Şu cümleyi şiar da edinmiş biri olarak sever ve ona sadakatle bağlı kalmaya çabalarım: Başkasının özgürlüğünü kısıtlamaya başladığında, senin özgürlüğün biter. Olması gereken de budur. Edebiyatın da kendi içinde benzer kuralları elbette ki yazarın kendi vicdani ölçütleri çerçevesinde varlık bulan kıstaslar, yasalardır. Olmak zorundadır. Bir metni yazarken, yazarın insanlara nasıl davrandığını görürüz aslında. Yazarın insanlara karşı ne hissettiğini, onlara karşı ne tür duygular geliştirdiğini ve böylece onların da duygularına nasıl şekil verdiğini… Söz konusu metin okura sirayet ettiğinde bu duyguların başka insanlara nasıl yansıdığını… Pek çokları ve eleştirmenler, sorun olarak kavramların kendisini ele alır. Özgürlüğü yahut sınırı… Ya da sadece edebiyatı, bir başına… Kavramları, Batı'daki çevreci politikalarla (insan buna dâhil) ve doğacılıkla (ki, insan buna da dâhil) ilgili kaygılardan hareketle geliştiriyor olması, burada doğal olarak gelişmekte olan ülkelerin gündemini oluşturan maddi ve fikri yoksulluğu gidermenin düşüncesinden ziyade, endüstrileşmiş ülkelerin temel sorunu olan çevrenin korunmasını sağlamasıdır. İnsan bu çevrenin bir ürünü olarak da hem içi hem çeperidir de aynı zamanda. Edebiyat ve sanat endüstrileşmiş sahalarda endüstrileşmemesi gereken bir asıl yaşam alanıdır ve gerçek yaşamı şekillendirmede büyük bir paya sahiptir. Çünkü kültürün nasıl geliştiği, ne yöne aktığı önemli bir meseledir ve her şeyi temelde yine şekillendiren de budur. Bu açıdan soysal yaşam statik ve durağan değildir; aksine sürekli bir devamlılığı olan sonsuz bir değişim sürecidir. Dil değişir ve gelişir böylece kültür değişir ve gelişir. Böylede insan değişir, insan gelişir. Ama şöyle de ince bir çizgi vardır ki, bazen her şey kötü de gelişebilir. Sınır belirlemek bunu engellemek için gereklidir.
Cinsiyet ilişkilerindeki yönelimler-kaymalar, çocuk istismarı, tecavüz, suçu özendirme, ırkçılık, göç karşıtı tedbirler-göçmen karşıtlığı, şiddet, küresel terörizm ve günbegün artan faşizm gibi çok daha belirgin şiddetli meselelerin kaleme alınışı gibi ciddi konulardaki en ufak ciddiyetsizlik durağan bir sosyal felaketi dünya bazında bir fırtınaya çevirebilir. Müstehcen bir eserin, bir savaş romanının, erotik bir şiirin de kendi kuralları olmak zorundadır. Bir eseri sadece dil ve ses olaylarının akışı bozulmasın diye, yazar alelade bir kontrolsüzlüğe bırakmamalıdır. Ne yazdığını bilen bir yazan bunu bilinçlice yapmaz da zaten. Böyle bir durumda bu sanat değil, şuursuz bir şovenistlik olur. İlgi çekecek, çok satacak, metnin sahibini bir yazar olarak zirveye taşıyacağı hezeyanına kapılmamalı. Çünkü her metin önemlidir, biçimiyle, konusuyla toplumsal kültüre, evrensel sosyal yapıya dair etkiler içerir. Ve her etki bir aksiyon yaratır; bir metni bir sanat eseri olarak özellikle ortaya koyarken, buna kesinlikle dikkat edilmelidir. Bu noktada elbette asıl kanun koyucular, kuralcılar editörler ve yayıncılar olacaktır. Olmak zorundadır. Düzene baş kaldıran her eserin özgürlüğü özgür kılan bir yanı elbette var. Fakat düzeni kendi "düzenli düzensizliği" dışında bir yıkıma çeken hiçbir metnin ne sanatla ne de toplumu geliştiren öğretici erdem ve ahlaklı olmakla hiçbir ilgisi yoktur. Burada dile getirdiğim "ahlak" muhafazakârlıkla değil, doğrudan muhafaza etmekle ilgili olan tavrın kendisi. Çünkü özgürlüğün de bir sınırı vardır. Bir başkasının özgürlüğünü kısıtlamaya başladığında o özgürlük değil, insanlığa karşı işlenen evrensel bir suça dönüşür. Burada sözünü ettiğim şey sansür değil, yazanın iyi olanın inşasında ortaya koyması gereken iyi niyet içeren ve iyi olana hizmet eden kontrol mekanizmasıdır. Aslında tam olarak bir otosansür de değil. Otosansür kimi zaman bireysel olarak kendini baskılama biçimi olduğu için tıpkı toprağa mayın döşemek gibi gelir bana metinlerde de. Bilinçli iyilik ya da bilinçli kötülük arasında takınacağı tavır ve sergileyeceği duruşun hakiki halinden söz ediyorum sadece. Olması gerekeni oldururken, başkalarının çıkarına hizmet etmeyi reddettiği gibi kendi çıkarını da gözetmemek… Toplumcu yaklaşımları en insani biçimde tercih etmek...
Söylem ve onun şekli toplumun en küçük birimi olan birey üzerinden yaygınlık kazanır. Söylem, ortak varsayımlar aracılığıyla oluşturulan ve belirli bir konu hakkında insanların anlayış ve eylemlerini biçimlendirmeye hizmet eden düşünme ve konuşmadır ve bu biçim bir metne döndüğünde, kulağa ne kadar hoş gelirse gelsin, söylemlerin biçim ve içeriklerinin de ne kadar önemli bir mesele olduğunu gösterir.
Dilbilim bağlamında söylem; karşılıklı konuşma, kamusal tartışmalar ve çevrimiçi sohbet odalarında gerçekleştirilenler türünden sözlü ya da yazılı iletişimlerle ilgilidir ve buna yazılı ya da görsel bütün sanatsal ve edebi eserler de dâhildir. Çünkü bütün sanat eserleri bir çeşit iletişim aracıdır. Bir çeşit aktarma. Dilbilimde söylemler, iletişimin nasıl işlediğinin ve organize edildiğinin, kurgulandığının da bir göstergesidir. Dil ve iletişim incelemeleri, çoğunlukla anlam inşa eden dil bilgisi kuralları ve gramerin rolü gibi teknik özelliklere odaklanır. Oysa esas konu bunlarla sadece şekil alır. Yazarın metnini oluştururken teknik açıdan dil bilirliktir. Yani "keskin nişancı olmak" bir katil için sadece onu aklayacak, paklayacak bir unvan kesinlikle değildir. Bin metreden bir insanı alnının tam ortasından vurmak, cinayet işlemiş olmayı hünerli bir iş gibi gösteremez. Değildir çünkü. Bu benzetmeden bir sonuç çıkarmak gerekirse, dili ne kadar kuvvetli olursa olsun, neyi nasıl anlattığı, aktardığı önemlidir yazarın.
Yazar gündemi takip etmekle sorumludur. Günün derdini gündeme taşımakla, ondaki hasarı onarmak, ona çareler sunmakla sorumludur. Burada kontrolünü kaybetmemelidir. "Postmodern" kavramı burada denge bozan bir kavramdır aslında. Layık olduğu biçimde pek kullanılmamıştır. Kimileri için sanat ve kültür alanında tür ve tarzları birleştiren ve karıştıran bu yöntem gelenek karşıtı bir tarz ortaya koyabilir. Gelenek her zaman aynı fikri ileriye sürmek-sürdürmek demek değildir. Bireysel duruş, öğreticilik, insani açıdan da çok gereklidir. Eski moda romantizm ve ahlak anlatımlarıyla, ölçüsüz şiddet ve cinsel sapkınlık böylece cilalanmış konular arasında her zaman kontrolü çabuk kaybedilen bir şey olmuştur.
Weber'in dört temel rasyonelleşme türü vardır; patik rasyonelleşme, kuramsal rasyonelleşme, içeriksel rasyonelleşme ve biçimsel rasyonelleşme. Bu dört temel rasyonelleşmeden ikisi içeriksel ve biçimsel rasyonelleşme edebiyat ve sanat sahasında göz ardı edilemez kurtarıcı kıstaslar içerir. İçeriksel rasyonellik, sosyal yaşamın belli bir alanında eylemleri bir değerler kümesine göre yönlendirir. Sözgelimi arkadaşlık ilişkileri, karşılıklı saygı, sadakat ve yardım değerlerini içermek durumundadır ve bu değerler kümesi yaşamın bu alanında doğrudan insanların eylemlerini düzenlemektedir. Biçimsel rasyonellik ise, genel ya da evrensel kurallar veya yasalar kümesi bağlamında belirli bir amaca ulaşmak için en etkili araçların düşünülüp hesaplanmasına dayanır. Kendini tanımamış bir yazarın bunlardan istifade edebilmesi pek mümkün değil elbette. Toplumun birey üzerindeki belirleyiciliği yazan biri açısından tam tersine bir organizasyon yaratabilir de. Yeni sosyal bireyler ve onların hareketleri üzerinde şüphesiz toplumun birey üzerindeki etkisinden çok daha ileridir bu biçimde yazmayı tercih edenler. Bu noktada yazarın, nicel ve niteliksel olarak betimlemelerinde kapsamlı ölçümler yapması zaruridir. Sosyal bir aktör olarak kendileri ve içinde bulundukları sosyal koşullar üzerine derinlemesine düşünmeleri ve bu anlamda, bilgi ve toplum arasında modeller yaratan biri olduğunu ve bu modellerin toplumun okuyan kısmıyla okumayan kısmına da etki ettiğini bilerek ortaya koymalı metinlerini.
Her metnin, her ne kadar bir kurgudan ibaret olsa da, yönlendirmelerinin gerçekte bireyden topluma aktarıldığını göz ardı etmemeli. Sosyal ilişkiler içinde ortaya çıkan bağlamların oluşum şeklini böylece bir metnin ya da bir başka türde sanat eserinin etkilediği gerçeğini unutmamalı ve agnostik bir yapıda olan kitlelere dengeden çıkmadan yerinde bir denge içinde doğrusal bir denklemi yeniden kurabilme fikrini enjekte edebilmelidir. Bunu her zaman bilimsel bir bilgiyle değil elbette, içinde bulundukları anın dili ve koşullarıyla yapmalıdır. Ondan kopuk ve onu iyice azıtan bir dil ya da tavırla değil.
Birkaç yıl önce karşılaştığımız Zümrüt Apartmanı adlı kitap böyle bir hataydı. Sözüm ona Amerikan Edebiyatı'nın "gerçeküstücülük" akımıyla kaleme alınmıştı. Oysa mantıklı her kimse şunu bilir, ne edebiyat ne kırsal kültür ne de türlü türlü akımlar, insani açıdan hiçbir değeri böylesi ayaklar altına almamalı. Yazarı suçlamak bir sonraki aşamadır. Böylesi bir kitap ilk anda yayıncıyı, kitabın editörünü sorgulamanın daha adil bir şey olduğunu gösterir. Anlatım biçimi belki dışarıdan bir gözle dile gelseydi ve şu hazcılık ki, Epikürcüler bile düşünmemiştir bunu, bir çocuk bedeni üzerinden ilk ağızla böyle dile gelmesi gerçekten böyle bir şeyin gerçek olma ihtimali kadar iğrençti. En kötüsü yazarın kendi kendini hiç göstermeden yazsa bile böyle bir metinde böyle bir anlatım içinde suçu özendirici ve suçluyu masumane göstermesi elbette bir Stokholm Sendromu değildir. Ama şu var ki, böylesi bir yazarlık da yayıncılık da 18. yüzyılda ortaya çıkan endüstrileşme kadar vahşi bir üretimin çıktısıdır. Nasılsa tükenecek fikriyle kitaplaşan metinler edebiyat veçhesi altında sanat değildir. Bunlar ancak postmodern endüstrinin tüketim ve yanlış yönlendirme, insanın değerini, haysiyetini tüketme girişimidir. Bu türün sosyal bir ihtiyacı karşılamak ya da spesifik amaçları gerçekleştirmek için içsel olarak yapılandırılmış sosyal ve öğretici ve insani hiçbir yanı yoktur. Her şey bir yana bazı kutsallara dokunulmaz. Çocuk istismarı, tecavüz, faşizm ve benzeri pek çok konu yanlış betimlemeler, amaçsızlık etrafında büyük afetlere dönebiliyor. Ve yazar da, editörler de, yayıncılar da bu aşamada kontrolsüz bir pazarlama sirkülâsyonu içinde aslında çok önemli şeyleri yok ettiklerini toplumun kutsalları sarsılıp ayaklanmalarla, protestolarla ya da daha kötüsü linç girişimleriyle karşı karşıya gelmedikçe kavramadıklarını gösteriyor. Burada bir sınırlandırma söz konusu değil, burada toplumsal cinsiyet, kutsallar ve çocukların dokunulmazlığı, etnisite, cinsellik ve politik eğilimlere ilişkin zeminin kaybedilmesi söz konusudur. Böyle kitapların normal karşılanması elbette ki normal bir kabullenme sayılmayacaktır. Hangi toplumda olursa olsun, bir toplum içinde temel ve normal olduğu kabul edilen şeylere sahip olamaması durumunu doğurur. Bu durumda "sahip olma" duygusu hız kazanır ve bir anormal adaptasyon süreci ister istemez devreye girer. Böylece normalleşen, kabul gören şeyler asıl değerleri ve dengeyi yıkar. Böylesi bir normalleştirmeyi dünyanın hiçbir toplumu kaldıramaz. Zaten empati duygusu bütün insanlardan silinmedikçe bu mümkünü de olmaz. Olmayacak da. Düşünülürse, basit bir risk, atlatılabilir bir tehlike değildir bu. Ensesti, istismarı zirveye çıkarabilir. Yaşam hakkına ve dokunulmazlığa saygıyı sıfıra çekebilir. Ki, sıfır bile bir değer. Daha aşağıya inmek istemiyorum. Müstehcen hiçbir kitap bazı kıstaslar dışına çıkmadıkça topluma köklerinden zararlar veremez. Fakat küçük, ama göz ardı edilmiş önemli bir sorun toplumu, sosyal grubu karakterize eden içeriğini, bilgi birikimini, geleneklerini, normlarını, hukuk ve inanç sistemlerini, yaşam biçimini alt üst edebilir.
Bir toplumdaki egemen grupların ya da egemen olma çabası içindeki bireylerin dahi çıkarlarına hizmet eden ve onların konumlarını meşrulaştırmada böyle metinlerin de, kitapların da hiçbir değeri yoktur. Yazanların da... Bütün bu çaba kendini boşluğa atma çabasından başka bir şey değildir. Böyle metinlerin, kitapların içinde zaten onu değerli kılan bir şey de yoktur. Hızlıca bir itibar ve irtifa kaybından başka… Toplum genelinde asla gerçek anlamda kabul gören kural ve değerlere uymayan bir "sapma" olarak ortaya çıkacak ve neyse ki gereken tedbirlerle karşılaşacaktır. Geç de olsa... Tuhaf olan şu ki, bu ülkede sınırları aşan, başkalarının özgürlüğüne müdahale bulunulduğu iddiasıyla karşılaşan, yasaklanan ve yazarlarının sürüldüğü-hapis yattığı kitapların pek çoğu kitap fikir kitabıydı. Bir toplumda her şey tersinden çalışmaya başladığında insani anlamda koruyu sınırlar ortadan kalktığında hürriyetçiliğin hürriyetle bir ilgisi kalmadığını görürüz. Belki de artık "muhafazakârlıkla" "muhafaza etmenin" neden aynı şeyler olmadığını ve "muhafaza etmenin" neden önemli olduğunu da kabulleniriz.