İnsan neyi arıyor ve neden? Daha önemlisi aradığını bulduğunda ne yapacak? Bunu bilmiyor. Belki bir yoldur aradığı, oysa yol da kendisi yoldaki yolcu da. Ölümsüz, değişmez ve zorunlu bir şey de aynı zamanda aradığı. Hem insana uygun hem de tanrısal. Yolun sonu kendisi olunca, bunun bilincinde olan insan için -bu çok da mümkün değil aslında- ama bazen sadece bir olgu olarak bile peşine düştüğü şeyin onu sürüklediğini bilmeden çıkar yola. Onun şeklini aldığı gibi ona şekil vermek de ister sonra. Her şey bir yana o bunu istiyordur çünkü. Ama insan bunun ne kadar farkında? Farkında olduğunda da farkında değilmiş gibi savrulup durduğunda da sonuç aynı aslında. İlahi bir arayış yalnızca imgelerden bir dünya kurmaya benzer bu yüzden. Buna dayanıklı bir üslubunuz ve duruşunuz varsa ama. Tıpkı Berkeley'in dediği gibi, "Duyularla doğrudan doğruya algılanan şeyler fikirlerdir" sadece.
Bu, insanın inancını neyin üzerine nasıl kurduğuyla da ilgili... Milyarlarca insanın 'bir tek Tanrı' diye tabir ettiği ve yine milyarlarca insan kadar farklı algılanan, tahayyül edilen milyarlarca biçimde var olur. "Onları çıkarın içinizden yan yana koyun" desek, milyarlarca Tanrı çıkacak aslında ortaya. Hiçbiri birbirine asla ama asla benzemeyen... Bu da toplumda sadece "toplumsal fizik"le değil, "toplumsal metafizik"le de ilgili bir sorun olduğunun ispatıdır. Bu, insanın içinde birden belirdiği dünya ile kendi içinde beliren dünyaların birbiriyle olan teması ve birbirleriyle olan dengesiyle de ilgili. Ve dengede durmak bir ömre mâl olur çoğu zaman. Marx ve Feuerbach, "Tanrı'ya inanmanın bir gerçeklikten kaçış" olduğunu biraz da bu yüzden öne sürüyorlardı demek ki. Bu yüzden şunu biliyoruz ki, insanın aradığı bir Tanrı değil, tanrısal özellikleri olan bir varoluş biçimi. Ancak benzeriyle bir aradayken mutlu olmanın aynı kutupların birbirlerini itmesi dolayısıyla mümkün olmaması yüzünden hiçbir zaman gerçekleşemeyecek ve kuvvetler ayrılığının bir ilkesinin de sonucu olan şey insanın inancını ayakta tutacak olanın yaşamını anlamlı kılacak olanla temas ettikçe varoluşunu tamamlayacak olan şeyin de büyük oranda bir hayal ürünü olmasıdır.
Onu sıfatlara, sayılara sığdıramayan da bu işte… Bu, genellikle sadece bir fikir olduğu için tatmin etmiyor zaten insanı. Fakat "fikir" sözcüğünü ortaya çıkaran Descartes, fikir için, "gerçekliğin imgesi ya da sunumu" der. Öyleyse insan için fikir de duyumsanabildiği ölçüde kavrandığında 'gerçek' bir şeydir. Kıyamet Emeklisi'ni bu minvalde bir ilahi aşk ya da tasavvuf edebiyatı ne deniyorsa artık o biçimde tanımlayanlar, algılayanlar bu iki cilt kitabın bir ilahi aşk ya da tasavvuf edebiyatı kategorisinde olmadığını ancak fikirlerin aslında her zaman zayıf ama izlenimlerin fikirlerden daha güçlü olduklarını anladıklarında kavramış olacaklar. Çünkü fikirleri oluşturan temel yapıların izlenimlere bağlı olduğu gerçeğiyle kaçınılmaz olarak karşılaşacaklar. Şule Gürbüz de bu yüzden alelade bir öykücü ya da romancı değil. Bu yüzden, bu iki cilt kitap bir fikirler kitabı değil, izleminler kitabıdır da. İnsanın başka bir biçimde geçirdiği evrimlerin bir başka formu sadece… Baş karakter Aziz'in henüz çocuk yaşında kapıldığı ve ileride de tekrarını istediği şey kendini tamamlamış bir insan olmak değil bu nedenle. Bu formun bir parçası olduğunun farkında değil çünkü. Onun farkında olduğu şey haz. İnsanın haz duyduğu ya da haz almak istediği şeyler sadece maddi olmak zorunda değil. Dinlemek bir başkasını ve dinlenmek bir başkası tarafından da bunlardan biri... "Haz ve gerçeklik ilkesi" Freud'a göre, çocuğun tüm etkinliklerinin acıdan kaçmaya ve hazza yönelmeye göre düzenlenmiş halidir. Ve bana göre insan elli yaşına da gelse çocuktur, o tamamlanması gereken şeyi hiçbir zaman tamamlayamadığı için.
İnsan, (eğitim ve görgü, terbiye olma ve ediliş biçimi de bunların tamamına tekabül ettiğinden) daha büyük acılardan kaçmak için daha küçük acılara katlanmayı ve küçük hazları önemsemeyi tercih eder. Bu da onun çocukluğu aşmasını sağlar. Tıpkı Aziz gibi. Ama büyüyünce ne oluyor ki? Yitirdikçe ondan artanın bir boşluk olduğu gerçeğinden başka bir fikir değil doğrusu, edindiği tecrübelerin toplamı olan.
Kıyamet Emeklisi bir ilahi aşk romanı asla değil bu yüzden. Aziz hayatının aşkını zaten bulmuş biri. Onun istediği aşkını aşkı uğruna kurban edeceği bir başka aşk da değil. Tasavvuf edebiyatının temelinde olup da okurun da okuru bir biçimde yönlendirmeye çalışan eleştiri ya da tanıtım metni yazanların dillendirdiği "Allah'a yöneliş" de değil bu nedenle. Bir hayat hikâyesinin gerçekten dikkate alınmasını sağlayan da içerdiği maceraların anlatılmasını sağlayan da onu bir arayışın seyrine çeviren de hikâyenin akış biçimine yön veren "olma" biçimidir sadece. İnsan, insanın nesnesi gibi bir şey çünkü... Şeyhlik, müritlik bu yüzden talep edilen bir şey... Onun varlığını anlamlı kılmak için tutunduğu, nereye nasıl sürüklenirse sürüklensin peşinden gitmeyi her biçimde her şeye rağmen kabul etmesinin sebebi de bu işte. Bu yalnızca teslimiyet anlamına gelmez. Teslim almaktır da bir yandan. Bu, yalnızca bu biçimde tanımlanamaz tabii. Onda duyum yaratan edimlerin itki ve etkileyicilerini daha fazla önemser bu nedenle. Oysa onların itkilerini yaratan da kendisi değil midir aslında? Çünkü bir dinleyen yoksa konuşan da hiç var olmayacaktır. Kıyamet Emeklisi'ni Şule Gürbüz'ün diğer metinlerinden farklı kılan da bu… Bakanların gerçekten gördüklerini sandıkları şeyin hiç de karmaşık olmadığı olacak. Çünkü kişiliklerin metafizik yapısını algılamak, idrak etmek için izlenmesi gereken yol karışıklıklarının sürdüğü yolda ilerlemektir. İnsanın güven, sevgi ve bağlanma gibi ihtiyaçlarının nasıl karşılanması gerektiği kadar onların neden birer gereksinim gibi hissedildiğini de gösterecek olan sözlerle dolu bu iki ciltlik kitap bir hayatın nasıl şekil aldığı kadar bazı şekilleri ne yaparlarsa yapsınlar neden almadığının, alamadığının da açıklaması aslında. İnsan ancak içinden geçtiği fırtınaların şiddetini bilebilir çünkü. Oradan sağ selamet çıkabilirse tabii.
Doğduğumuz yerde durmamız gerektiği gibi durmaya katlanamadığımız için başka yerlerde başka biçimler alacak, deri değiştirir gibi başka biri olacağımızı sanırız. Oysa insan nereye giderse gitsin kendinden başka hiç kimse olamaz. Bütün hikâye bittiğinde Aziz'e olan da bu sadece... "Peki, bütün bunları Aziz'e yaşatan kim?" sorusunun yanıtı çok daha önemli... Tabii ki bu kişi Şule Gürbüz'den başkası değil.
Kendi olamamış, çünkü kendini tamamlamış biriyle hiç karşılaşamamış, bu "olmak" durumunu tamamlayamamış ama bir "baba"lık vasfıdır bunun altına yuvalanmış bir karakteri (Hilmi Baba'yı) bir yazar neden koyar ortaya? Burada bir yanlışlık var demek için galiba. Öyle ki, karakter ilerleyen satırlarda bunu kendisi de dile getiriyor. O satırları tekrar etmeyeceğim ama şunu söylemem gerek, insanın hayatı boyunca susup düşündüğü ve hayatının sonuna geldiğini anladığında dile getireceği tek şey tıpkı Fernando Pessoa'nın Huzursuzluğun Kitabı'nda dile getirdiği şu cümlelerden başka hiçbir şey olmuyor: "Olduğum şeyle olmadığım şey arasında, hayal ettiğim şeyle hayatın beni yaptığı şey arasında bir boşluğum..."
Varlıkların ya da edimlerin insanı sonunda kaçınılmaz olan durumlara düşürdüğü o andan söz ediyorum. Fotoğraflarda nasıl çıktığını önemseyen, konuşurken ettiği sözleri bir dinleyen var diye hesap etse bile fütursuzca dile getirmekten hiç çekinmeyen o halinden insanın. İnsanın bir Tanrı'yı aradığını sanarak çıktığı yollarda insanla muhatap olması dışında gerçek bir Tanrı'ya ulaşması imkânsızdır. Herman Hesse, "Tanrı içimizde" derken belki de bunu kast ediyordu. Oysa Aziz'in çıktığı yolda karşılaştığı insanların kendi inanma biçimlerini aktarış ve anlatışları kendi içlerindeki Tanrı'nın nasıl var olduğu durumlarının doğrulanmayı bekleyen birer varsayım olduğunu da koyuyor ortaya. Aziz bu yüzden ne kendi istediği gibi olabiliyor ne de başkalarının ondan olmasını istediği kişi. Edebiyat ortamının daha anlaşılır olmasını istediği Şule Gürbüz gibi.
Kıyamet Emeklisi bir tekke, dergâh güzellemesi de değil bu nedenle. Toplumsal yapının basit bir sorgulamada bile hemen yerle bir olan yapısına Aziz'in hikâyesi üzerinden eleştiriler getiren de bir roman. Siyasi manada bir görüş olarak muhafazakârlığın aslında ne kadar uzağında olduğunu yine Kıyamet Emeklisi'ndeki ev ve aile yapısını eleştirme biçiminden de anlayabiliyoruz zaten. Şule Gürbüz için sık sık yapılan "modernist muhafazakâr" yakıştırması da işte tam da bu noktada yıkılıyor. Çağın dilini çağın insanları gibi kullanmıyor olması ya da benimsediğini dile getirdiği, çok sevdiğini de bildiğimiz ve kendisini Yahya Kemal Beyatlı, Ahmet Hamdi Tanpınar gibi yazar-şairlerin devamı olarak gördüğünü ifade etmesi onlarla doğrudan bir biçimle yazdığının alemetletlerini dahi içermiyor. İçerdiği felsefi yetkinlikleri olan bir metnin yazarı için "muhafazakâr ama batıya dönük" yorumları çok da ciddiye alınacak yorumlar da değil bu nedenle. Öyle Miymiş? ile de ortaya koyduğu yazma biçimi diğer metinlerinden tür olarak da farklı olan Kıymet Emeklisi'ni başka bir üslupla yazdığı anlamına da gelmiyor.
Türk Edebiyat'ında çok farklı biçimlerde ve üsluplarla vücut bulmuş birçok eser var, fakat Şule Gürbüz tabuları yıkan tarafıyla "modernist" ona kendi inanç biçimiyle şekil verdiği için de "muhafazakâr" sayılmaz. Şiirin ve felsefenin birleştiği noktada kendi üslubunu yaratmış bir yazarın böyle çok kolay kategorize edilmesi de kolay anlaşılacak şey değil doğrusu. Türkiye'de bugün insanın arayış skalasının bilincini neredeyse kaybetmiş bireylere dayandırılması kadar tuhaf yaklaşımlar bunlar. Bizim toplum olarak kapasitemizi aşan kişiler için sıkça kullandığımız kalıplara sığmadığı için belki de ona hem hayran hem düşman olmanın arasında kalıyoruz. Şule Gürbüz'ün dili kullanış biçimini bir gösterge olarak ele almaksa bana Saussure'nın "Dil alanı bir göstergeler alanıdır" cümlesini hatırlatır. Çünkü bu cümlesini şöyle tamamlar sonra Saussure: "Gösterge alanı gösterenle gösterilenden oluşur." Ve gerisi teferruattır.
Bizim şarkımız, Doğumuz Batı felsefenin kapısıdır aslında ama şu var ki; "İslam Felsefesi" diye nitelenen şey var olduğu coğrafyanın inancına bağlanmış fikirler söz konusu olduğunda İslam Felsefesi sadece şu anlama gelir: Bizim felsefemiz buraya kadar! Dolayısıyla bir yazanı metniyle, dili kullanma biçimiyle, bozulmaz varoluşuyla kavrayamayanların ve kavramaktan korkanların yapabileceği tek şey onu kategorize etmek olur. Oysa felsefe Doğu'da ya da Batı'da fark etmez bir sınırsızlık amacı güder.
Toplumsal ya da bireysel bir sorgulamanın bir sonuca kavuşmasını istemez. Ölçüsü de yoktur bu yüzden. Ta ki çakralar açılıp bir daha kavuşmak duygusunu umursamadan sonsuz olana aktığını idrak edene kadar insan. Kıyamet Emeklisi bir insanın bir dergâha, bir şeyhe bağlanma arzusundan ibaret bir hikâye de değil. Biz evde bulamadığını -çünkü o kendisine verilemesi gerekenin orada asla sahibi olamayacağını bir kez hissetmiştir- evi küçümsediği için dışarıda arayan bir tür olarak "kader" diye isimlendirdiğimiz tercihlerimiz bizim istediğimiz sonuçları vermediğinde onu kabullenmeyiz. Sanki hiçbir eylemi kendi aklımız ve irademizle seçmemiş gibi bundan başkalarını sorumlu tutmayı severiz. Ama sonra yol da biter yola çıkanın vakti de ve anlarız ki, ilk tercihimiz en doğru kararken biz bunu es geçmişizdir. Romanın sonunda Aziz'in ve edebiyat çevrelerinde Şule Gürbüz'ün de yaşadığı budur. Anlamaya çalışmaktan anlaşılmayı bir kenara bırakmıştır. Ne varoluş, ne kara sevda farkındasın işte bu korkunç denecek yere gelmiştir çoktan. Oysa onun kullandığı dilin hem toplumsal hem de bireysel yanları var.
Biri olmadan diğerinin tek başına kavranamayacağını anlamayanların onu ve kitaplarını bir şekilde kategorize edişlerini okuyoruz senelerdir. Fakat ne bir roman olarak Kıyamet Emeklisi ne de bir yazan olarak Şule Gürbüz bugünün kategorize ediliş biçimlerine sığacak değil. Bu yüzden nerede Şule Gürbüz hakkında yazılmış bir metin görsem aslında kendini yer çekiminden sonsuz bağımsız hep havada kalacak biçimde boşluğa atmış birilerine bakıyor olacağım.
Ayfer Feriha Nujen kimdir? Ayfer Feriha Nujen; yazar, sosyolog ve mühendistir. İlk şiirleri on dört yaşından itibaren Taflan, Berfin Bahar, Varlık, Sincan İstasyonu, Üç Nokta, Kaçak Yayın, Deliler Teknesi, Az Edebiyat, Yokluk, Forum Edebiyat, Evvel Fanzin, Amargi gibi dergi ve edebiyat sitelerinde yayımlandı. Pek çok alanda ve türde çalışmalar yaptı. Halen T24'te haftalık yazılar yazmaktadır. Bedenim Mezarımdır Benim, Yüzü Avuçlarında Solgun Bir Gül, Aşkın 7. Harikası Tac Mahal, Ay İle Güneş Arasında, Duasız Ölüler, Şairin Kara Kutusu/ Nilgün Marmara, Kırağı/Seyhan Erözçelik Şiirine Bodoslama, Öteki Cins Şair, Ey Arş Sıkıştır! yayımlanmış bazı kitaplarıdır. Yazmayı ve çeviriler yapmayı sürdürmektedir. İstanbul'a bağlı bir kasabada yaşamını sürdürmektedir. |