Zalim bir insan kırılmaz camdan da yapılsa, belki çatlamaz da, ama ona çarpan her şeyin sesini, şiddetini içinde duyabilir. Zalim olmak kolay şey de değildir, yazan birinin yazarkenki zalimliği elbette yalnızca yazdığı metin için geçerlidir. İyi bir okur, okuya okuya sonunda insan da okur. Belki de yalnız ben öyle sanıyorumdur. Çünkü bana göre insanın kendini bu kadar zalim nitelemesi zulme uğrayanları izleyip kapısını örttüğünde gördüklerinin, tanık olduklarının yakasına yapışması, içine işlemesidir. Ayfer Tunç da kendini zalim olarak niteliyor, tıpkı hayat gibi. Oysa kimse bilmez, insanın kapısını örtüp ışığını söndürdüğünde içeride bir başına kendi kendine ne muamele ettiğini.
Zalim olması gerektiğini anlamış ve dile getirmiş biri elbette bizim anladığımızı sandığımız "zalim olma" kriterlerine sahip biri değildir. Asıl zalimlik yazdığı metinlerde insanın hem başkaları tarafından hem kendi kendine uyguladığı şiddeti, dışlanmayı, aşağılanmayı tam tersi yönde dile getirmek, bunun üstünü örten cümleler kurmaktır. Ayfer Tunç bu türlü yazanlardan değil. Yüz yıl sonra da kendini ifade ettiği kadar zalim bir yazar olmadığını anlayacak okuru. Yüz yıl, büyük bir iddia değil. Bugün Türk Edebiyatı'nın "yarının klasikleri" arasında en kalıcı yazarlarından biri olmanın temellerini çoktan atmış bir yazar. Ayfer Tunç için soğuk denmez, soğukkanlı ve zeki demek çok daha yerinde. Yaşadığı toplumu ve onu şekillendiren her şeyi bilen tanıyan bir yazar. Yazının her türü elbette mühendislik aşamada bir zeka seviyesi istiyor. Her yazan bu zekâya sahiptir de, denmez doğrusu. Ama gelişebilir, geliştirilebilir. Beş dil bilip de edebi çeviri yapamamakla bir dili çok iyi bilip edebi çeviri yapabilmek gibi bir şey bu. İnsanın yaptığı işte uzman olması gerekliliği... Edebiyat sadece bir iç döküm alanı değildir. Yalnızca böyle algılanırsa edebiyat alanı herkesin her şeyi getirip üst üste döküp bıraktığı, her şeyin her şeye benzediği, karıştığı bir yığın alanı olur. Kendi kendini asiste edebilen, kendi editörlüğünü kendi yapabilen bir yazar elbette böyle bir alanda bile kendi olarak kalır. Ayfer Tunç da bu biçimde yazabilenlerden. Tıpkı bir savaş muhabiri gibi. Yüzüne sıçrayan kan ve kaos hiç korkutmuyor onu yazarken. Ama kim iddia edebilir ki, o korkusuzluğunun altında titreyen bir kalbinin olmadığını…
Kapak Kızı, Yeşil Gece Perisi ile bir üçleme olan Osman bu serinin üçüncü tekil şahsı olarak çıkıyor karşımıza. Üçüncü tekil şahıs, çünkü Osman gerçekten de tekil şahıs. Osman da bir zalim, kendine karşı… Aşağıdakiler arasında parçalanacak bir karakter olmakla beraber aşağıdakilerin üzerine gerilen ipin üzerinde duracak dengeyi de yakalayamayan bir karakter. Düzenle mücadele edemeyen ve fakat ona ayak da uyduramayan. Şiir yazan, günlük tutan ve dünyanın kulakları sağır eden sesleri arasında kendi şarkısını söylemek isteyen, herkes gibi olamayan biri. (Osman'ın günlük tutan bir karakter olması Suzan Defter'i de anımsatabilir. Bu Ayfer Tunç'un günlük tutmaya dair bir ilgisi gibi de gelebilir.) Her şeyden, herkesten ve kendinden kaçmanın yolunu arayan "bir" ve "öteki". Osman bugünün bir Ortaçağlısı. Kendi modern dünyalarını inşa etmek isteyenlerin "neye göre" bilemiyorum, "başarısız bir birey" olarak eseri. Ortaçağ'ın belirgin insan tipi. Toplumsallığın ve kendi dahil olduğu sınıfın ya da daha doğrusu bir kategori düzeninin altında bireyselleşemeden kalmış ve ezildikçe ezilmiş insan tipi. Tarihe karışmasını beklediğimiz ama aksi gerçekleşen Tanrı'sına ve senyörlerine karşı görevlerini yerine getirirken sanılandan çok daha az hakka sahip olmuş insan tipi. Osman'ı okuyanlar şunu da anlayacaktır, Cihangir'de oturmak, belli bir sınıfa ve kategoriye ait olmak da kurtarmıyor insanı. İnsan her koşulda gerçekleştiremiyor kendini. Her yerin bir iktidar alanı ve o alanın iktidar mekanizmasında insanı kendinden bir parça olmasına rağmen horlayan, hor kullanan, inciten bir sahibi var elbette. Bütün dünyada da böyledir bu. Bütün ebeveynler hayatta başarısız ve zayıf oldukları alanlarda evlatlarının kendilerinden daha başarılı ve zalim olmasını ister, buna kaynaklık edecek iteklemenin gücünü yaratmaktan da övünç duyarlar. Bir düzen kurmuşlardır ve ona bir varis yaratmak çabasında kendilerini Tanrı sanırlar. Osman'a dönüp bir daha bir daha bakıyorum da, "ben yazar olacağım" dediğimde çılgınlar gibi Türkçe-Matematik çalışıp tüccar olmamı isteyen babamın gözleriyle gözlerimin içine saplandığı akşamı hatırlıyorum. Öyle ya, armut her zaman dibine düşmüyor ağacın. Belki o kuşak bu mücadeleyi kaybetti, ama ben sırtımı Osman'a dayayıp bu vesileyle "ben kazandım!"ı da ilan edeyim.
Toplumun her kesiminde her tabakasında insanın, insanın kaderine müdahale etme isteğinin, muhafazakârlıkla muhafaza etmenin arasındaki o ince çizgiye sarsıcı ket vuruşları ve modern dünyanın en ilkel kavimlerden bugünün insan topluluklarına kadar ailede başlayıp toplumun bütün mekanizmalarına kısır bir döngü halinde sirayet eden davranış, anlayış ve yönetim biçimlerine okurun önyargısız ve çıplak gözle bakabileceği bir kitap Osman. Yalnızca bir kenar mahallede yoksulların değil, zenginlerin de bir meta olarak "insan varlık" olarak çaresizliğini siyasal ve sosyolojik açılardan da metne almış bir roman. İnsanı insandan uzağa atmanın ve insan olma serüveninin trajedisiyle geçmişe yaslanmış ve ondan kaçmanın yollarını aramış bir karakter Osman. Ve trajedinin aslında hepimiz için bir ortak vatan olduğunu da gösteren bir kitap. Uzağa atılmış herkesin hayat aynası.
Bu uzağa düşmüşlük insana bulunduğu yere ait olamama duygusu veriyor. Osman da "buralı" olmadığını biliyor zaten. İlk anda günlük tutan, şairane ve şarkılar söylemek isteyen biri elbette ezgin gelebilir, fakat içindeki inadın bütün kuralları yıkıp geçecek güçte olduğunu da yürekten bağlı olduğu şeylere borçlu olduğunu gösteren biri. Osman baskın, dominant bir karakter değil gibi geliyor önce. Çünkü Osman başından beri bir domino taşı olmayı reddediyor. Çünkü biliyor, domino taşlarının itilip yıkılmak için dizildiğini. Bütün dünyada bütün insanların birbirlerine ve ebeveynlerin de çocuklarına yaptığı şey bu aslında. O itinalı dizimin itilince yıkıldığındaki gürültü ve illüzyon. Üstünü örtüyor, o büyük trajedinin. Her şeyin sonunda gerçek olansa kaçınılmaz olduğu gibi insanın koşarken yanındakileri de sürüklediği bu yıkılış. 90'lı yıllara kadar insanlar çocuklarını disiplin delisi birer zalim subay gibi yetiştiriyordu. Şimdi ise bu zalim eğitim ve beklentilerden sağ salim çıkıp birer yetişkin olanlar daha naif çocuklar yetiştiriyor. Oysa sonuç daha hızlı bir yıkımdan başka bir şey değil. Belki de bugünkü intihar sayılarındaki artışı buna delil olarak göstermek yanlış olmaz. Çünkü her şey tersiyle giriyor yürürlüğe ve hayata. Oysa insana kendi kararlarını verebilmeyi öğretmek ve bundan daha önemlisi bunu bir lütuf gibi değil, doğuştan bir hakmış gibi kullanmasına izin vermek gerekiyor. İnsan birey olduktan sonra başkasının alanında hayal bile kuramıyor. Ve bir köle olduğu duygusunun altında mutsuzluktan başka hiçbir şeyin tadını algılayamıyor. Mutsuzluk geniş zamandır, ezildikçe ezilen insan bu geniş zamanın tutup önümüze attığıdır. Bu geniş zamanın insanı aslında her şeyden muaf kılan evrensel ve toplumsal bir depresyon yarattığını da gösteriyor. Bu zamana sahip olduğunun farkına vardığında aslında insan, hiç değilse kendisi için bu zamanı en iyi biçimde kullanabileceğini de fark ediyor Osman'da. "Ben olsaydım" parlak bir fikir gibi beliriyor. Elbette bunu fark edip değerlendirmek okura kalıyor.
Herhangi bir kitapta toplumsal eleştiriye dair bir kelime bile yoksa o kitabı yazarı ile bağdaştıramazsınız. Ben bağdaştıramıyorum. Dolayısıyla bu eleştiriyi yapmaktan kaçınan hiçbir kitabın yazarını da dikkate alamıyorum. Okumaktan da asla vazgeçmiyorum elbette. Belki yeni bir kelime yeni bir ifade biçimi kurmama yarayacaktır, Ayfer Tunç gibi yazarları metne alırken. Yani her yazan, her metin elbette bir işe yarayacaktır, fakat Ayfer Tunç okuru için bunun ötesini yapabilen yazarlardan kalacak hep. Onun yazdığı her metin bir kelimeden, bir duygudan çok daha fazlasını vaat ediyor okuruna. Görmeyi. Görmüyorsa, duymayı. Hepsinden iyisi farkına varmayı. Edebiyat oldum olası en güçlü alan olmuştur benim için. Çünkü toplumu eleştirirken insanı ve insanoğlunun yaşadığı her şeyi ancak edebi metinler bütün aklına ve ruhuna hitap ederek gerçekleştirebilir. Ayfer Tunç, Osman'a merkezdeki toplumsal derdin ne olduğunu söyletmiş. Ayfer Tunç doğal konuşma dilinin anayurdundan kaleme alıyor romanını. Hiçbir şeyin ölümden ve kötülükten daha hızlı gelişmediği bu dünyada insanlık tarihi kadar eski uzlaşamamazlığı insanın kendi hakikatinden kurtarıp insanlığın hakikatine çevirerek yazmış. Dünya Ağrısı'nda şöyle diyordu, Hayat ve ölüm iki ucundan ateşe verilmiş bir ip gibi karşıt yönlerden yola çıkarlar ve karşılaştıkları yerde macera sona erer. Osman, bunu farklı biçimde dile getiren ve her şey bittiğinde onu yeniden başlatan bir roman.