Ben severim türküyü, insanın bağrında bir yara varmıştır da türkü çığırdıkça kaşınır, kaşıdıkça sökülür, yara içre yaralar açılır gibi gelir bana. İnsanın içinde kaynayan, kıpırdayan, kıpırdadıkça ete kırılmış kemik gibi batan bir şeydir o. Onu içinden çıkarıp atamazsın. Öyle kolay sökülüp atılmaz çünkü. İçine yerleşir, içini yer yer bitirir. Bazı türküler vardır, Bach duysaydı oturur ağlardı, bundan zerre şüphe duymam. Duymamak lazım. Beş dilde binlerce şarkı bilirim, ama hiçbir türkü sinemi böyle yaralayamaz benim. Bu topraklarda bir şey var, çözülür hallaç pamuğu gibi ama dağılmaz. Eline, ayağına dolanır insanın. Bırakmaz bir adımcık kıpırdasın, ileriye doğru. "İplik iplik eder sinemizi" deriz ya hani, işte öyle bir şey. El süreriz işte biz o zehre bir türküyü oturup gözleri kapalı çığırınca, böyle sanki merhemmiş gibi. Oturup ağlamak da ayıp değil, bir türkü bitince zaten insana başka ne yapmak kalır? O merhem ki, dilin özünde en sağlamıdır tözlerin. Kelimeler seslerle birleşince bir ruh havalanır, yükselir. Bu yükselişin yanında yer çekimi hiçbir şeydir. Ölüler ve sevdiklerini yitirenler artık bu alanda kapsam dışıdır. İnsanın sadece damarlarındaki sesi duyduğu zamanlar ne bir kaygı ne de zerre ölüm korkusu duymadığı andır; o sese "tutundum" sandığı o anlarda havada asılı kalmış bir nesne gibidir. Bir hikâye biliyorum, bu yüzden biraz da o hikâyenin devamı gibi dünyadan gelip geçiyorum. Bazen oturup sadece bu türküyü dinliyorum:
Bitlis'te beş minare, beri gel oğlan beri gel Yüreğim dolu yâre, beri gel oğlan beri gel Yüreğim dolu yâre, beri gel oğlan beri gel
Yıl 1974. Ben evrende bir zerreyim, daha anamın rahmine düşmedim. Durup durup "kalbenalel" derim, anlaşılmaz bir şey, biliyorum. Bazen ona ne anlam verdiğimi ben de unutuyorum. Sanki içimde bir kör düğüm, çözülmüyor, çözülmüyor. Bitlis'te bir köy. Adı bende saklı kalsın, bir parçamdır, hep de öyle olacak, yaşadıkça bana bazı türküler bir biçimde bu hikâyeyi anımsatacak. Van gölünün karşı kıyısında, dünyanın en güzel şehri gibidir şimdi, silueti geceleri ışık ışık düşünce bile o acı suya. Genç, yakışıklı, yürürken yürekleri tedirgin edecek kadar heybetli hem de zarif bir adam. Az zaman sonra hafız olacak ama ömrü hayatı boyunca susacak, utandığı için inancından cemaatin önünde saf tutmaktan kaçınacak. Amcamdır kendisi… Bir Kürt şair, dengbej. Farsça yazar, kelimeleri sesle buluşunca sesi, kanatları kırılınca suya düşmüş boğulacak gibi çırpınan kınalı bir kekliğin sesine benzer. Neslidir Hallaç-ı Mansur'un. Ben o köklerden, o damardan geliyorum işte. Biz unutulmaya ant içmişiz, istemeyiz mezar taşımıza bile yazılsın adımız. Bu dünyada bize verilmiş bir isim bile kalmasın isteriz, bizden geriye bizi hatırlatacak. Başkalarının hatalarına kefaret ödemekten yorulmuşuzdur, çünkü insan insana zül olsun diye doğmuştur.
Bir cuma vakti bir camii avlusunda toprak anlaşmazlığı yüzünden genç bir adamın amcasını yere yıkıp tekmelediğini görüyor. Dedemi… Koşuyor amcasının imdadına, kâr etmiyor uzlaşmacı, tatlı dili. Hiçbir şey bir damla öfkeden yapılmış zehir kadar tesirli değil çünkü. Daha kırk günlük evli. Gözleri simsiyah, saçları da... Bıyıkları yeni terlemiş, annesini çok küçük yaşlarda yitirmiş. Bir kağnı üzerinde şehre doktora götürürlerken yolda can veriyor. Kağnının dönüşünü gece gündüz beklerken ufukta bir görüntü, at nallarının ve tahta tekerlerin sesini duyup sevinçle koşturduğunu hâlâ hatırlıyor. Sonra mı? Onu bir daha görememenin hasretiyle yetişiyor. Âlim de olsan zalim de olsan ne doğru cümle şu cümle, "Annen yok, kimsen yok." Bunu çok erken öğrenmenin altında kocaman bir boşluk taşımayı daha o günler öğreniyor. Bazı travmalar genetiktir. Biz bu hikâyeyi hiç bilmezden evvel de bunun acısını hep içimizde taşımışızdır. İnsan ancak canından birinin hikâyesine ulaştığında anlıyor, içindeki dumansız ateşin nasıl başladığını yanmaya…
Haksızlığa maruz kalmaktan insanın da bazen gözü dönebiliyor. "Ama ben bu dünyadan hakkımı alamadım" demek, haklılık değildir her zaman. Birini öldürmektense ölmeyi yeğlerim ben. O hengâmeden bir koşu eve varıyor. Amcası yerde, aldığı darbeler yüzünden kırılmış kaburgaları. Tam yüz dört yaşında öldüğünde acıdan sızlayan tek yeri yine o kırık kaburgalarıydı. Henüz bir hafta olmuş üstelik babaannenin de cenazesi kalkalı. "Bazen her şey üst üste" dedikleri bu… Evde bir sandık. Kilitli. Kilit açılmıyor, kaldırıp sandığı yere vuruyor. Yeni gelin panik, korkuyor beladan, kandan, tabancadan. Tutuyor kolundan, yetmiyor gücü. Fırlatıp atıyor onu duvar dibine kocası. O gün alıyor o da ilk hasarını yaşamış olmanın. Bugün artık konuşmuyor, yürüyemiyor. İnsan gözlerinin içine bakınca bile görüyor oysa yaşadıklarını. Anlatmasa da olur. O da artık Alzheimer. İnsanın unutmak istediklerini unutamadığında belki de hayat insana böyle yardım ediyor, olamaz mı? Olsun tabii.
Sandık paramparça. Üstelik dışarıda kar var, kış aylarından en hırçını. Bir tabanca dededen kalma, bir bela gibi evde durmuş sanki hep o günü beklemiş gibi. Niyeti vurup öldürmek değilmiş. Bu kısmı yoruma kapalı ama tabancaların da ne işe yaradığı belli. Geri dönüyor elinde tabanca. Boğuşuyorlar, tabanca patlıyor. Tetiği kimin çektiği belli değil. Öyle diyorlar… Yığılıyor genç adam yere. Öylece bakakalıyor, öfkeler diniyor bir anda. Ama artık ne fayda… Bir anda karar veriyor, yöneliyor çiğ yağdıran sisli dağlara. Eve varıyor. Aceleden bir ayağına kadın cizlaviti giymiş. Başka bir köye gidiyor, boyunca karlar içinden geçerek. Attığı her adımda elinden kan, gözünden yaş damlıyor. Böyle pişmanlıkların faydası yok kimseye. Yol boyunca, "Dönülmez bir yola çıkmak böyle bir şeymiş demek" diyor. Öyle ya, gidenler her zaman geri dönemiyor.
Üzerinde kan lekeleri. Annesi ölünce hayattaki tek dayanağı neredeyse yaşıtı olan çocuk gelin, üstelik yatalak, teyzesine koşuyor. Annemin annesi. Annem daha dört yaşında… Helallik alacak, dağlara çıkacak aklınca. İnsan bir hata yapınca yahut yalnız kaldığını anlayınca kendini diri diri gömecek bir yer arar ya, işte bu yüzden galiba. Duvarları topraktan bir köy evinin avluya bakan çift gözlü kapısından görüyor teyzesi geldiğini, ta uzaklardan. Tam üç günlük yol, hem de yaya. Bembeyaz bir örtünün üstünde sağa sola bata çıka yaklaşan bir karartı gibi. Buz tutmuş kaşları, bıyıkları. Bir an yumsa gözlerini yorulup uyuyacak uyanamayacak, işte hava öyle soğuk. Aradaki mesafe bir anda kapanıyor. Hışımla giriyor içeriye. Çöküyor teyzesinin yanı başına, dili çözülse anlatacak her şeyi ama dili çözülmüyor işte. Üstü başı, elleri kan. Bir ayağında bir kadın cizlaviti. Önce ayaklarına bakıyorlar, üstü başı kan. Basıyor hasta yatağında teyzesi figanı, "kim öldü" diye. Elini öpüyor, sarılıyor. Ardına bile bakmadan kalkıp çıkmak için evden. "Hakkını" diyor, "Helal et. Anam yok, anam sensin. Belki geri dönemem ama kalamam da." Kocaman elleriyle kocaman kara gözlerini siliyor. Bir günah işlemiş, bunu biliyor. Tam üç günlük yol, üç günlük açlık. Ömür boyu taşınacak bir vicdan ağrısı. Çünkü insanın cezası içindeki sesi hayat boyu işitmekten başka bir şey değildir aslında. Artık başka da hiçbir şeyi yok. Bugün tam seksen küsur yaşında... Çekti cezasını çıktı dışarıya. Adını Rahşan koydu kızının. Ne zaman ellerine durup durup baksa, emin de değil üstelik tetiği çekip çekmediğine, iç çeker, boğazı düğümlenir. "Değer miydi dünya malına" der. "Değer miydi?"
Bazı türküler vardır, bir hikâyeden doğar. Bazı türküler bazı hikâyelerin nasıl var olduğunu anlatır. Bazı türküler sadece insanın kendisine bir çağrı gibi yazılmış, söylenmiştir. "Bitlis'te beş minare" benim için bundan başka da bir şey değildir. Ne zaman duysam, ne zaman mırıldansam başkalarının hikâyelerini benim hikâyemmiş gibi anımsarım. Türkü biter, tekrarlarım ben de: "Değer miydi dünya malına?" Değer miydi?
Ayfer Feriha Nujen kimdir? Ayfer Feriha Nujen; yazar, sosyolog ve mühendistir. İlk şiirleri on dört yaşından itibaren Taflan, Berfin Bahar, Varlık, Sincan İstasyonu, Üç Nokta, Kaçak Yayın, Deliler Teknesi, Az Edebiyat, Yokluk, Forum Edebiyat, Evvel Fanzin, Amargi gibi dergi ve edebiyat sitelerinde yayımlandı. Pek çok alanda ve türde çalışmalar yaptı. Halen T24'te haftalık yazılar yazmaktadır. Bedenim Mezarımdır Benim, Yüzü Avuçlarında Solgun Bir Gül, Aşkın 7. Harikası Tac Mahal, Ay İle Güneş Arasında, Duasız Ölüler, Şairin Kara Kutusu/ Nilgün Marmara, Kırağı/Seyhan Erözçelik Şiirine Bodoslama, Öteki Cins Şair, Ey Arş Sıkıştır! yayımlanmış bazı kitaplarıdır. Yazmayı ve çeviriler yapmayı sürdürmektedir. İstanbul'a bağlı bir kasabada yaşamını sürdürmektedir. |