orada da bir üçüncülük ödülü almıştım, 1989'da. Dolayısıyla da 22 yaşındaydım herhalde. Bu bende tabii ki müthiş bir motivasyon yaratmıştı. Hemen gidip yayınlatmak için Can Yayınları'nın kapısını çalmıştım. Ödülü almışım işte, bir tane de dosya hazırlamışım. Niye yayınlanmasın ki, gayet güzel... Güzel de karşılandı orada o tarihteki edebiyatla ilgili editör benimle ilgilendi, görüştük falan. Ben de "oldu bu iş" diyorum. Sonra cevap gelmeyince yayınevine gittim, tabii çok da gencim yani. 22-23 yaşındayım, koskoca Erdal Öz var karşımda. Bir yapı. Hem sadece Can Yayınları'nın kurucusu değil, aynı zamanda Gülünün Solduğu Akşam, Yaralısın gibi birçok romana, öyküye imza atmış 50 kuşağının önde gelen isimlerinden. Efsanevi de bir adamdı sonuçta yani o tarihte Can Yayınları bütün önemli yazarları yayınevinde toplamış, karizmatik de bir adamdı, onun karşısında böyle o yaşta durmak biraz zordu (Gülüyor). Dedim, "Ne oldu, benim bir dosyam vardı?" böyle çok kısık bir sesle, "Yayınlamayacağız onu" dedi. Tek bir cümle yani, ikinci bir cümlesi yoktu; yani şöyle olur, böyle olur diye. "Peki" dedim ayrıldım ve tabii çok kalbim kırılmıştı ama yazmaya küsmedim.
Şimdi düşünüyorum, iyi ki yayımlanmadı o dosya. Çok yanlış bir başlangıç olurdu benim için. Bakın, neler olmazdı o zaman? O zaman ben belki de Hayalet Gemi gibi bir dergiyi kendi arkadaşlarımla çıkarmaya çabalamayacaktım. Kendimi farklı bir yönde geliştirmeye çabalamayacaktım, kendimi doğrudan doğruya belki orada ilk kitabını çok genç yaşta yayımlatmış ama tabii ki bir sürü eksikler ve gedikler olduğu için belki çok sınırlı bir ilgi uyandırıp belki de bir ikincisini getiremeyecektim. O yüzden aslında o dönemki o reddedilme, Erdal Öz'ün bana oradaki "doğru yayıncılık" tavrı aslında benim gelişimimde çok önemli bir rol oynadı. Kalbim kırıldı ama bir yandan da bir öfkelendim tabii. Genciz sonuçta. "Bunlar da eski kuşak işte!" diye (Gülüyor). Yani tabii ki anlamayacaklar (!) bizim gibi yeni gelenleri. "Biz işte bambaşka şeyler yapacağız" diye kendi kendimi avuttum.
Sonra Hayalet Gemi diye bir dergi çıkarmaya başladık ki edebiyatla sınırlı değildi. Zaten temel benim yaklaşımım da öyledir. Edebiyatı diğer insani etkinliklerden öyle keskin sınırlarla, böyle neşterle ayıran biri değilim. Tıpkı kendi hayatımdaki mesleki uğraşlarımın da birbirinden farklı kompartmanlarda gözükmesine rağmen bunları birlikte yürüttüğüm gibi.
Özellikle birleştirme çabası değil bu ama o kesişim noktalarını görmeye çalışmaktan bahsediyorum. Sonuçta Hayalet Gemi deneyimi çok önemliydi benim için. Birincisi, arkadaşlarla beraber ortaklaşa bir iş yapabilmek. Bu çok zor bir şey. Hele ki 10 yıl gibi uzunca bir süre bir dergiyi arkasında hiçbir parasal destek olmadan, kendi yağında kavrularak sürdürebilmek çok öğreticiydi. Yani bütünüyle sürecin içindeydim. Yayıncılığın abecesini öğrendim. Bütün o matbaacılar sitesinin en karanlık koridorlarından, en acayip matbaa makinelerinin bulunduğu yerlerden İstanbul'un, Beyoğlu'nun en arka, unutulmuş ücra kitapçılarına kadar herkesle birebir tanışıyorsunuz, iş yapıyorsunuz. Sadece evinizde konforlu bir ortamda yazıp da birisine gönderdiğiniz bir şey değil artık o noktadan sonra edebiyat. Basbayağı kolları sıvamış her türlü hamallığını üstlenmiştik, dağıtımını da biz yapıyorduk. Benim o zaman küçük bir arabam vardı. Yüklüyorduk dergileri, artık yanımda hangi arkadaş o gün uygunsa, çıkıyorduk dağıtıma ya da tahsilâta. Tabii işin reklam kovalaması, yayıncılarla konuşması da var. Çok ayrıntılı bir iş. Yazıları toplamak, sayfaları bilgisayarda oluşturmak, matbaaya götürüp bastırmak, dağıtmak, tahsilâta çıkmak...
Yani şimdi bütün bunların içine girince, içeriden tanıyınca başka bir şey oluyor. Hakikaten 30 yıl dolu dolu geçti diyebilirim. O dergi gibi bir şeyi yaratmak, sıfırdan bir şey ortaya çıkarmak ve bunu bir grup insanla yapmak ve o insanların çoğalmasını sağlamak… Aldığımız birkaç karar vardı. Bir tanesi; dergiyi yaşatabilmenin yolu hep yeni insanları kazanmaktan geçiyordu. Kapalı bir sistem olmamalıydı. İkincisi; ünlü, büyük yazarlara gitmeyecektik. Onlara sayfalarımızı açmamıza gerek yoktu. Onlara zaten herkesin sayfaları açıktı. Biz kendimiz gibi isimsiz, cisimsiz insanlarla devam edelim diyorduk. Tabii o 10 yıl içerisinde onlar da kitaplarını yayımlatmış yazarlara dönüştüler, ben de dâhil. Sonra tekrar Erdal Öz'ün kapısını çaldım. 10 yıllık süreçte durmadan yazdığım, Hayalet Gemi'de yayımladığım, üzerinde çalışılmış iki kitap dosyası ile gittim. Bu sefer oldu. Ve işte 1999'dan ben beri ben oradayım. Hiç de bir yere gitmeyi düşünmedim. Çünkü Can Yayınları hep bir değişti. Kabuk değiştirdi, kendini zamana adapte etti. Nasıl ki Can Yayınları'nı Erdal Öz kurduğunda çok yenilikçi ve atılımcı, vizyonu açık bir yayıneviydi, şimdi de öyle bir yere geldi ki bence yine böyle genç, parlak zihinlerin editörlük yaptığı bir yayınevine dönüştü.
Erdal Öz'ü tabii 2006'da kaybettik. Erken öldü bence. Hep genç bir ağabeyimiz olarak hatırlayacağım kendisini. Çok da güzel zaman geçirdik. Her kitap çıkmadan önce buluşurduk, çünkü kapakları o yapardı. Onun o amatör heyecanında bizim Hayalet Gemi'yi çıkarırken yaşadığımıza benzer bir yön buluyordum. Tabii kuşak ve bakış açısı farkı da vardı. Şöyle bir tartışma olmuştu aramızda, tartışma değil de bir konuşma olmuştu, onu hatırladım şimdi. Kullandığım kelimeler üzerinden... O ara, Âlemlerin Sürekliliği Ve Diğer Hikâyeler diye bir kitabım çıktı Can Yayınları'ndan. Baktı, "Ya" dedi, "Nereden buldun bu eski kelimeleri? Nereden çıktı bu 'diğer'?" dedi. Ben de şaşırdım tabii. "Diğer" kelimesi bu kadar eski mi diye düşündüm ve işte "Ağabey ben böyle yaşayan Türkçe'yi seviyorum, çok da öz Türkçeci değilim ya da çok zorlamaya çalışmıyorum dili" deyince, kızdı. "O yaşayan Türkçe dediğin şeyi 1950lerde biz kurduk." dedi. Bu iddialı bir laf tabii ama bir yandan da bir gerçekliği de vardı. Bizim kullandığımız dili bu gün evet, bir 50 kuşağı, hatta öncesinde Nazım Hikmetler, Sait Faikler kurdu. Herkesin bunda bir payı vardı. Sonra aynı günün devamında, "Haydi" dedi, "Çiçek Pasajı'nda bizimkiler toplanmıştır, sen de gel gidelim bakalım." Cumaları da her öğlen Fethi Naci -o zamanın meşhur eleştirmeni ve arkadaşları- orada toplanıp pasajda içiyorlar. Biz de gittik. Beni görür görmez Fethi Naci de aynı şeyi söyledi. "Ya" dedi, "Nereden buldun o 'diğer' kelimesini?" Ben de işte o zaman anladım ki bu "diğer" lanetli bir kelime bu kuşak arasında. Neyse, tabii ben o zaman epeyce gençtim. Mahcup bir insan olduğum için cevap veremedim. Zaten ne cevap verebilirdim, o da ayrı bir konu.
- Edebiyatta otuz yılı aşmış bir yazın hayatınız var. Daha uzun yıllar da sürmesini dilerim. Bu söyleşiye sığmayacak sayıda roman, öykü ve denemeler yazdınız. Bu otuz yılı resmen başlatan ilk öykü kitabınızdan söz etmek istiyorum biraz. Oysa Herkes Kendisiyle Meşgul. Bir yazarın ilk kitabı bana göre diğer bütün kitaplarının varoluş öyküsünü de başlattığı için önemli. Oysa Herkes Kendisiyle Meşgul bu ismi nasıl aldı, yayımlanma öyküsü nasıl başladı? Her yazarın başucu ya da kaynak kitapları vardır elbette ama yazma olayında yola çıkılan ilk kitap olarak yazmayı da sürdüren bir yazar olarak geriye dönüp baktığınız da hâlâ kurcaladığınız, tekrar baktığınız kitaplar içinde yer alıyor mu bu kitap? Yoksa "yazdım bitti, geride kaldı, kapandı o defter" mi dersiniz?
Oysa Herkes Kendisiyle Meşgul öykülerden bir tanesinin içinde geçen bir cümle. Öykülerden birinin adını koymak istememiştim. İlk kitaplarım Hayalet Gemi'de yıllar boyunca yayımladığım öykülerden oluşuyordu. Dolayısıyla Hayalet Gemi deneyimiyle benim ilk kitaplarımı birbirinden ayırmak oldukça güç. Belki ondan sonraki ilk romanı söylemek anlamlı olur. Bir ilk kitap olarak, çünkü bunları öykü öykü yazdım. Kitap olsun diye yazmadım. Bazen öyle olur. Bazen de oturursunuz bir öykü kitabı olsun diye de yazabilirsiniz. Başka bir yerde yayımlatmasınız. Mesela, şimdi yaptığım gibi. Bunlar öyleydi.
Bu Filmin Kötü Adamı Benim romanı aslında ilk kitap deneyimini yaşattı bana. Bu kitap, bu öyküler, hatta ilk yazdıklarım örneğin 1989'daYunus Nadi Öykü Ödülü'nde üçüncülüğü alan Akla Ziyan Hikâye isimli öykümde aslında bu gün yazdığım temalardan en önemlilerini barındırıyor kendinde. O da nedir, gerçeklik kurmaca arasındaki ilişkiler ve o birbirine dönüşebilen hâller ve bunların zihinsel yansımaları. Bütün bunlar zaten benim ana konularımdı.
- O ilk kitaptan bugüne Can Yayınları'nın, ki bu çok önemli bir şey, çünkü yaşayan bir yazarsınız en çok da bu nedenle önemli bulduğum Murat Gülsoy: Edebiyatta 30. Yıl /Basından Yazılar adlı derlemeyi yayımladığında -çok yapılmaz böyle şeyler yaşayan yazarlar için bilirisiniz, o nedenle soruyorum- bu derleme size neler hissettirdi? Bu bağlamda Can Yayınları ve yayınevinin rahmetli kurucusu sevdiğimiz yazarlardan biri de olan Erdal Öz'le ilgili neler söylersiniz?
Keşke Erdal Öz yaşıyor olsaydı, bir kere. Beraber kutlamak isterdim. Çok hoş olurdu. Sonuçta bir yayıncı bence sadece kitap yayınlayıp bundan para kazanan insan değildir. Yayıncı aslında yazar yaratan, yazarları ortaya çıkaran birisidir aynı zamanda. Yani bu tabii zaman içinde biraz unutuldu. Herkes işin ticari boyutuyla ilgilenir oldu son zamanlarda ama aslında bir yayıncının büyüklüğü onun ürettiği eserlerle, ortaya çıkardığı yazarlarla ölçülebilir. Kimleri keşfetti, kimlerin önünü açtı, kimleri geliştirdi? Dolayısıyla da Erdal Öz'ün sadece benim değil, birçok yazarın da ilk yayıncısı olduğunu düşünecek olursak gerçekten Türk edebiyat tarihinde hem yazar olarak hem yayıncı olarak önemli bir yerde duruyor.
Bu 30 yıl için 1989'u başlangıç noktası olarak aldık. Benim ilk ödül aldığım, yani edebiyat dünyasında bir şekilde ismimin geçtiği an, o andı. O yüzden 1989'u başlangıç noktası olarak alınca 2019 yılında bu 30 yıl tamamlanmış oldu. Ve Ateş Bizi Tüketiyor da o tarihte çıkmıştı. Bu ikisini birleştirerek yayınevi böyle güzel, şık bir şey yaptı. Tabii çok mutlu oldum. Böyle bir şey olduğu için, böyle kalıcı, kütüphaneye konacak bir eser ortaya çıktığı için. Tabii hakkımda yazılan her şeyi takip etmeye çalışıyorum. Onları biriktiriyorum. Arşivime ekliyorum. Hatta arşivimi de aslında internet üzerinde bir blogum* var, orada paylaşıyorum. Yani herkese açık, herkes girip orada başlangıçtan beri kim ne yazmış görebilir. Sadece tanıtım ve eleştiri yazıları değil, beni en çok sevindiren son yıllarda çıkan akademik makaleler ve tezler de birikiyor bu arşivde. Onları okumak ayrı bir zevk benim için. Üzerine çalışılıyor olması benim için çok önemli.
- Mühendislik ve psikoloji eğitimi gördünüz. Hâlâ bu alanlarda çalışmaları da sürdürüyorsunuz. İster istemez bu her iki alan da yazı hayatınıza sirayet ediyor olmalı. Mühendislik ve psikoloji edebiyat alanında da düşünsel birlikteliğini sürdürdüğünde ortaya bence muazzam bir başka alan çıkıyor. Peki bu bizim bildiğimizi sandığımızdan çok daha geniş bir alan olarak edebiyatın da bir bilim olduğunu gösterir mi? Yani insanın da elektrikle (kinetik) çalışan bir makine olduğunu ve yazınsala indirgendiğinde kurmacada bir figür ya da nesne olarak insanın duygu durumundan davranışlarına kadar psikoloji branşındaki varlığı ve varlıksal tanımlanmaları üzerinde yeniden yaratılması tıpkı doğru kabloların doğru akımlara bağlanması gibi mi gerçekleşiyor? Bu açıdan bakıldığında mühendisliğin kurucu ve yaratıcı özelliği edebiyat kurmacalarında "her parça olması gereken yere lehimlenmeli" mantığıyla mı yürüyor?
Güzel bir soru. Mühendislik, psikoloji, edebiyat ilişkisi üzerine bir soru... Mühendislik temel olarak hesap yapmakla ilgili bir alan. Her şeyi hesaplıyor mühendisler. Bu hesaplamada da matematiği kullanıyoruz. Matematik çok daha temel bir bilim tabii. Mühendislik fizik ve matematik kullanarak gerçek hayatımızın içerisindeki problemleri çözmeye, cihazlar üretmeye, yöntemler geliştirmeye yarayan bir alan ama tasarımla ilgili olduğu için sanata da değen bir tarafı var. Elektronik sanatı diye kitaplar vardır örneğin. Niye? Çünkü o çözümlerin, mühendislik çözümlerinin gerçekten de bir estetiği var. Yani güzel de olması gerekiyor, sadece işlevini yerine getirmesi değil. Matematikte de fizikte de bazen bir formülün, bir ifadenin kendi güzelliğinden bahsedilir. Sadece doğruluk değerinden farklı olarak onun güzel bir formülle ifade edilmesi de çok önemli. Şimdi bunlar tabii çekici alanlar. Ben bir daha dünyaya gelsem, önce matematik ve fizik okurdum, diye düşünürüm bazen. Gerçi ilgi alanlarım hep geniş oldu, mühendisliği bitirince insan zihni üzerine çalışmak istediğim için psikoloji okumayı tercih ettim. İnsan aklı nasıl çalışır, insan nedir, yaratıcılık nasıl mümkün oluyor, özgür irade var mı gibi sorular vardı aklımda. Bunlar cevapları hâlâ verilebilmiş sorular değil tabii.
Bunları anlayabilmek için psikoloji de okudum. Yüksek lisanımı orada yaptım ama sonra tekrar tıp mühendisliği ile ilgili başka bir alanda devam ettim. Bütün bu seçimler aynı zamanda hayatın o sıradaki birçok başka unsurlarıyla insanın üzerinde yarattığı bir etkiden kaynaklanıyor ama sonuçta edebiyatla ilişkimi devam ettirirken de iki şey bu sefer gündemime geldi. Bir tanesi bu mühendislik ve psikoloji ile ilgili okurken kazandığım bir akademik bakış açısı vardı. Sonuçta tez yazıyorsunuz ve araştırma yapıyorsunuz. Şimdi bu bakış açısıyla edebiyatı okumaya ve araştırmaya başladım. Bu da 1995 sonrası diyebilirim. Akademik anlamda edebiyat eleştirisi, anlatıbilim üzerine okumaya başladım. Tabii Boğaziçi Üniversitesi'nin de geniş bir kütüphanesi olduğu için rahatlıkla burada aradıklarımı da bulabiliyordum. Ve ondan sonra bu "Öykü nasıl yazılır? Roman nasıl yazılır?" sorularının sadece basit bir beceri geliştirmenin ötesinde anlamlar taşıdığını bu akademik arka plan çalışması sırasında öğrendim ve öğrenince de şunu fark ettim ki özellikle Amerika'da yayımlanmış bazı yaratıcı yazarlık kitapları son derece basit formüllerle ifade ediyorlar bu işi. Bu tür bir yaklaşımın yararlı olmayacağını düşündüm. Olsa da çok sınırlı olur. Oysa işin derinine inen eleştiriden öğreneceğimiz çok şey olabilir. Tabii bunlar yazar için gerekli midir? Öykü ve roman yazmak için gerçekten bu kadar çok kuramsal bilgiye ihtiyacımız var mı? Aslında yok ama eğer bunları anlatacaksanız, bu konuda eğitim vermeye kalkışacaksanız var tabii. Dolayısıyla o bilgi bir süre sonra yaratıcı yazarlık eğitimine götürdü beni. İşte Büyübozumu: Yaratıcı Yazarlık kitabımı da o tarihte yazdım.
Bu mühendislik, psikoloji ve edebiyat arasındaki ilişki üzerine söyleyebileceğim son bir şey de şu: Benim kişisel yazım sürecimde nasıl olduğunu anlatabilirim biraz. Şimdi bir kere yazma sürecimde mutlaka başlatıcı bir ilham gerekiyor. Yani o konunun aklıma gelmesi veya aklıma gelen konuyu geliştirme enerjisini bulmam gerekiyor. O heyecanı bulmam gerekiyor. Ondan sonra kurmaya başlıyorum. Yazdığım bir öykünün ya da romanın kendine özgü bir mimari yapıya sahip olmasını çok isterim. Hep bildiğim şekilde yazmak istemiyorum. Dolayısıyla hep böyle bir araştırma, parçalama, yeniden yaratma sürecinin içerisine giriyorum. Tabii burada asıl olanın insanın psikolojik deneyimi olduğunu da akıldan çıkarmamak gerekiyor. Edebiyatın mühendislikten, bilimden belki en çok ayrıldığı nokta onun kişiselliği. Kişisel bir deneyime dayalı olması. Bilim ise nesnel kurallar ve yöntemler üzerine kurulu. Oysa bir çalışmayı sanat eseri yapan şey onun biricikliği, yani kişisel deneyime dayalı olması. Niye kişisel deneyim önemli? Çünkü kişisel deneyim dediğimiz şey aslında bir kişinin kendi bilinçdışı süreçlerinin ortaya çıkardığı bir sonuç. İşin psikoloji ile bağlantılı kısmı da bu. Matematik için de şunu söyleyebilirim, mühendislikle ilgili kısım için… Matematik güzeldir. Niye güzeldir? Çünkü matematik çevremizdeki karmaşık varoluşu bizim anlayacağımız bir dile çevirerek basitleştirir. Yani biz matematik sayesinde onu kavrayabilir hâle geliyoruz. Matematik zor geliyor insanlara. Zor olan matematik değil, zor olan doğanın kendisi. Matematik onu anlamamızı sağlayan araçların en güveniliri. Anladıkça doğanın ne kadar zor bir şey olduğunu, varoluşun ne kadar zor bir şey olduğunu kavrıyoruz. Matematiğin kendisi o anlamda zor değil.
- Tıp mühendisliği dediğiniz ve edebiyatın bilim olmasına dair sözler de ettiniz neye göre bilimdir, neye göre değildir diye. Bir anda aklıma psikoloji ve edebiyat ekseninde Yalnızlar İçin Çok Özel Bir Hizmet adlı kitabınız geldi. Kitaptan bir cümle: Bakın siz bedenen ölmüş birini zihninizin içine aldınız, onu konuk ediyorsunuz. Bundan şuraya varacağım; İngiliz yazar Mary Shelley'in 200 yaşını aşmış kitabı Frankenstein henüz o yüzyılda doku ve organ nakli yokken bunun üzerine bir kurmaca (roman) olarak yazıldı. Ve aradan geçen uzun yıllar sonra organ ve doku nakli de yeni tedavi yöntemleri arasına girdi. Yalnızlar İçin Çok Özel Bir Hizmet'te de bana insan ruhunun, zihnin nakil olmasıyla ilgi düşünceler verdi. Bu gün böyle bir şey yok tabii. Fakat biz insan ruhunun ağırlığıyla ve zihnin yapısıyla ilgili bazı bilimsel verilere sahibiz. Yani varlığından haberdar olduğumuz bir şeyin -kitabınıza dayanarak söylüyorum- bir insanın anılarının, hislerinin bir başka insanın zihninde, onun varlığının, bilincinin başka bir zihninde, bedeninde olması durumu. Tıpkı kitaptaki gibi bir nakil olma ya da aktarılması durumu söz konusu olabilir mi? Yani yüz yıl sonra, Murat Gülsoy'un bu kitabı için "yüz yıl önce bu adam bunun işaretini şu kitabında vermişti" deme ihtimalimiz var mıdır?
Sanmıyorum olabileceğini, en azından yakın bir gelecekte olabileceğini sanmıyorum ama bilim her zaman bizi şaşırtıyor, sonuçta olabileceğini hayal etmediğimiz birçok şey oldu tarihte. Bazı hayal ettiklerimiz oldu, bazı hayal ettiklerimiz hiç olmadı.
Aslında bu kitabın motivasyonu şuradan kaynaklanıyor; insan içinde bulunduğu bedenden çok da mutlu olmuyor. Niye? Çünkü çabuk eskiyor. Çabuk eskimenin ötesinde ölümlü, sonlu... Keşke böyle biyolojik tabanlı bir şey olmasaydı da, silikon tabanlı bir şey olsaydı. Bilgisayar gibi bir ortamda mikro çiplerin içinde olsaydık, o zaman mikro çip arızalandığında çıkarıp değiştirirdik, bakımı onarımı daha kolay olurdu. Şimdi çok zorlanıyoruz protezleri bedenimize adapte etmeye. Oysa farklı bir tasarım olsaydı sonsuza kadar yaşayıp giderdik. Şimdi biz tabi kendi içimizdeki malzemenin dışına çıkamadığımız için ölüp gidiyoruz. Bizimle birlikte sizin ruh dediğiniz, benim zihin dediğim şey de yok olup gidiyor. Keşke böyle olsa, keşke şöyle olsaydı diye arada hayal kurardım. Gerçi biraz bilgisayar bilimleri, yapay zekâ teknolojileri hakkında bilgi sahibi olunca, insan zihnini bir bilgisayar ortamına aktarmanın en azından şimdilik mümkün olmadığını kavrıyorsunuz. Birçok insan da herhalde böyle düşünüyor. "Fakat" dedim, "Bunun doğal ortamı bir insan beyni olduğuna göre, belki de aktarılacak yer yine bir başka insanın beyni olabilir." İnsan zihni denilen olgu beyin hücrelerinin bağlantılarındaki etkinliğin ta kendisi, bu etkinliğin bir anlık çözümlemesini yapıp tüm bu verileri bir başka insanın beynine duyular yoluyla aktarmanın bir teknolojisini geliştirebilirsek… "Neden olmasın" diye düşündüm. Diyelim ki, öyle bir dünyamız var. "O zaman nasıl bir deneyim yaşanırdı? Kim bir başkasının zihnini kendi beyninin içine alırdı? Kim bu kadar çaresiz olabilir?" diye düşünürken olsa olsa yalnızlar için çok özel bir hizmet olarak pazarlanabileceği aklıma geldi ve bu roman çıktı ortaya. Evet, sevdiğim romanlarımdan biri oldu. Yine motivasyon ölüm bakın. Sonuçta sanatın arkasında böyle birkaç tane çok temel güdümüz var. Ölüm bunlardan bir tanesi, arzu bir diğeri olacaktır. Bunların üstüne bina ediyoruz yazdıklarımızı ama onlar öyle bir çeşitleniyor ki tanınamaz hale geliyor.
- Bugün artık neredeyse pek çok alanda ister akademide olsun ister bir fabrikada çıraklık geleneği modern adıyla bile zor yürüyor. Dolayısıyla alan/branş fark etmeksizin kalifiye/işinin ehli öğreticilerin sayısı da az. Yani açıkçası bir işin sürekliliğini sağlamak için bile kimse kimseye bir şey öğretmiyor. Ya öğretecek/aktaracak bilgisi yok ya da bunu yapmak için bir yol/yöntem geliştirmiyorlar. Sanki ölüm hiç yokmuş gibi insan yetiştirmekten, sahip olduğu bilgiyi ve tekniği sadece kendine rakipler yaratmaktan kaçındığı için aktarmayanlar var. Öte yandan bir de ustalık iddiaları var elbette. Oysa ustalık bilgiyi aktartmakla ilgili değil midir? Böyle olunca edebiyat alanında yaratıcı yazarlık dersleri, atölyeler önemli bir işi geliştirerek gerçekleştiriyor. Söz meclisten dışarı şizofrenler de çok yaratıcıdır, fakat bu yaratıcılık bir yerden sonra çok tehlikeli bir hâl alabiliyor. Herkesin yazar olabilme ihtimali mümkün belki ama herkesin yazarlık dersi vermesi mümkün müdür sorusu çıkıyor ortaya?
Elbette herkesten öğrenecek bir şeyler vardır. Yazarların verdikleri eğitimler var, akademisyenlerin verdikleri eğitimler var ya da eleştirmen yazarların verdikleri eğitimler var. Her birinin anlattıklarında kesişen ve farklılaşan yerler olabilir. Tabii herkesin ne yaptığını bilmiyorum. Ben kendi yaklaşımımı anlatabilirim. Ben eğitim müfredatını bir kitap haline getirip yayınladım. Akademisyen olmanın getirdiği disiplin ve eğitimci olmanın verdiği deneyim çok işime yaradı. 2004'den beri sürdürdüğüm bu eğitimlerde çok sayıda insanla çalıştım. Çok farklı yazarlar çıktı ortaya gerçekten de. Çok başarılı arkadaşlar var, birçok kitap yayınlayanlar, ödüller alanlar... Dolayısıyla da evet, bir işe gerçekten yarıyor ama en önemlisi burada eğitimci kadar katılımcıların kendi öz disiplinleri ve bu işe verdikleri önem. Yani bazen de bir merakla, "Bir gidip bakayım, bende acaba bir yetenek var mı?" gibi bir yaklaşımla gelenler oluyor. Bu tabii doğru bir yaklaşım değil. Bu bir süreç. Yani siz eğer bunu yapmak istiyorsanız yaparsınız ve düzeyini sürekli yükseltebilirsiniz ama bu düzey -başladığınız noktaya göre tabii- değişir. Vardığınız yer sizi tatmin eder mi, onu bilemeyiz. O zaman içinde olacak bir şey. Bu hakikaten çok uzun zamanlara yayınlan bir şey. Hemen sonuç almak isteyenler için değil. Yani böyle 10 haftada, işte iki ayda "Bir şey öğrendim ve tamam ben oldum" demek güç, yazmaya gerçekten zaman ayırmanız, hayatınızı adamanız gerekiyor. Buna zaman ayırmak demek en azından günde 3-4 saatinizi okuyup yazarak geçirmek demek. Yoksa "Haftada 2 saat ben bir kursa gideyim ve sonra da yazar olayım" gibi bir düşünceyle olacak iş değil. Örneğin Almanca kursuna gitseniz kaç saatte Almanca öğrenirsiniz? Bu da onun gibi. Edebiyat da yeni bir dil ve ne kadar zaman harcarsanız o kadar karşılığını alırsınız. Buradaki asıl kritik olan şey sizin harcayacağınız zaman.
Bu arada şizofrenlerle ilgili saptamanıza tam katılamayacağım. Çünkü ciddi bilimsel araştırmalar diyor ki; şizofren grup ile normal grup arasında yaratıcı işlerde çalışmak açısından öyle bir fark gözükmüyor hatta tam tersine normal grup daha fazla çalışabiliyor yaratıcı işlerde. Yani ikisi birbirine bazen karıştırılan süreçler. Farklı şeyler düşünüyor, duyuyor olmak demek yaratıcı olmak demek değil. Yaratıcılık, dış dünyayla kendi iç dünyanız arasında yeni ilişkiler kurma ve bunları da anlaşılır bir dil ile aktarmakla tamamlanan bir süreç. O konu biraz uzun ama özü şu bu yaratıcı yazarlık eğitiminin ya da yazar olma sürecinin özü sürekli öğrenmeden geçiyor. Sürekli öğrenme yazarlar için de geçerli. Zaten iyi yazarlara bakın, hâlâ çalışıyorlar dikkat ederseniz. Yeni bir şey öğreniyorlar, yeni bir şey araştırıyorlardır. Sadece kendi yazdıkları romanı, öyküyü değil aynı zamanda dünyayı da yakalamaya, öğrenmeye çalışıyorlar. Çünkü hızlı değişen bir dünya var ve o dünyanın yeni bir dili var, sürekli yeniden kurulan yeni bir dili var. Bunu öğrenemezseniz, işte birkaç kitap kalıbına sıkışıp kalırsanız o zaman zaten yazdıklarınız da kurumaya, artık kimseye hitap etmemeye başlayabilir maalesef.
- Yazar adayları ve yazmaya başlayanlar için Büyübozumu: Yaratıcı Yazarlık ve 602. Gece adlı kitaplarınız bildiğimiz yaratıcı yazarlık kitaplarından teoriden pratiğe geçişte kalıpları kıran nitelikte kitaplar. Diğer pek çok bu alanda türdeş kitap biraz kişisel gelişim kitapları gibi ne dediği pek anlaşılmayan, yazarın kendi tecrübelerine ve yazı ritüellerine dayanan ve örnek metinler içermeyen kitaplar. Yani kuşların havadaki süzülüşünden söz etmeyen ama dümdüz bir mantık önermesi şeklinde "kuşlar uçar" deyip geçen kitaplar. Bu açıdan yaratıcı yazarlık içeriğine sahip kitapların bir yazar adayına retoriğin bilgisini vermesi mümkündür müdür? Bu kitapların pratikte de kavranması için derslerde okutulması şart mıdır? Sadece okuyarak yazma eylemini başlatmak ne kadar mümkün?
Büyübozumu: Yaratıcı Yazarlık kitabımda "Büyübozumu" kelimesini kullanmamın nedeni edebiyatın üzerimizde yarattığı büyüyü sorgulayarak araştırmak amacında olduğumun altını çizmekti. Kurmaca edebiyatın büyüsü bizi gerçekte var olmayan bir dünyaya ikna eder. Bu büyünün nasıl yapıldığını öğrenebilmek için önce yapılmış olanların büyüsünü bozmak gerekiyor. Daha önce sözünü ettiğim gibi 90'lı yıllarda Amerikan tarzı yaratıcı yazarlık kitaplarının ben de bir kısmından çok rahatsız olmuştum okurken. Onların yarattığı etki tam da sizin bu söylediğiniz gibidir. Yani böyle güzel anekdotlar, güzel birkaç paragraf vs. zannedersiniz sizde bu hemen olacak. "Oldu canım, bu kadar kolaymış bu iş" dedirten bir yaklaşım. Ben buna bir kere eleştirel olarak mesafe almaya çalıştım.
Nazım Hikmet kendinden önceki veya dönemindeki sanatın bütün kurallarını ihlal etmeye, yıkmaya çalıştığı için kendi edebiyatını kurabildi. Keza Oğuz Atay da öyle. Keza Tanpınar da, Leyla Erbil de, Bilge Karasu da öyle aslında. Dolayısıyla bu bir arayış meselesi. Ayrıca siz kendi üzerinizde bir çalışma yürütüyorsunuz. Yazarlık öğrenmek demek, kendi üzerinizde çalışmak demek. Bütün psikolojinizle, edebiyat birikiminizle yüzleşiyorsunuz, bilmediğiniz tonlarca şey var, hayatla yüzleşiyorsunuz, bir cümle kurduğunuz zaman o cümlenin gittiği yerlerin ne kadar hassas ne kadar ırkçı ne kadar cinsiyetçi olduğuyla belki yüzleşeceksiniz. Yani sizi bekleyen tonla sorun var orada. Dolayısıyla da bu edebiyatın, dilin, hayatın ne kadar ciddi bir iş olduğunu anlamamızı sağlıyor. Bir de tabii özellikle de bizim kendi edebiyatımızın örneklerini ele aldım. Sait Faik, Leyla Erbil, Ayfer Tunç, Yusuf Atılgan, Tomris Uyar, Tanpınar, Orhan Pamuk gibi yazarların yazdıklarını incelerken neyi nasıl yapmışlar ve bu yaptıklarının sonuçları nedir, bizim üzerimizde nasıl bir etki kuruyor, ortaklıklar ne ama farklılıkları neler gibi sorular sorarak yazmayı öğreniyoruz. Dolayısıyla o yaratıcı yazarlık kitaplarında sözü edilen, "Anlatma göster! Beş duyuyu kullan" gibi ifadelerin aslında neyi kastettiğini anlamış oluyoruz. O zaman işte hakikaten o katılımcılar da bunu seziyorlar ve bence kendi yazdıklarına da yansıtıyorlar.
- Sevdiğiniz ve sık sık andığınız yazarlar arasında benim de ilgimi en çok çeken Beşir Fuad olmuştur hep. Çok erken bir yaşta okumanın insanı korkutan duygusunu tattığım da bir şair/yazar elbette. Beşir Fuad deyince materyalist bir yazan olmasından çok daha fazla ölüm biçimi malumunuz çok daha ilgi çekici. Yani delirme korkusu ve intiharın yarattığı bir ortak alanda deneyci bir yaklaşım gerçekten de kan dondurucu. Bu kavramlar eyleme geçişte yazan birini merkeze aldığımızda ölümü öne çıkarıyor ve bu bir hakikat arayışı olarak beliyor. Beşir Faud'ı sıkça anan ve erken okumalarında ona yer vermiş biri olarak intihar, ölüm, arayış ve hakikat kavramlarını kitaplarınızda arama, inceleme merakı verdi bana. Nisyan'da kendi silinişinin şahidi bir karakterle, son kitabınız Ve Ateş Bizi Tüketiyor'daki arayış ve ölüm temaları o kitapları yazan biri olarak yazıyla şekillenmeden önce bu kavramların düşüncenizdeki ve hayatınızdaki ilk hallerini merak ediyorum?
Evet, Beşir Fuad hikâyesi benim için başlı başına bir macera idi. Çünkü çok erken yaşta keşfetmiştim onu. Bu söyleşinin başında dediğim gibi ansiklopedi karıştırmayı severdim. Hakikaten de bir ansiklopedi karıştırırken görmüştüm. Fesli, bıyıklı bir adam ve altında "ilk Türk materyalisti" yazıyordu. Şaşırdım, merak ettim çünkü materyalizme çok ilgi duyuyorum, o tarihte bir felsefi arayış içerisindeyim. Baktım, ne yapmış peki: İntihar etmiş. Üstelik intihar ederken de kaydetmiş düşüncelerini, duygularını. Çünkü bunu bir deney olarak gerçekleştirmiş. Yani bunu okuduğumda ortaokuldayım. Çok etkilendim. Bir yandan okuduğum o korku romanlarını, Edgar Allan Poe'nun öykülerini hatırlattı. Orada olabilecek bir hikâye bu. Delice bir şey diye düşündüm ve çok etkilendim ama o anda gidip de Beşir Fuad'ın eserlerini bulamadım. Zaten de pek erişilebilir bir durumda değildi o tarihte ama aklıma yazmıştım. Ne zaman Beşir Fuad'la ilgili bir şey görsem, örneğin Ahmet Oktay'ın bir şiiri, Enis Batur'un bir şiiri ilgiyle okuyordum. Ama dönüm noktası, üniversite yıllarımda Boğaziçi'nin kütüphanesinde Beşir Fuad'ın edebiyatı ve hayatı üzerine yazılmış Orhan Okay'ın kitabını bulmamdır. Onu okuyunca Beşir Fuad'ın sandığımdan çok daha önemli bir insan olduğunu fark ettim, anladım. Ve onun üzerine araştırmaya devam ettim. Ama yani onun üzerine bir roman yazma fikri tabii okudukça okudukça benim kendi konularımla kesiştiğini fark ettiğim anda başladı. Nedir o? Beşir Fuad'ın aslında delirme korkusuna sahip olması. Niye? Annesi çünkü delirerek ölüyor. Bunu görmesi Beşir Fuad'da çok yıkıcı bir etki yaratıyor. Sonra çok sevdiği bir çocuğu var, onu kaybetmesi de keza bunun üzerine eklenince ruh sağlığı iyice bozuluyor. İşte hayatını da bu etkiler nedeniyle savrularak geçirmeye başlıyor ve çok geçmeden genç yaşta hayatına son veriyor. Bir yandan da "Bilim mi, şiir mi?" tartışmalarına giriyor birtakım şairlerle. Yani şiiri yadsıyan, şiiri bir anlamda inkâr eden onun yerine bilimi koymaya çalışan bir tarafı var ama bir taraftan da Victor Hugo üzerine mesela biyografi yazacak kadar -hem de Victor Hugo ölür ölmez neredeyse- onun bütün edebiyatına hâkim, üzerine söz söyleyecek birikime sahip. Ve şimdi 19. yüzyılın ikinci yarısındayız ve kendini bu kadar geliştirmiş ve böyle psikolojik problemlerle boğuşan ve bunu bir şekilde intiharla çözümleyen bir figür var karşımızda. Ve tam da Osmanlı'nın son dönemleri ve dolayısıyla bunlar bende çok büyük bir etki yarattı. "Tabii bunun üzerine bir şey yazmalıyım" fikrinden yola çıkarak işte o Gölgeler Ve Hayaller Şehrinde romanımı yazmak için oturdum masaya ama masada yazılmıyor tabii. Kütüphanede araştırmanız gerekiyor. O döneme dair, 19. yüzyıla dair, İstanbul'a dair, Osmanlı'ya, Abdülhamit dönemine dair okudum. Bu okuma süreci çok zevkli oldu. Normalde ben gidip de tarihi zevk olsun diye okuyan biri değildim ama bir şeyi böyle bir amaç uğruna okuma ve araştırmaya giriştiğim zaman her bulduğum kitabı yutarcasına zevkle okumaya başladım bu sefer.
Bütün buradan geçen seyyahlar, öğretmenlik yapmış, diplomatlık yapmış insanların anıları ne bulduysam okuyordum. Çünkü romanıma dair birtakım ipuçları yakalamaya çalışıyorum. Zevkli bir yazma süreci oldu. Gerçekte var olan bir karakterin gerçekte var olmayan bir oğlunu romanın ana karakter yaptım. Var olan bir İstanbul içinde var olmayan bir karakteri gezdirdim. Dolayısıyla da böyle bir roman çıktı ortaya. Nisyan da yine benim çok kendi hayatımdan kaynaklanan bir şeydi. Ve Ateş Bizi Tüketiyor'da da ve aslında üçünde de bu zihinsel süreçler, onların zayıflaması, bizi yanıltması, delilik, ölüm korkusu, ölüme yaklaşmak, kaybolmak bütün bunlar tabii sizin de işaret ettiğiniz gibi komşu ve ortak temalardı.
- Mühendisler zaten sıra dışı düşünürler diye değil, ama kesinlikle sosyal bilimcilerin yazı alanında pek çoğunun tekrarcı, ezberci ve yaratıcı olmadığını ve biraz ajitasyon gevezesi olduklarını tecrübe etmiş biri olarak metinlerinizi kelime yoğunluğuyla boğmadan, okuru bıktırmadan oluşturduğunuzu gördüm. Örneğin, uydurmaca ile kurmacanın aynı şeyler olması tanımının arasındaki çok ince farkı gerçek tarihi bilgilere dayanarak yazılan Gölgeler Ve Hayaller Şehri Şehrinde adlı kitabınızda fark ettim. Uydurmamış, kurmuşsunuz. Uydurmaca ile kurmaca bu açıdan benim için çok ince bir ayrıntıyla ayrılıyor. Peki, sizin için uydurmaca ve kurmaca aynı şeyler midir? Bu kitabı kurmayıp gelişi güzel de yazabilir miydiniz?
Yani anladığım kadarıyla "uydurmaktan" kastettiğiniz gerçek verilerle bir ilintinin kurulamaması veya yanlış ilişkiler kurulması. Aslında normalde kurmacanın kendi iç tutarlılığı bence önemli. Yani kendi iç tutarlılığı varsa onun gerçeklikle bağını çok da sorgulamayız ama bir yandan da maddi hatalar dediğimiz şeyler var. Şimdi maddi hatalar yapmaya başlarsanız, okurun sizin kurmaca dünyanıza dair inancı yok olur ve artık ona "kurmaca" değil, "uydurmaca" demeye başlar haklı olarak.
Örneğin tarihi roman çok kolaylıkla maddi hatalara düşebileceğimiz bir alan. Çünkü geriye gittikçe veriler azalıyor, en önemlisi o dönemin dilini bilmiyoruz veya bilsek bile -bilemeyiz zaten ama diyelim ki hayal ettik, öğrendik kitaplardan- uygulasak bile anlaşılacağı çok şüphelidir ya da çok geriye gideceğimiz zaman 1300'lü yıllarda insanlar nasıl konuşuyordu, evde birbirlerine nasıl hitap ediyorlardı? Aşklarını, nefretlerini, entrikalarını, dedikodularını nasıl konuşuyorlardı? Bilmiyoruz. Dolayısıyla siz 1300'lerde geçen bir roman yazıyorsanız aslında tamamen uyduruyorsunuz demektir ama o uydurmanın en azından iç tutarlılığını sağlarsanız o zaman yapıt kendi başına ayakta kalabilir. Sadece tarihi meselelerde değil, örneğin bir polisiye yazarken de eğer kullanılan teknikleri uydurmuşsanız ve böyle teknikler yoksa ya da bambaşka şekillerde çözülüyorsa komik duruma düşersiniz. Yani o yüzden uydurmakla kurmak arasında tabii ki çok ciddi bir fark var. Benim oradaki yaklaşımım tarihsel olan ya da maddi olana sadık kalarak veya çok bilinçli çarpıtmalar yaparak yazmaktı. Maddi hatalara düşmek istemem. Kimseye de tavsiye etmem.
Edebiyatın ya da sanatın kökeni bilinçdışı süreçler, insanın psikolojik süreçleri o yüzden ana madde, hammadde çok orijinal zaten ama bu demek değil ki ortaya konan eser hep ham haliyle güzel olacak. Hayır. Üzerine ne kadar çok çalışırsanız o ham malzeme o kadar sanat dönüşür. Rüya da bilinçdışı süreçlerle oluşur ama sanat değildir. Rüya kendi başına bir sanat değil. Onu sanat haline getiren şey bizim onu aklımızla işlememiz ve onu kendi başına bir varlık haline getirmemiz. Kendi başına bir varlık ne demek? Kendine özgü bir formu olan, bir biçimi olan, kendine has bir uzamı olan, yani kendi içinde bir zamanı ve mekânı olan bir yer ve üstelik içinde bir hareket var. Siz bunu kurduğunuz zaman kurmaca yapmış oluyorsunuz. Yeni bir dünya ortaya koymuş oluyorsunuz. Yoksa bunları yapamadığınız zaman evet, ilham sizin içinizden geliyor evet, ham duygularınız var ama ortaya sanat çıkmış olmuyor.
- Yazarken seslerin zihnimizde ve çevremizde oluşturduğu dalgaların da bizi metinlerimizde sürüklediği ve oluşturduğu ayrıntılar olduğuna inanıyorum. Kendi dünyasında böyle şeylerden hoşlanan biri olarak yazanların yazarken dinledikleri müzikleri de merak ediyorum. Bazılarının kendi çalışma biçimleri de bir çeşit ritim yaratıcıdır tabii o ayrı. Peki, sizin yazarken dinlediğiniz müzikler neler, belki de bunca yılın yarattığı bir çalışma ritmini dinliyorsunuzdur içinizden, o ritmik sesleri nasıl tasvir edersiniz, motivasyonunuzda etkili midir?
Sözlü müzik dinlemem yazarken. Çünkü insanın aklı o sözlere gitmeye başladığı zaman dikkati dağılıyor. Benim için sesten bir mekân yaratması önemli. Dolayısıyla da uzun zaman hep aynı müzikleri dinlerim. Yani öyle sürekli değiştirmem, belli bir liste olur ve hep onu dinlerim. Çünkü bir süre sonra bir şartlanma yaratıyor. Ne zaman o müzik başlıyor zihnim yazmaya başlamanın işareti olarak yorumluyor. (Gülüyor.) "Daha önce bu müzikle yazıyorduk, şimdi de yazmaya devam edeceğiz." Bunlar mesela çok tanıdık caz parçaları olabilir arka planda kısık sesle veya enstrümental parçalar olabilir. Bir ara orta çağ kilise müziklerine takmıştım Ve Ateş Bizi Tüketiyor'u yazarken. 1100 yıllarında bir kadın besteci var mesela Hildegard Von Bingen. Çok çarpıyordu beni. Zaman olarak çok uzak ama son derece tanıdık tınılar. O döneme dair bir şey okumak kolay değil ama işte dinlemek ilginç… Bu aralar Max Richter diye bir besteci var. Onun Sleep (uyku) diye bir çalışması var. Bir belgesel filmini izledim. 8 saatlik bir kayıt yapmış ve insanlar uyuyarak dinliyorlar konserde. Bir kere çok kıskandım o insanları, ne kadar şanslılar böyle bir huzur içinde Avustralya'da veya Los Angeles'da yataklara kurulmuşlar sabaha kadar açık havada bir yandan yıldızları seyredip bir yandan da Max Richter'in bu çalışmasını dinliyorlar. Uykuda dinlensin diye tasarlanmış bir konser. İnanılır gibi değil…
- Buraya kadar konuştuğumuz kitaplarınız, andığımız isimler kaçınılmaz bir soru olarak ortaya şunu çıkıyor: Murat Gülsoy melankoli duygusu olan biri midir, depresif midir? Melankoli duygusu uzun süreli depresyonlar da yaratabilir ama ben şahsen Murat Gülsoy'un o depresyon denen şeyin ya da melankolinin karşısında bu durumları geniş birer zamana çevirdiğini görüyorum. Yani kitaplarınız, yaşantınız, meslek hayatınız bu konuda çok kontrollü olduğunuzu, bu süreçleri çok iyi yürüttüğünüzü gösteriyor. Bu böyle değilse bile bu konuda doğuştan bir profesyonel gibi görünüyorsunuz. Bazı yazanların melankoli eline yüzüne vurur, böyle bir renk attırır ona. Böyle bir duygudur bu. Bu duygular, bu durumlar kitaplarınızda var ama sizde bunlarla mücadele ediyormuşçasına bir yorgunluk göstergesi yok.
Depresyon insanın ruhsal bir çöküntü içinde olması demek. İnsanın elini ayağını bağlayan bir şey… Yani bir şey üretmesi pek kolay değil öyle bir hâl içinde. Bir sürü nedeni olabilir depresyonun, örneğin çok büyük sorunları çözemediğimiz zaman ve kendimizi o sorunlar karşısında çaresiz hissettiğimiz zaman hareketsiz hale geliyoruz. Depresyonun en önemli özelliği zaten hareketinizi engellemesi, hareket edemez hale gelmeniz. Bu da tabii üretken insanlar için bir kâbus.
Yani depresyonda olup da üretmek epeyce güç. Yazılarak çıkılır mı? Belki… Bilmiyorum. Ben sanırım depresif biri değilim. Sorunlarım elbette oluyor, ama bunların karşısında depresyona kapılmıyorum ya da melankoliye kapılmıyorum. Yazı kendi arzu ve korkularımın bir anlamda çarpışma alanı. Yani onlara alan açıyorum orada. Onlarla orada cebelleşmeye çalışıyorum. Belki de bu yüzden depresyona, en azından şimdilik, girmedim. Çünkü bunun bir garantisi yok. Yani girmezsiniz, girmezsiniz sonra birden bir şey olur girersiniz depresyona. Bu kaldıramayacağınız bir yük de olabilir bu, baş edemeyeceğiniz büyük bir sorun da ya da daha kötüsü sebebini bilmiyorsunuzdur. Sebebini itiraf edemiyorsunuzdur vs. Sonuçta yazma sürecinin yine de her şeye rağmen bana iyi geldiğini düşünüyorum. Eğer yazan biri olmasaydım belki de çok depresif biri olabilirdim.
Ben öyle düşünüyorum şimdi, bunca zaman sonra. Beni kurtaran şey hep yazıyla uğraşmak aynı zamanda okumakla da uğraşmak, yani sadece yazmak değil. Hâlâ bir kitabın kapağını açarken heyecan duyuyorsam henüz depresyonda değilim demektir ya da yazacakken yine heyecan duyuyorsam, "Bakalım şimdi ne bulacağım? Acaba okur şaşıracak mı?" duygusu varsa o zaman yine depresif değilim demektir ama kimi zaman o yazdıklarım depresif olabilir. O ayrı bir konu ama depresif bir yazı yazabilmek için bile bence depresyonda olmamak lazım. Yani bunları genellemek güç. Ben kendi açımdan şimdilik onu söyleyebilirim. Birçok zor zaman yaşadık. İçinde yaşadığımız ülkenin ve koşulların hâli ortada. Dolayısıyla da bütün bu yaşananlar süresince de beni her zaman yazı kurtardı diyebilirim ya da en azından hafifletti, yaşama enerjisini bulmama neden oldu. Böyle bir cevap verebilirim.
- O halde yazı insanı iyileştirir, hatta biraz daha ileriye gidiyorum, yazmak klinik çözümler bile üretebilir diyebilir miyiz?
Bence sanatın her türü kesinlikle insan ruhuna iyi geliyor. İnsanın varoluşuna olumlu hizmet ediyor. Resim çizmek de öyle müzikle uğraşmak da öyle çamurla uğraşmak da öyle doğa ile uğraşmak öyle bahçecilik ile uğraşma öyle. Yeter ki hareket haline geçsin içimizdeki o korkular ve arzular. Bitmez çünkü. İnsanın ne korkusu biter ne arzusu. Ama bunlarla baş edemediği zaman, onları bastırdığı zaman yokmuş gibi davranmaya çalıştığı zaman… İşte o zaman hareketsizleşiyor. Her şey anlamını kaybediyor. "Ne olacak ki canım" diyoruz. Saksıda çiçek olsa ne olur olmasa ne. Müzik çalsam ne olur çalmasam ne, hiçbir zamana Mozart olamadıktan sonra. Yazsam ne olur, Yaşar Kemal olamadıktan sonra ya da çizsem ne olur Van Gogh olamadıktan sonra diye düşünürse insan, ki birçok insan böyle düşünüyor, işte o zaman mutsuzluk başlıyor. Öyle bakarsanız evet, çok uzaktan baktığınızda her şey anlamını yitirir, doğru. Samanyolu'na uzaktan bakarsak dünya toz zerresi kadar bir şey. Hiçbir anlamı yok. Ama biz buradayız. O kadar uzakta değiliz. O yüzden de ben bunların hepsinin gerçekten iyi geldiğini düşünüyorum. Ama yeter ki her gün yapalım bunları. Yani her gün sanatla uğraşmak güzel bir şey. Ona dokunmak güzel bir şey. Yani boş boş vakit geçirmekten ya da saçma şeyler izlemektense ya da propaganda makinesine maruz kalmaktansa gerçek sanatla, insani olanla ilişkiyi koparmadığımız zaman yine bu dünyada yaşadığımızı fark etmiş oluyoruz.
Son olarak tabii ki hep en sonra bırakılan o soruyu soracağım: Okur yeni kitabınızla ne zaman tanışacak, ufukta yeni bir kitap var mı?
Yeni kitaplar var. (Gülüyor) İlki bir öykü kitabı, pek yakında. 4 Mayıs'ta kitapçılarda olacak. Belirsiz Bir Anın Kıyısında ismini taşıyor. Bu öykülerin özelliği tuhaf, tekinsiz, bazılarının korkunç hikâyeler olması. Aslında o son yıllarda yazdığım kitaplarda açılan kanallar devam ediyor. Ve Ateş bizi Tüketiyor, Yalnızlar İçin Çok Özel Bir Hizmet, Nisyan, Karanlığın Aynasında kitaplarımdaki izlekler devam ediyor. Bu kitaplarda açılan bir kanal vardı. Ki benim aslında o ilk yazdığım öykülerde de vardır o. Tekrar oraya birazcık derinleşerek geri dönmeye çalışıyorum. Bakalım nasıl bulacaksınız, göreceğiz yayımlandığı zaman. Beni de uzun yıllar sonra yeniden bir öykü kitabı yayımlatmak heyecanlandırıyor ama aynı zamanda son bir yıldır üzerinde çalıştığım bir roman var. Daha çok işi var onun. Daha çok yeni, daha birkaç yıl sürecek belki. O da resim sanatı üzerine bir kitap olacak muhtemelen. Yirminci yüzyıl başında yaşamış bir ressamı merkeze alan bir roman.
- Goethe, İki ömrüm olsun isterdim; biri yaşamak, diğeri okumak için demiş. Ben buna bir üçüncü ömür eklemek isterdim daha sormak istediğim pek çok soru için. Bana vakit ayırdığınız için teşekkür eder, bir gün yine karşılaşmak dilerim.
Ben çok teşekkür ederim. Çok güzel, çok ayrıntılı bir söyleşi oldu.