ölüm, herkesin kutusunu açtırır… kimse söyleyemediği şeyleri bu dünyadan götüreceğini zannetmesin; yüzünde bir derin çizgi, söyler zaten her şeyi.*
Kovulmuş şeytanın şerrinden Allah'a sığınırım… İyi de, insanın da kovulmuş olduğu gerçeğini ne yapacağız? Şairin de dediği gibi: İnsan; insan ne ki, / şeytanın bacağı kırık kalıyor / insan derken.**
Dünya dört milyar yılı aştı, yaşlandı. Sanki bir seferde soğudu kalbi. Bu dünyada zamanın nasıl aktığını bilmiyoruz oysa. Işıkla beraber mi akıyor, yoksa seslerden bağımsız mı? Bildiğimizi sanıyoruz sadece. Bildiğini söyleyenlerin bizi iknasına bırakıyoruz kendimizi. Bu günlerde Mesih'i bekleyenler, dünyanın en güzel kalbini taşıyan İsa'yı çarmıha gerenler değillermiş gibi Mesih'i bekliyorlar. Onu bir kez daha reddetmek, boğazlamak, çarmıha germek için. Ki İsa, kendisiyle birlikte vadedilen krallığı ve dünyaya hükmetmeyi reddetmişti daha en başında. En çok da bu yüzden, insan bir çelişkidir. İnsan dünya ile cezalandırıldım sanır, yanılır. İnsan, unutandır ve bunu da unutmuştur. Hırsları, hınçları, ihtiraslarıyla insanın kendisi dünyanın cezasıdır.
Homo Sapiens, artık 'akıllı insan' tanımının karşısında sendelemiş, sersemlemiş, sapmış varlıktan başka bir şey değil. Dört milyar yıldan çok daha fazla bir süredir canlı yaşama yuva olabilmiş ve en fazla canlıyı içinde barındıran gezegen dünya. Tek başına sayısız iktidar savaşına ve kötülüğe hizmet edenlere sermaye olsun diye geliştirilen teknolojiye rağmen hâlâ kocaman bir ülke. Dünyanın en büyük savaşlarından 1914'lere, 1930'lara ve şimdi bugün şu anda bile devam eden her şeye rağmen. Yaşam denen mucizenin ilk başladığı bu dört milyar yaşında hâlâ nefes alıp veren gezegen sadece iki yüz bin yaşında bir canlının kendinden bir sonraki nesli ya da diğer türde bütün canlıları düşünmeksizin travmatik öğelerle istila ettiği, yağmaladığı bir yer. Çünkü insan tehlikeli ve zararlıdır. Sadece düşman olduğunda ya da birini düşman ilan ettiğinde değil, sevdiğinde ya da sevildiğinde bile. Bir Tanrı varsa, belki de bu yüzden konuşmuyordur insanlarla. Ben de olsam konuşmazdım çünkü.
Bir efsaneye göre Tanrı'nın kederle suya bakıp yarattığı dünyanın bugün yükselen sular altında kalacağı gerçeğini anımsatması ne tuhaf değil mi? Acıyla Öğrenmek adlı metnini bir sesli çağrı olarak da yayınlayan Sema Kaygusuz da 'insan'ı işaret ediyor bu noktada. Onun sonsuz doyumsuz açgözlülüğünü. 'Sana bir şey olmadı, her şeyi sen yaptın' der gibi dünyanın hınç insanlarının ayakları altında yükselen sesine ses verdi. Bütün hatalarına rağmen insana verdiği değeri 'Bu yaptığın sana yakışmıyor, sonunu düşünmüyor musun?' der gibi tekrar etti. Barbarın Kahkahası'ndaki şu cümleleri gibi: Hiçbir trajedi kişisel değildir: Sirayet eder, bulaşır ve sonunda her şeyin rengini, kokusunu değiştirebilir.
Bazı cümleler yalnızca bazı kitaplarda kalsın diye yazılmaz. Yazmış olmak için yazmayanlardan Sema Kaygusuz. Bu trajediyi bir değişimmiş gibi kabullenmenin ölüm ve cehalet gibi iki çeşit uykudan biri olduğunu söylüyor bir biçimde. Çünkü bu iki uykuya yatan uyanmaz bir daha kolay kolay. Dünyanın kalbi soğudu. Güneşe ne çok yakın ne çok uzak olmanın o mükemmel dengesini insan bozdu. Şimdiyse onayladığı ve uyguladığı bu ölümcül politikalara ve teknolojiye düşünmeden, durmadan 'evet' demiş olmanın yalnızlığıyla baş başa. "İnsan yalnız doğar, yalnız ölür" hakikat kadar dehşetli bir biçimde gerçek oldu. Çünkü insan sonsuz ömrü olan bir şey değilken ve besin zincirinde bile bir yere sahip değilken sonsuz hayat ve konforun peşine düştü. Oysa bu dünyada hiçbir şey öleceğini bilen insanın her şeye ve herkese boyun eğmesi kadar saçma değildir. Zaten boyun, başı dik tutmak için değil miydi? İnsanların kendilerini her şeyi bu kadar mahvetmekten zevk alacak kadar önemsiyor olmasını ben de anlamıyorum aslında. Bir kere ölecek gibi olduğumda ben çok acımıştım kendime. "Bugün varsın, yarın yok" diye…
Oku! Bir emirdi, Tanrı da kitaplar yazdı. Okundu mu? Anlaşıldı mı? Pek az insan okudu ve pek çoğu ne anlaması gerektiğini hiç bilmedi. Dedemin inancıdır. Alıp da yere çarpamam, kutsaldır; ama bugün minarelerden yükselen seslerin anlamını bilmeyen toplumlar inançlı değil, tutsaktır. Neye boyun eğdiğini bile bilmez. İnançlı olmakla boyun eğmenin aynı şeyler olmadığını da bilmez. Böyle bir bilmezden elbette dünyayı iyi geliştirecek, iyileştirecek şeyler de beklenmez. Demek ki insan Homo Sapiens'in bir türü olarak kaldı ve hiç de gelişmedi, geriye gitmek de bir hareket sayılmazsa tabii. Primatların en zekisi, en gelişmişi olarak nitelenen insan gelişmiş bir ilkellikten ve vahşetten başka bir şey değildir bu yüzden. Bir şeyi daha en başında kaybetti insan: Hayat stratejisini akıllıca geliştirmeyi. Bunun üstünde tuttu çünkü anlık mutluluklarını ve kapılıp gitmenin zevkini. Çoğunluğa yön vermeyi, iktidar olmanın getirdiği menfaatlerle yalnız kendine ve kendinden olana hizmet etmeyi reddetmedi, sevdi. Her şeyi kazanma eğilimi dünyayı da insanı da olduğundan ve olması gerekenden çok başka şeylere çevirdi. Dünya doğal afetlerle yeniden şekiller alırken insana daha geniş yaşam alanları açıyordu tabiat. Fakat insanla bir şey değişti. Kavramlar ve yönetim biçimleri gökteki bulutlardan yer kabuğunun altındaki gazlara kadar her şeyin kendiliğindenliğini bozdu. Bu kimselerin duymadığı otokrasinin ayak sesidir. Bu ayak sesleri altında bir dünya ve yaşam paramparça ediliyor, bir daha düzelmez biçimde hasarlar alarak. Siyasal gücün birkaç kişiden oluşan küçük bir grubun elinde bulunmasına dayanan yönetim biçimine dönüştürülme çabasıyla. Modern hayat vaatleriyle modern köleler yaratan bir yönetim biçimi bu. Bu öyle bir biçimde yönetmek ki insanı ve onun yaşadığı çevreyi, dünyayı o belli zümreye hizmet etmeyi bıraktığı anda zehirlemeye başlıyor her şeyi, herkesi. Elbette yıkılası evrenselleşen oligarşi! Acıyla Öğrenmek'te konuşan bizzat kendisi. Hem tanık hem mahpus birinin gördüğü ve tecrübe ettikleriyle. Dünya denen bu kötü roman yükselen okyanus sularının içinde boğulup gitmesin diye.
Yalnızca kalbiyle ya da sadece aklıyla hareket edenlerin dümdüzlüğünün bir doğru olmadığını anlattı Sema Kaygusuz Acıyla Öğrenmek'te. Şüphe yok ki, onu yalnız canı acıyanlar anladı. İnsan dünyanın bir büyük patlamayla yok olacağını düşünebilir, ama belki de öyle olmaz. İnsan hep yanılır. Yine yanılabilir. Bıçaklanmış bir futbol topuna bile dönse evrende insandan daha çok acı çektiğini zanneden bir başka varlık olmayacak. Yani her koşulda her durumda dünya belki yine iyileşecektir. Herkes kaybedecek, tabiat kazanacak, ne yazıktır ki insan bunu idrak edemeyecek. İnsanlarla konuşmak yerine bir insan yaratısı olsa da kitaplarla konuşmayı tercih ederim bu nedenle. Çünkü bazı yazarlar kalbiyle aklını harmanlıyor ve böylece anlaşılması en güç konularda bile daha anlaşılır oluyor.
Bu kitaplar arasında Sema Kaygusuz kitapları da var. T24'ün bu seneki yıllığında yer alan Acıyla Öğrenmek adlı metni ile de hakkında yazdığım, söylediğim, düşündüğüm hiçbir konuda beni yine yanıltmayan bir yazar olduğu için belki de. Bir gün bütün aklımı yitirsem yahut ölsem bile okumayı bırakmak istemediğim nadir yazarlardan Sema Kaygusuz. Bir yazarı, onun yazdıklarını okurken -üzerine bir şeyler yazarken- gözümün gördüğü, kalbimin hissettiği şeyleri dile getirmekten kaçamıyorum ve böylece onu aklımla da tasavvur edebiliyorum. Duruşunu, anlatışını, derinliğini her şeyiyle yazan bir insandan mutlaka söz etmeliyiz zaten. Neticede herkesin kullandığı bir kelimeyi bile kullansa elinin izini, sesinin lezzetini hiç eksik etmiyor. Ve böylece ona en güzel anlamı henüz keşfedilmemiş bir şekilde veriyor. Sema Kaygusuz metinlerine elinin izini, sesinin lezzetini verebilenlerden. En vazgeçilmez yanı metinlerinin merkezine adaleti, merhameti, aklı, tabiatı koyuyor. Herkes kaybedecek, tabiat kazanacak! Bunu da biliyor. Hiçbir şeyi olması gerektiği gibi düşünmeyi beceremeyen insana verilmemiş değeri veriyor. Oyunda, romanda, öyküde ve şimdi ölümle yüz yüze geldiğinin farkında bir panikle kaygı içinde debelenen insanoğluna yaptığı bu çağrı ile. "Hatalar yaptın, artık yapma." diyor. Çıkıp bir iskemleye "Bugün ölümü öldürüyoruz!" dese, inanırdım herhalde. Varlığına delil gerekmez bir şair taşıyor içinde. Çünkü ancak bir şair bu kadar incelikle işleyebilir ruhunun değdiği her şeyi. Ve her şair şiir yazmak zorunda da değildir. Öyle kolay şey değildir, insanın böylece katabilmesi her şeyi, herkesi kendisine. Pek çoklarının aksine hiç de ısrarlı bir dişil dil kullandığını düşünmüyorum. Bütün cinsiyetçi tespitlere/yaklaşımlara temelden karşıt olduğum için de değil asla. Kendi kendine, öylesiye, başıboş bir yazarın dilini kullanmıyor çünkü. Açılmasını da biliyor yazarken, kapanmasını da. Taşkın değil, coşkulu. Bunları insan çok da kolay öğrenemez kendi kendine. Eyleme geçilmesi gerektiğini bildiği yerlerde rengini gösteriyor, sesini yükseltiyor. Ne kabalık ediyor, ne de kulakları tırmalayan, huzur kaçıran sesler çıkarıyor. Şu çok açık ki gürültüden, faydasızlıktan kendisi de hiç hoşlanmıyor. Toplumsal hayatta, siyasal alanda öğreticiliğini usta kibriyle değil, kardeş inancıyla, insan tavrıyla koyuyor ortaya. Ona bakınca ben, kibirsiz insan tavrı görüyorum. Kaygılı da değil üstelik. Emin kendinden ve kendine söylettiği her şeyden. "Genç olsaydım başımı eşiğinden kaldırmaz, kapısında yatardım" diyebileceğim yazardan biri Şule Gürbüz, bir diğeriyse Sema Kaygusuz. Birinin teoride diğerinin pratikte dünyanın da insanın da ne olduğunu üst bir bilinçle bildiğini tecrübe ettiğim için galiba.
Şüphe götürmez aklım, ondan çok şeyler öğrenirdim. Herkes duramaz böyle taş bir duvar gibi söylediği her şeyin arkasında. Bana bunu öğretseler kafi gelirdi. Üstelik onun içinde insan kalbi var. Bildiğimizi sandığımız bir insan kalbinden çok daha farklı çalışan. Tükürüp atmış içinden bütün kötü vesveseleri. İnsanın 'ömür' dediği, kendine ayrılmış şahsi zaman dilimini böyle verimli kullanabilmesi, hem kendi dilediği gibi hem de başkaları için o zaman diliminden yaralara pansuman kitaplar çıkarabilmesi belki de dünyanın tarif edilmesi güç en güzel işi.
Bazı kitapları suyun damlaya damlaya delmesi gibi delinmez denen şeyleri ve bazı kitapları oyuna alınmamış da alaya alınmış bir çocuğun öfkesi gibi. Sanki çirkin bir kız çocuğunun büyüdükçe güzelleşmesi, incirin çatlaması, narın dağılması gibi… Sema Kaygusuz deyince, benim dikkatimi ilk çeken hafızası. Görmezden gelemediğim, onun geleceği hatırlayan bir yanının olduğu. Tabiatla bağını hiç koparmayan bir ağzı var. Tabiattan betikler okuyan bir ağız. Eski bir türküyü yeniden söyler gibi. Mucizevî bir şekilde hem yeni bir formda söylüyor söyleyeceğini, hem de hiç bozmuyor insanın aklında kalan o ilk hâlini. Bir yazarın yazdıklarındaki ustalık, teknikler kadar şahsiyetindeki küçük önemli şeyler de dikkatleri çekmeli bence. Mesela insana yaklaşımı, mesela kalbinin yazıklarına ne kadarının yansıdığı... Yazdıklarında ve söylediklerinde ne kadar ciddi ve tutarlı olduğu…
Yazarlığın oyunculukla da bir ilgisi var. Sadece bir reklam metnine sığdığı kadar söz etmiyor ekosistemden, insandan ve onun baskılar altında geçen varoluşundan. Her yazar yazdığı kadar nahif, ince, insancıl, ahlaklı, adaletli, içten değildir. Olmaz da pek tabii… Kurgu her zaman elbette gerçek hayattan kaynağını almaz. Fakat kaynağını gerçek hayattan alanlar zehirli olduğu kadar çok da lezzetlidir. Gerçekle ilgisi olmayanın sahih olmakla, şahsiyetli olmakla da bir ilgisi olmaz. Geliştikçe çürüyen bu dünyanın ilk günlerindeki gibi kimse yeterince dürüst değil elbette. Ve tabii en çok da yazarken... Oysa Sema Kaygusuz ilk tanıdığım, ilk okuduğum gibi hep. Muhalif olmakla yerdeki taşları onlar için yerlerinden etmemek gerektiğini bilenlerden ve böylece dile gelmiş sanırım Barbarın Kahkahası.
Dünyada kendine yer bulamayanlar için Yüzünde Bir Yer yıkılmaz bir sığınaktır. Kuşaktan kuşağa acının, kederin, arayışın geçtiğini ve her dakika bir başka ezgiyi insanın içinde sıcak bir cezve gibi gezdirdiğini hissetmemek mümkün değildir. Modern zamanların modern bir Hızır'a apaçık ihtiyaç duyduğunu ılgın ılgın fısıldayan bir kitaptır. Son kitabı Aramızdaki Ağaç tür olarak Yüzünde Bir Yer'den çok başka bir yerde durmasına rağmen tadını almış onun yeniden. Üstelik ondan daha hızlı, ondan daha derin ve boğmuyor. Kaygusuz, bu kitapta da bağını koparmamış mesafeli durduğunu düşündüğümüz geçmişle, inançlarıyla ve Tanrı'yla da. Ve ne yapsalar kapanmaz bir yara olan çocuklukla. Ve belki de içimizde en yakın duranımızdır, mesafeli durulması gereken şeylere. Doyma Noktası'ndaki gibi. Onu tam bir ilahsal yaklaşım içinde yakalayacağınızı sanırken, arzunun kapısını açar size. İçinde bütün duygulardan ayrı ayrı yaratılmış karakterler bulursunuz. Ayrı ayrı... Böylece ne okur bir duygu durum bozukluğu yaşar, ne de karakterler öyle tanımlanır. Ustalık budur ki, Sema Kaygusuz bütün karakterlerini okuruna olduğu gibi kabul ettirir.
İyi okurun kapanmayan yaraları vardır. O yaralar hep aynı merhemden ister. Yarayı bir anlığına da olsa tok tutan şeyler etkisini hiç kaybetmez. Gün gelir yarası kapansa bile o merhemden hep elinin altında olsun ister. Bazen yara gider izi kalır ya, iyi okur yaralar aldığı yerleri hiç unutmaz. Sandık Lekesi böyle bir kitaptır. Paramparça bir bütünlük vardır onda. Bütün uzaklarını kalbinin içinde taşıması gibi insanın… Kaderiyle yüz yüze, bir başına kalanların merhemidir.
Karaduygun beni hiç doyuramayan tek kitabıdır. Buna rağmen başucumdan ayırmadığım bir yazardır Kaygusuz. Öyle ya, herkesin bir defaya mahsus bağışlanabilir bir hatası olmalı herkes için. Çünkü yanılanları affetmek daha hafiftir, yanıldığını kabul etmekten. Böylece çok daha güzel bir kelime olabilir tecrübe. Şahsiyet dediğim noktayı tekrar yinelemem gerekirse, tıpkı Esir Sözler Kuyusu'nda dediği gibi "Yumurta büyüklüğünde olduğuna inandığım bir tutku taşıyorum göğsümde. Pelür bir zarla koruyabiliyorum onu. Şükürler olsun, koçbaşlarla saldıran soruların yıkıcı etkisine, onca narinliğine karşın dayanabiliyor. Yine de, tutkumu haznesinde dengeli bir biçimde taşıyabilmek için sürekli dik ve temkinli yürüyorum. Kaygımsa en az onun kadar büyük. Onu koruyan bir duam da var üstelik: Ey benim güzel Allah'ım! Yetkinlikten, okuruna güvenmeyen kör parmağım gözüne metinler yazmaktan beni koru. Bırak bir gözüm hep kapalı kalsın. Bundan sonra yazarken hiçbir şeyi aktarmak, kurmak, hesaplamak istemiyorum. Dileğim duyumsamak, yalnızca duyumsamak."
Yan yana duranlardan çok bence en çok karşıtlar kardeştir. Ruhsal, metinsel, dinsel, içsel, sezgisel ve mitolojik olarak da… Sema Kaygusuz bir tanımlamada 'şarap içen kadın yazar' olarak geçse bile, babaanne anılarıyla geleneksel bir kardeştir. Toprağını seven, özleyen, onun üzerinde herkese yaşam hakkı veren insanlar gibisi yoktur. Toplum hafızası sürekli bulandırılan bir su gibidir. Evet, toplum hiçbir zaman alışmayacak bazı şeylere belki de. Yine de o ortak geçmişi özleyen, onu geleceğe giderken iyileştirmek, değiştirmek isteyen bir kardeş çabası olacak hep. Sema Kaygusuz böyle bir yazar. Onun yazarken bir amacı var. Kendine, yola çıkarken verdiği sözü, ettirdiği yemini bozmamak için verdiği mücadeleyi unutmayan, unutturmayan ve geçmişin sesiyle hep geleceği hatırlayan çok az yazardan biridir. Şirazesi bozuk teraziler bir yana! Hâlâ çok genç, hâlâ yaşayan ve çok fazla üreten, pek çok meseleye yakından ses veren bir yazar olarak, 'değeri bilinmeli yazarlar listesi'nde hep görünür bir yere konmalıdır.
dünya kötü gelişecekateşli bir çocuk gibiölümle yüzleştikçeyenilenecek güçleneceksonra güzel bir çiçek açacakherkes kaybedecektabiat kazanacak! ***
* Ayfer Feriha Nujen
** Birhan Keskin
*** Ayfer Feriha Nujen