Kendi kimliğini ötekinin varlığına göre konumlandırmak hastalıktır. Kimliğini yaşatmak için sana bir düşman gerekiyorsa, senin kimliğin hastalıktır.
Hrant Dink
Yazmak beni açlıkla sınasaydı eğer ben yine yazardım. Bunun için doğdum. Her zaman masallar anlatmayacağım bu yüzden. Ne yaparsam yapayım; bir iş, bir eylem, bir cümle kurarken bile mezarıma nasıl gireceğimi düşünerek yaparım. Yani ayrıca ölümden korkmam, insanın nasılsa öleceğini ve ölümün elbette ki hayattan daha uzun olduğunu bilerek yaparım. Ölümün beni nasıl karşılayacağı gibi ölümden sonra nasıl anılacağım da buna dâhil. Demek ki insan, ölümden sonrasını da düşünebilirmiş yaşarken. Belki de ölmekten geliyorumdur, bilemezsiniz. Bir tek şeyin korkusunu hep içimde taşıyorum. O da hakkına girmek bir başkasının. İçinde bu korkuyu taşımayanlarsa pusu kurarlar, sırtınızdan vururlar. İkiyüzlü toplumlarda "kahraman" ilan edilmek için bu kâfi. Bir güvercin ya da bir insan olmak, onlar için bu çok da mühim değil doğrusu. Onlar, elleri gökleri aşabilse yıldızları bile kendilerinden üstün sanıp indirip yere çarpma isteğiyle yaşayanlar… Ve bütün bunları kayıtlarda gülümseyerek, sırtları sıvazlanarak anlatırlar.
Mertlik bunun neresinde, sorgulamazlar. "Adalet," yeryüzünde sadece bir kelime; öyle olmasaydı 'hakkın divanı'ndan kimin haberi olurdu? "Katil" demiyorum, "katillerimiz" diyorum. Kötü bir roman gibi kurgulayanlardan bir cinayeti, kulaktan kulağa aktaranlar ölümü itici bir kuvvet gibi, cımbızlanmış manşetlerle erken ölüm ilamlarını destan gibi çıkaranlar öne ve tetiği çekenlerle beraber bir insanın ölümünden siyaset yaratanlar da buna dâhil. Doğru söylemek için ille de eğri oturmaya gerek yok. Boyun, başımızı dik tutmak içindir. Katillerimizin yüzü gülüyor. Katillerimiz dört duvarın içinde kimsenin yaşamadığı bir hayat yaşıyor. Öyleyse zindan içerisi değil, dışarısı. Biliyoruz ki bu faillere ceza değil, bir armağan. Çünkü dışarıda herkes köle gibi hissediyor, çünkü dışarıda herkes yaralı, çünkü dışarıda hayat yok, çünkü dışarıda herkes kendini risk altında hissediyor. Dışarıda elini kolunu sallaya sallaya yalnızca bir tek insanın değil, kocaman bir ülkenin kaderine müdahale eden, can almaya kurulu, kalpsiz, ruhsuz cellâtlar dolaşıyor. Yaratılmış olmanın, inançlı ve köklerine bağlı olmanın cezasını kesiyorlar, "öteki" ilan edilen herkese. Bunun böylece vücut bulduğunu içeridekiler de dışarıdakiler de biliyor. İçeridekilere de dışarıdakilere de şekil verenlerin çıkarlarına göre yaşadığını da… "Yaratılanı hoş gör yaradandan ötürü" diyen Yunus bile ne dediğini idrak edemeyenlerin 'dil bayrağı' diye savruluyor. "Öldürmeyeceksin" diyen kitapları göstere göstere öldürenler, diyelim ki aptal bir topluma sesleniyor. Öyle sansınlar peki, ama Allah'ı kendilerine şahit tanıtanlar Allah'tan da mı korkmuyor? Dünya dünya olalı bu hep böyleydi, tamam. Katlimize ferman yaşadığımız hayat, taşıdığımız inanç olacaksa eğer olsun, ona da tamam. Görmezden geldikleri bir Ermeni'nin suikasta uğraması değil sadece. Onlar, kendinden olmayanı dışarıda bırakanlar, "öteki" sayanlar, kendilerinden olanlara da bunu tarih boyunca hep yaptılar. "Anormal"in "normal"e indirgenmesi, dönüştürülmesi bu yüzdendir belki de. Sahi, "normal" neydi ki?
Suriyeli bir kadına, "Ülkene ne zaman döneceksin?" diye soruyorlar. Aslında ona dolaylı yoldan "Seni burada istemiyoruz" diyorlar. Kadın, şöyle cevap veriyor: "Artık geri dönemem. Çocuklarımın mezarı burada... Bırakamam onları, gidemem. Köklerim burada artık, geri dönemem" diyor. Bir yere kök salmak işte bu kadar. Canından can verirsin o toprağa. Kanın akmış, karışmıştır artık. Buralı olmanın bedelini ödemiştir böylece. Giderse bu gitmek olmaz artık, zaten sürgün olur. Köklerinden ayrılamaz, ana yurduna dönse bile bu gurbete çıkmak olur. Biz insanoğlunu kanlı bir elekten geçirir gibi bizden ayıranlar, ayrıştıranlar, et tırnaktan ayrılırsa kan akar. Kan diner, o acıyı tatmış olmak baki kalır. Et tırnakla yine kaynar ama bir kez ayrılığı tatmış olmak insanın hafızasında kapanmaz bir yara açar. Bu genetik bir travma olarak birey için de toplum için de yeryüzünde en kalıcı şeyler arasında yerini alır ve öylece de kalır. Her yaralı birey toplumun gövdesinde bir kabuktur. Kabuk düşse, yara kapansa ne olur? İçi kaynar onun, ölüm gelip de en acı merhemle sarana kadar onu.
"İğneyi başkasına, çuvaldızı kendine batır" demişler. Tamam, buradan başlayalım öyleyse. Bir elim adalet, bir elim cesaret olsun. Öyle mi gerekiyor? Allah'tan gayri her şey çift değil mi? Peki, tamam öyle olsun. Haksızlığa göz yuman haksızlığa uğrasın! Öyle gerekirse eğer, bu yazı katlime ferman olsun ahparig. "Uzlaşmak" söz konusu olduğunda "Kızlar aldık, kızlar verdik" derler. Bunun yarısından fazlası yalan. Kızlar alıp kızlar vermiyoruz gönül bağıyla, zaten geçmişte de alıp vermiyorduk. Çok geriye gitmeye gerek yok. 6-7 Eylül olaylarını anımsamak yeterli. Biz hep aldık. Emeği, kültürü sermayeleştirirken Türkleştirdik. Oysa marketteki bulguru bile bugün dışarıdan ithal eden de biziz. "Bizden değil" dediklerimizden mesleki bilgi aldık, güzel sanatlar, büyük zanaatlar ve yanında bir de yevmiye, karşılığında bir hain pusu kurduk, "ne zaman haklarız bir kuytuda kıstırıp" bunun hesabını yaptık. Bu sadece Ermeni bir gazeteciyle, yurttaşlarla ilgili değil. Bugün göçün zorunlu yolculuğuna çıkmış herkesle ilgili. Şu bir gerçek ki, milliyetçilik ırkçılığın çoğu zaman bir örtüsü oldu. Hırsızlığı, insana-haneye tecavüzü, yağmacılığı örtmeye yetmedi ama. Çünkü biz o kadar da misafirperver, kadirşinas ve dürüst bir toplum değiliz. Süte su katmış, terazileri hileli bir toplumuz. İçimizde zihniyeti hasta bir kitle var bizim. "Bir kaos çıksa da yağmalasak en yakın komşularımızın evini, dükkanını" diye, bekleyen bir kitle. En küçük toplumsal hareketlerde bile Müslüman ya da "gayri Müslim" ayırmadan "nasılsa yurttaş değil" diyerek pusuda bekleyen bir kitle. Küçücük bir tartışmadan bile savaş ganimetleri çıkarmanın derdinde bir kitle. Kanserli bir hücre kadar hızlı ve saldırgan bir kitle… Bütün bunları "milliyetçilik" adı altında yapanlar milliyetçilikte esasın ırk değil, ortak kültür olduğunu neden bilmezler?
Korkacaksa insan bir tek şeyden korkmalı, o da bir başkasının hakkına girmek olmalı. Sadece hırsızlık, gasp, yalan söylemek, yalancı şahitlik, rüşvet dışında daha hayati günahlardan biri de birinin canına kast etmek, birini öldürmek. Bu da kul hakkına girmektir. Bilmiyor muyuz, her şeyi affedecek olanın kul hakkını affetmeyeceğini? Hakikatle yüzleşmek için toplumun tarihinden önce insan bir dönüp de kendi tarihine baksa keşke. Dünyanın ilk günleri karalar birbirinden ayrılırken parça parça, insanlığa ne da oldu da ayrı düştüler, karalardan da önce? Ölünce bile ayrı mezarlıklara gömüyorlar bizi. Ama niye? Hırsızını, katilini evden, kendi kendinden çıkaranlar dışarıya bakıp konuşmak kolay. Biraz da kendi içlerine baksalar keşke… Safkan bir ırktan ibaret de olsaydı bu memleket -ben memleket derken bütün dünyayı kast ederim- kardeş kardeşinden çalmazdı önce. Daha geriye gidelim, Habil ile Kabil katil ile maktul olmazlardı değil mi? Söz konusu bir ideolojiyi, bir dini savunmak olduğunda namaz vakti başı secdede olmayıp da çıkıp meydanlara tehditlerini dinler-ideolojiler üzerinden bir manifesto gibi haykıranlar ibadet saatlerinde biz sizi duymuyoruz. Din bayrağı bir ırkın bayrağıyla yan yana açılırsa bu da şirk değil midir zaten?
Büyük büyük büyük babaannemin adı, Elfesya. Anlamı, "masal perisi" demekmiş. Anlamı gibi telaffuzu da çok güzel değil mi? Bu kadar güzel bir şeyi neden inkâr edeyim ki? Bir Ermeni kızı, çocuk gelin üstelik. Bu bir rivayet tabii… Ne kadar "Ben ondanım o benden desem" de benden bağımsız. Aramızda yüz yıldan daha fazla seneler, aramızda bir ülke, aramızda bir dil, aramızda bir ırk var. Varlığına canından varlık katmış üstelik. Ağaran saçlarım bugün onun saçlarıdır belki de… Belki de zorla koparmışlardı onu toprağından, toprak diyorsam aileden söz ediyorum, anacığından, babacığından- savaş ganimetiydi belki de. Ne kadar da utanç verici… İnsanın ilk şeklini aldığı yurdundan, evinden, koparmışlar mıydı onu da? Hiçbir zaman bilmeyeceğiz bunu. Fakat yıllar var ki adını kimse zikretmedi, hakikatlerle yüzleşmek istemediler belki. Bir parçası mıyız bu toplumun yoksa yaralar içinde "kök aile" denen kavramla gövdenin kendisi mi? Düşünmediler bunu hiç. İnkâr etmek miydi bu canına can katan canı yoksa utanç duymak mı? Belki de hep çok korktular bir hedef gibi kendi soyunu sopunu bilmezlerin kadrajına girmekten. Korkacak hiçbir şey yok oysa. Dindar evleri de ayakta tuttu "gayri Müslimler." Hiç değilse sadece bu yüzden bile "vatandaş" olarak demiyorum, "insan" olarak eşit sayılsaydık Hakkın divanına varmadan önce.
19 Ocak 2007 saat ikindiye doğru. Anlamı "kurtarıcı" manasına gelen 'Halaskar'gazi caddesinde sadece bir gazeteci, bir Ermeni değildi öldürülen. Yetimhanede büyümüş bir yurttaş olması da çok önemli bir ayrıntı değildi belki ama bir insan öldürüldü, bütün dünyanın gözleri önünde. Her evde bir yetim vardır, Hrant Dink bu evin, bu ülkenin yetimiydi. Hepimiz öyle değil miyiz? Hepimiz nefes aldığımız için, su içtiğimiz, ekmek yediğimiz için vergi ödemiyor muyuz? Var olmanın cezası değil mi bu? Başımıza bir şey gelene kadar hepimiz bir sahibimiz var sanırız. Ama bazılarımız bilir ki, bu sadece bir yalan. Kim kimi aldatırsa içi hava dolu, yalandan bir kahraman... Konu bir başka ırktan, dinden, düşünceden birini öldürmek olunca tabii ki insanoğlu daima cehildir. Osmanlı'dan övünerek söz edenler bu konuda Osmanlı'nın fetih ettiği yerlerde ve topraklarının tümünde uyguladıkları politikadan habersizdir üstelik. Kutsalda yer alan Bakara, 2/265'de "Dinde zorlama yoktur" ayeti zorla Müslümanlaştırmanın yasaklanma nedeni olmuştur üstelik. Ötesi var dileyene; ibadet etme, mal-mülk edinme, seyahat özgürlükleri de diğer her yurttaşla eşitti. Nasıl ki kimse kimseyi zorla istemediği bir dine zorlayamazsa ırkını inkâr etmeye de zorlayamaz. Hrant Dink "Ben Türk değilim, Türkiyeli bir Ermeniyim" derken kabul edilsin ya da edilmiş -çok da problem değil- bu hakkını kullanmak istemiştir. Türkiye'de yaşayan bir Fransız, İtalyan ya da diğerleri gibi doğal olarak… 1924'te İstanbul Nişantaşı'nda doğan şair Zareh Yaldızcıyan da Türkiyeli değil miydi? İnsanların kendilerini nereye ait hissettiklerine kim neye göre karar veriyor, hangi hakla? İnsanoğlu gerçekten de hiçbir şey bilmiyor, yeni değil Âdem'den beridir. Rakel Dink, Hrant Dink'in öldürüldüğü yerde on beş yıldır gelmeyen adalete rağmen şöyle dedi, öfkeye, kine haklı olduğu halde kapılmadan: "Tanrım, sen Hrant'ı öldürenleri affet, onlar ne yaptıklarını bilmiyorlar." Peygamber de böyle demiyor muydu, "…Bunlar bilmiyorlar, bilselerdi böyle yapmazlardı…" Buradan bile insan şunu anlamaz mı? Adı başka, rengi başka olsa da burcumuz bir, inancımız bir, suyumuz, dağlarımız, toprağımız bir. Bilmedikleri bir şey daha var tabii, peygamber bir hadisinde bir "gayri Müslim"e haksız olduğu halde güç yettirip zulüm edenin kıyamet günü düşmanı olacağını da dile getirmiş. Bu bana Ahmet Altan'ın şu cümlelerini hatırlatır hep, haklı olarak, "Ey kavmim! Sen ki, peygamberini bile dinlemedin, beni hiç dinlemezsin." En çok da bu yüzden sanırım, ama gözleri ama kulakları bazen lehine bazen de aleyhine insanın şahididir.
Kırmızı Pazartesi'yi okudunuz mu hiç? Hani aslında herkes her şeyi biliyordu, ama cinayeti sadece kör bir balıkçı görüyordu. Bütün dinler de bütün ideolojiler de böyledir. Oysa Müslümanlıkta da; Müslüman olsun ya da olmasın bütün insanlar saygıdeğer, eşittir. Kimse kendinden bir Tanrı yaratmaya kalkmazsa iyi eder. Çünkü burada din ile siyasi ideolojiler yan yana gelir ve siyaset dini kendi için bir araç haline getirirse o din olmaktan çıkar, insan öldüren bir şey olur. "Fırat'ın kenarında kurdun kaptığı bir koyun bile benim mesuliyetimdedir" diyenler, Fırat'ın suyuna insan kanı karıştı. Irkçılık, milliyetçilikle örtündü. Adalet, sadece bir kelime olarak kaldı. Hepimiz aynı değiliz madem, sürüye inat sürüden ayrı bir irade olarak söylüyorum bunu, dindar değil ama inançlı biri olarak, biz buraların en eskisiyiz. Risk almaksa bu, risk alıyorum: Kardeşin bil beni ahparig.