Çok acı var, dayanamıyorum.Dicle Koğacıoğlu’na.
Tek bir tasvir, tek bir mum yoktu tabutun çevresinde. Kendini suya atıp intihar etmişti bu kız. Daha on dört yaşındaydı. Ama paramparça bir yüreği vardı. Kendi kendini perişan etmiş, hakarete uğramış bir vücut. Bu tertemiz ruh hiç de hakkı olmayan bir utançla doğmuş, attığı son umutsuz çığlığı kimse duymamış; karanlık, soğuk, ıslak bir gecede rüzgârın uğultuları arasında kaybolup gitmişti.
Bu satırlar Atlıkarınca adlı filmden. Aynı film Büşra Sanay’ın Kardeşini Doğurmak adlı kitabında “Ensestin konuşulmasında sinemanın rolü” başlığı altındaki röportaja da konu olmuştur. Kardeşini Doğurmak’ı belki defalarca okudum. Yalan değil, ondan sürekli kaçmanın bir yolunu da aradım. “Bir daha okumayacağım, bir daha bakmayacağım” diye kendime telkinler verdim. Yapamadım. Ve sonra kendimi ondan sözler ederken buldum. Sevindiğim de olmuştur kimi anlatılanlarda amma… Her soru, her yanıt soğuk soğuk ter attırır hâlâ her okuduğumda. Sanay’ın bir başka röportajda dile getirdiği “Bütün bunlar olurken ben neredeydim?” sorusunu sordurur bana da. Okudukça iğrendim, okudukça nefret ettim ‘insan’ denen varlıktan, ‘aile’ denen yapıdan ve her şeyi yöneten ama sadece kendi çıkarını gözeten ‘iktidar’lardan. “Ama Âdem’in çocukları… Ama insan soyunun başlangıcı… Ama Tevrat… Ama el değiştirmesin, hükmü ortadan kalkmasın diye kızlarıyla/kız kardeşleriyle evlenen krallar… Ama ilk kullanım hakkı(!)… Ama kutsal buyruklar…” diyenlerden… Bir yetişkin oyu için vazgeçilmiş, katledilmiş, mahvedilmiş bütün çocuklar yüzünden.
Henüz okula başlamadığım zamanlarda okumayı yazmayı öğrenmiştim bile. Merak ederdim çünkü pencereden bakınca gördüğüm o dünyanın “İçinde ne var?” diye. Bir gazete haberi okudum bir sabah: Yaşlı bir adam beş-altı yaşlarındaki torununa tecavüz etmiş, öldü sanınca onu bir çöp konteynırına atmıştı. Tüylerim diken diken olmuştu. Dedemle göze göze geldiğimizde, iyi bir evde, iyi ve inançlı insanlarla yaşıyor olmama rağmen içime daha o yaşta şüphe gelip Allah gibi oturmuştu. Daha o yaşta beni tetikte tutmuştu bu haber. ‘Çocuk’un savunmasız, yetişkinlerin ‘fail’ olduğuna inanmıştım bir kerede! Bir daha kimseyle fiziki bir temasım olmamıştır bu yüzden. Bugün bile hâlâ tiksinirim elini sıkmaktan insanların. İnsanlar uzaktan bakınca “Aman ne akıllı, ne uslu çocuk” derlerdi, oysa ben gardımı bir gazete haberi yüzünden erken almıştım. Bu bir ihtimal bile değildi benim yaşadığım evde. Yine de kalbime bir şüphe bir bıçak gibi girmişti bile. Bir bakıma evet, bu akıllıca da bir şeydi. Korumaya almıştım kendimi ve daha dikkatli gözlemliyordum çevremde olup biten her şeyi. ‘İnsan okumak’tan söz ederken, çok şey söylüyorum aslında. Daha o yaşta hem polis, hem gardiyan olmuştum kendime. Sadece bu yüzden bile insanlardan nefret etmeye hakkım olmalı bence. Ama şu önemli, şu çok önemli; bu haberler, bu kitaplar insanda bir savunma geliştiriyor. Bir biçimde kendini ve çevresini koruma konusunda ‘kendi kendine eğitim’in bir parçası oluyor.
Böyle bir kitaptan böyle sözler edecek olmaktan belki korkmak gerekir, muhtemelen korkarlar. Fakat korkunun ecele faydası yok. İşte bunu, üstünü değil, altını çize çize söylüyorum. İster cepten gitsin, ister candan benim için bir mahsuru yok. “Aman canım bana ne!” deyip okuduktan sonra kitaplar arasında görünmez bir yere gizleyenler de olmuştur onu. Çünkü insanlar gözleriyle gördükleri şeylerin akıllarını, vicdanlarını rahatsız etmesinden de kaçınırlar. Onunla yüzleşmekten. Biraz da bu yüzden haber ajanslarında duymaz, görmeyiz bunları. Tıpkı intihar haberleri gibi... Çünkü her şeyin ortaya konduğunda nedenlerini ve nedenleriyle birlikte sonuçlarının da yüzeye, en görünen yere çıkacağını -failleriyle ve failleri koruyanlarla birlikte- hepimiz biliyoruz. Oysa rahatını bulunca vicdan vicdan değildir. Yalnızca kendi mutluluğuna, kendi huzuruna, yalnızca kendi hayat konforuna oturmuş-yerleşmiş leş gibi bir et parçasıdır susunca vicdan. Ne hisseder ne de karşılık verir; çünkü adaletle, insani olanla ve sağlıklı iradeyle çalışan bir beyni yoktur. Bir fil bile ölen yavrusunu çürüyene kadar gittiği her yere sürükleyip yanında götürürken insanoğlunun insan yavrusuna yaşattıkları, yaptıkları analşılası şeyler değiller.
Bir üniversite hocası olan Sosyolog Dicle Koğacıoğlu gelir sık sık aklıma. “Töre ve namus Cinayetleri”ni araştırırken aile içi kadın cinayetleri, çocuk istismarı, tecavüz, ensest gibi toplumsal günahlarla karşılaştığı bu araştırma sırasında gördüklerine, okuduklarına, duyduklarına daha fazla dayanamayıp 6 Ekim 2009 sabahı kendini boğazın serin sularına bırakarak hayata veda etmişti. Çok yolunda giden bir hayatı olmasına rağmen… Bazen bir şey gelir keser yolunuzu. Yutkunur yutkunursunuz ama geçmez. Siz yutkundukça içinizde ur gibi büyür. Öldürür sizi, öldürür. Ölümüne sebep olarak “akıl krizi” geçirdiğini söyleyenler de oldu sonra. Oysa “akıl krizi” bir şeyi anlamamış olmakla değil, kabullenememiş olmakla ilgili. Ona çare bulamıyor olmakla ilgili. Koğacıoğlu, karşılaştığı bu durumla başa çıkmayacağını anlamıştı. Aklıyla bütün bunları kavrayamamış değildi. Utanç duymuş, güçsüz hissetmişti. Hiç tanımadığı ama otuz küsur yaşına kadar içinde yaşadığı toplumla o an gerçekten tanışmış olmayı kabullenememiş, intihar notunda “Çok acı var, dayanamıyorum” demişti. Dışındaki dünyanın kitaplardaki gibi olmadığını görmüştü. Yasaların bir işe yaramadığını.
Koğacıoğlu’nun intiharı da çabucak değişen gündem gibiydi. Kısacık, hızlı bir haberdi ve hemen ardından reklama geçilmişti. Suyu bile yakan ateşle tanışmış olmak zor şeydi elbette. Su da yanmıştı böylece. Başkalarının işlediği suçlar yüzünden utanç duymuş olmak da ölmek için çok güçlü bir nedendir. Bunu kim inkâr edebilir? Yasaların mağduru değil, faili koruduğu bu çağda bile insanın medeniyete, üst akla eriştiği iddiasında olduğu bu zamanlarda bile bu kadar akıl almaz şey “eğitimsizlikten” demek, yasa koyucuların eğitiminin de bir önemi olmadığının göstergesidir. Zaten yasaların işleyişini sonuçlandıran kararların büyük bir kısmı da bunun böyle olduğuna delil değil midir? Görüyoruz, yaşıyoruz. Katlana katlana gelen bu afete sebep caydırıcı olmasına rağmen uygulanmayan yasalar. Toplumun namus anlayışı ve çocuğun üzerindeki karar ve söz hakkının da her koşulda ailede olmasına da bağlı olarak toplumun da, kurumların da, yasaları uygulayanların da “ailenin bütünlüğünü korumak” zırvası yüzünden mağduru değil, faili korumaktan yana olan tutumları da ensestin neden görünür ve ciddi yaptırımlarla karşılaşmadığının nedenleri arasında.
İnsanların mesleklerini icra edebilmeleri için soğukkanlı olmaları gerek. Koğacıoğlu buna dayanamadı. Büşra Sanay bu konuda da asıl gücün ne olduğunu gösterdi. Soğukkanlı olmak adalet terazisini de dik tutar, icra ettiği mesleğin etik kural ve değerlerini de. Fakat çoğula bakınca bu toplum da neredeyse pek çok toplum gibi ikiyüzlü bir toplum... Bazı konularda çok fazla şey biliyorum, “keşke biri beni öldürse” diyorum. Her sınıf, her kesim, her ortam, her meslek grubunda var bu iki yüzlülük. İçimden ne geliyor bazen biliyor musunuz? Yazmayı bırakıp taşlar fırlatmak durmaksızın bu düzene ve bu düzene boyun eğen herkese. Her şeyi inançların perdeleri arasında gizleyenler, mazur gösterenler, siz cennetten kovulmuş bir kavimsiniz ey insanoğlu. Üstelik Şeytan’da önce. Kanım aksa dinmeyecek bir öfke ile yazıyorum bütün bunları. Sadece kitaplardan söz ederek de hakkından gelebilirim zalimlerin. Bunun için deli cesaretine gerek yok. Delirmeye de. Nereden bakarsan bak bir kusurdan başka bir şey değil tüzükler, mevzuatlar, yasalar, evrensel anlaşmalar bile. Çünkü her şeyi bir boşluk üzerine kuruyorlar. Kanunları bile. O boşluktan istifade edebilmek için elbette.
Her şey bir anda ortaya çıktığında sadece birkaç saat dillere pelesenk oluyor, “sosyal medya” denen mecralarda. Gerisi hikâye. Konuşanların gündemi değişiyor ve konuya kurban edilenler acılarıyla, yaralandıkları yerde ölmeyi bekliyorlar bir başlarına. “Bir kereden bir şey olmaz” diyenler her şeyin bir ile başladığını da biliyorlar oysa. Fırsatını buldukça işte hep buradan vuracağım size. Sizi öldürmeyeceğim, sizi yaralı bırakacağım ve yaralarınız soğuyup da kabuk bağlamasın diye başınızdan da ayrılmayacağım. Hem unutmayacağım hem unutturmayacağım. Kadın sığınma evlerinin babalarından çocuklar doğuran çocuklarla dolu olduğunu söylemekten de korkmayacağım. Analarının dizinden tahrik olanların haram olanı hak saymak için fetvalar verenlerin ağzına baka baka her şeyi normalleştirdiği bu dünyayı, bu düzeni ömrüm vefa ettikçe tekmeleyeceğim. Ömrüm vefa ettikçe de bunu yüzü varsa ve başını dik tutabilirse bu toplumun yüzüne vuracağım hiç bıkmadan, yorulmadan. Daha üç yaşında, beş yaşında çocukların intikamını böyle kitaplardan sözler ederek elbette yaza yaza alacağım. Bir başka yol mümkün olana kadar.
Her şeyin çaresi mümkün; mümkün olmayan şey bir anlığına da olsa bir araya gelip bütün bunları kınayanların arasına karışan, kendini böylece gizleyen, hatta burada olmanın ekmeğini yiyen failleri ortaya çıkaramayacak olmamız belki de. Çevrenizdeki insanların durumlarına, koşullarına, bulundukları yerlere hükmedenlere itaat etmeyi reddetmeden yarım ağız mıy mıy “ben de tepkimi göstermiş olayım” anlayışı da bütün bunlara neden. Nereden tutarsanız tutun, nereden bakarsanız bakın politiktir her şey. Mağdurların sıklıkla çocuklar, engelliler ve kadınlardan oluşuyor olması da öyle. İnsan kendi kendine ölmüyor artık. İktidarını ayakta tutmak isteyenlerin çirkin politikalarından güç alarak yapıyorlar bütün bunları. Çünkü bütün bunlara bir neden de müdahale biçimleri yasa yapıcı ve koyucuların. İnsanların insanlara verdiği her zarar gibi bunlar da birer soykırım girişimidir. Kardeşini Doğurmak içinde zehriyle birlikte alanında uzman pek çok kişiyle yapılmış röportajlarla panzehirini de taşıyor. Yani dertlerle dolu ama devası da içinde bir kitap. Yayınladığı ilk haftada bir elin beş parmağını bir anda geçmiş sayıda baskılarının yapılmış olmasına rağmen sessizce karşılandı. Çok satılmış ama sessizce konuşulmuş bir kitap olarak kaldı. Mutlaka ki, mağdurlar kadar failler de bu kitabı okudu. Failleri aklayanlar, koruyanlar da. Bu önemli. Çünkü bu her ne kadar mağduru rehabilite etse de bir açıdan failler ve failleri aklayanlar-koruyanlar için ciddi bir ikaz olarak da vücut buldu. Faillerin, failleri koruyanların neye benzediğini, nasıl hareket ettiklerini de dile getirdiği için.
Bu ve benzeri kitaplar resmen bir yasakla karşılaşmasa da her devirde olduğu gibi engellerle karşılaşmıştır bu yüzden. Çünkü kötülüğün dengesini bozan bir muhtevası, faillerin profilleri kadar yasaların, iktidarların da suça ortak olduğu noktaları gösterir. Susmanın değil, konuşmanın, konuyu tartışmaya açmanın gerekliliğini koyar ortaya. Hele ki, tam da şu günlerde, İstanbul Sözleşmesi’nin tartışmaların merkezinde olduğu ve kalacağı bir dönemde. Bu kitaplar yayınlanmazsa, bu haberler yapılmazsa tanısı konmamış bir hastalık gibi hızla yayılmaya devam edecek esnsest, şiddet, istismar, tecavüzler, cinayetler. Fail profillerini tanımak için bile toplumun ihtiyacı olan şey bu kitapların, bu haberlerin yayınlanmasıdır. Çünkü ancak tepkilerle gerçekten işler hale gelecek ve uygulanacaktır yasalar, kanunlar. Ensest, istismar, tecavüz hastalık adı altında korumaya alındıkça ortadan kalkmayacağı gibi palazlanıp evlerden dışarıya çıktıkça henüz kendi dünyalarında yara almanın ne demek olduğunu bilmeyen herkese de zarar verecek gücü elde edecektir. Toplumsal olayların neredeyse tamamına tekabül eden ve diğer olayların da alt yapısına temel teşkil eden bu olaylara susanlar, sessiz kalanlar farkında olmadan işte buna ayrıca zemin hazırlıyorlar. Bıçağı tutan, bileyen eller de elbette kesilecek. Sessizlik orucu tutanlar buna hazırlansınlar.