Gazeteci, yazar, yönetmen Ümit Kıvanç filmleri, gazeteciliği yeni yüzyıla girerken uğradıkları haksızlıklara tanıklık ettiğimiz insanları ve pek çok şeyi konuştuk. Bu bir söyleşi ya da röportaj değil. Bu sade gören iki gözün kamuya açık muhabbeti: Türkiye nereden nereye evriliyor?
- Sinema ve belgesel alanında adınızı yeterince duymuyor, filmlerinizi daha geniş ve daha büyük platformlarda görmüyor olmamızın nedeni gerçek bir muhalif olmanız mı?
Kurmaca sinema için çevre, ekip, her şeyden önce çok para ve sektörle ilişki gerekiyor. Bunlar bende pek yok. Belgesellerimi internetten yayınlıyorum, duyuruyorum, izlenirlikleri ölçüsünde duyuluyorlar. Bizim TV kanallarının benimkiler gibi belgeselleri göstermesi beklenemez. Gösterecek olan muhalif kanallar kapatıldı. Onlar istediklerinde her zaman tabii dedim. Şimdi de, dernekler, sendikalar, birileri filmlerimden birini göstermek isterse elbette tamam diyorum. İstanbul Festivali dahil festivallerde de gösterildi bazı filmlerim. Bilmiyorum ki, başka ne yapılabilir. Kimseye yaranılmayan bir hatta yürüyorum galiba genel olarak, bunun da rolü vardır mutlaka dediğinizde. Elbette 16 Ton gibi bir filmin sinemalarda gösterilmesini arzu ederdim, ama olmayacağını bildiğim için rahatım. Bu kadarından memnunum yani.
- Ahmet Kaya, Hrant Dink, Selahattin Demirtaş ve bu isimlerle ilgili belgesel ve kısa filmlerinizin ortak özellikleri olduğunu biliyoruz pek çoğumuz. Fakat benim daha çok önemsediğim şey sizin bu isimlere atfettiğiniz ortak değerin ne olduğu. Bütün ülke bu insanların uğradıkları haksızlıklara tanıklık etti, peki ama niçin bu sessizlik? Bu çalışmalar bu sessizliğe bir tepki miydi?
Bunlara mutlaka en başka eklenmesi gereken biri daha var: Kazım Koyuncu. 3,5 saatlik bir filmim var, sadece onun çalıp söylediği, konuştuğu: Şarkılarla Geçtim Aranızdan. Bu kişilerin bu memlekete, bu topluma en çok lazım olan insan türü olduğunu düşünüyorum. Her birinin söyleyeceği, söylediği, yaptığı çok önemli sözler, şeyler var. Daha doğru düzgün insanlar olmamız, insanca yaşamaya yaklaşabilmemiz için bu insanlardan edinilebilecek çok şey var. Sessizlik dediğimiz, selametimizi kimliği belirsiz başkalarından bekleme gibi bir tuhaf huyun ürünü. Bu insanlarla ilgili bir şeyler yapıp bırakırsam, on yıllar sonra torunlarımız bakıp, "e, hepsi de hıyar değilmiş" der diye umuyorum. Yoksa utanacaklar çünkü bizden.
- İktidarları tedirgin eden yönetmenlerin, yazarların, şairlerin halkı neden tedirgin ettiğini anlayamıyorum. Bu açıdan iktidar olanların yarattıkları bir kültür alanı var. Kendi istedikleri insan tipini yaratmaya yönelik bir kültür sektörü bu. Yanılıyor muyum, siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Söylediğinizde gerçek payı var, ama biraz da aşırı genelleme gibi geliyor bana. İktidarları tedirgin edenler ille halkı tedirgin etmeyebilir. Ya da halkın bir kısmını eder, öbürünü etmez. Bizde her türlü iktidar zaten esas olarak kendine göre insan tipi yaratmaya koyuluyor, eline gücü geçirir geçirmez. Kültür alanı konusundaysa durum daha karmaşık. Bön ve cahil birileri kendi egemenliklerinde kültür alanı yaratamıyor, bön ve cahil oldukları için; beğenmediklerini zorla susturarak ya da alan dışına sürerek egemenlik kurabileceklerini sanıyorlar. Galiba her şeyden önce kültür diye bir şeyin olmazsa olmazlığını idrak etmemiz lazım hep beraber :) Egemenlik çekişmesine kurban etmediğimiz birkaç bir şey kalsa keşke.
- "O Meslek Bunalımda"dan söz edelim biraz lütfen. Türkiye'de gazeteci var mı? Gazetecilik genel manada rantın ve muhalif gazeteciliğin de büyük oranda fonculuğun eline geçtiği konusunda hemfikir miyiz? Peki, sonra ne olacak sizce gazeteciliğin akıbeti?
Fonculuk meselesinde sanırım hemfikir olamayız. Fonculuk diye birileri yok. Gazetecilik fonculuk diye bir örgütün eline geçmedi. Türkiye'de bugün hem bağımsız hem doğru düzgün gazetecilik yapmanın başka yolu yok ki, fon aldı diye birilerini tukaka ediyoruz. Türkiye'de gazeteci elbette var, ayrıca. Bunca insan didiniyor, bin türlü tehlikeyi göze alan genç meslektaşlarımız zaman zaman can pahasına muhabirlik yapmaya çabalıyor. Nasıl deriz, gazeteci yok diye? Mesleği çıkar uğruna peşkeş çekmiş olanlardan zaten bahsetmiyoruz ki, gazetecilik üzerine konuşurken. Gazetecilikle ilgili esas büyük sorun, uluslararası düzeyde. Küresel ölçekte. Burada ayrıntısına giremeyiz haliyle, ama meselenin bir tek yanına işaret ederek mesleğin hayatî önemini vurgulayabilirim sanırım: demokrasiyi, hukuku, kurumsallığı, yasallığı ortadan kaldırma peşindeki bütün pespaye post-modern diktatör bozuntularının ilk işi, bağımsız gazeteciliği yok etmeye çalışmak, beceremiyorlarsa güvenliksiz, desteksiz kılmak. Gazetecilik, demokrasi, hukuk, insan hakları âlemine ait, böyle bir âlemin onsuz kurulamayacağı, yaşatılamayacağı bir faaliyettir. Ne yazık ki, insanların aklı fikri, zihni, ruhu üzerinde etkili bütün faaliyetler gibi, istismara, kötüye kullanılmaya açık. Ama biz bu meslek hakkında konuşurken, patronu için iş takip eden sahtekârı değil, kafasına silah dayanmışken haber toplamaya çalışan genç muhabiri düşünmeliyiz öncelikle. Hapsi, sürgünü göze alarak haber aktaran meslektaşlarımızı.
- Benim çocukluğumda en azından 90'lara kadar yaşayan bir meslekti gazetecilik ki, o yıllara kadar daha ulaşılır olan toplumsal belgeselcilik ve öteki sinema sizce bugün daha fazla mecra, bağımsız platform olmasına rağmen neden daha dar bir alanda ve ulaşılması zor bir yerde?
Yapılması zor, tehlikeli, gösterilmesi de riskli. Ayrıca bugün üretilen filmleri yaymak için çok daha fazla imkân var. İlave hiçbir kanal olmasa, kendi sayfanızda, sitenizde, Vimeo'da, Youtube'da yayınlayabiliyorsunuz. Bugün artık internetli dünyaya doğan kuşakların çağındayız. Belki şimdiye kadarki yöntemlerle, şimdiye kadarki estetik ve içerikle değil başka türlü üretmek lazım, dünyanın yeni nüfusunun izlemesi için. Ve tabiî, şu merkezî etken: İnsanları oyalayacak, omuzlarına hiçbir külfet yüklemeden vakit geçirmelerini sağlayacak öyle çok oyuncak var ki, başkalarının dertleriyle ilgilenmelerini beklemek giderek zorlaşıyor. Sonuçta toplumsal belgesel başkalarının dertlerinden sözeder.
- Bir yönetmen olarak pek çok yönetmenden farklı bir yanınız gerçek toplumsal faydaları gözeten projelere imza atıyor olmanız. Bu konularda insanı yoran ekonomik şartlar bir yana bir sanat ya da eserin gerçekleşme süreci kadar o işin sonunda varılan nokta da yorabiliyor kişileri. Sizi en çok yoran ya da daha açık bir ifade ile sorayım bunu, toplumdan umudunuzu kestiğinizi hissettiren bir projeniz oldu mu? Bu filmin sonunda şu olsun isterdim ama olmadı diyeceğiniz bir projeniz oldu mu?
Oldu. Oluyor. Tek bir film değil de, hayatın bütünü böyle dedirtebiliyor insana. Bu memlekette umut beslemeyi bile lüks haline getirdiler. Benim umut sorunum yok. İnsanı umutlandıracak pek bir şey yok bizim toplum hayatımızda. Fakat benim gibileri inadından vazgeçirebilecek şey de yok. Böyle yaşanmaz. Yaşanmamalı. Şu meşhur kıssadaki, su taşıyan karınca gibi: o kadarcık suyla neyi söndüreceksin, diye soruyorlar, o da diyor ki: bununla yangın sönmez, biliyorum, ama tarafımız belli olsun. Yorulma demişsiniz, o da benim uğraştığım konuların ortak yönü sanki. Mânen çok yorucu mevzularda filmler yapmaya çalışıyorum ve bu her zaman pürüzsüz bir süreç olmuyor haliyle.
- Siyasetin sirayet etmediği hiçbir alan yok artık. Kendi bağımsız ve doğal akışıyla işleyen hiçbir alan... Eğitim, sağlık, sanat hiçbir alan kalmadı neredeyse. Dolayısıyla bu alanlarda bağımsız, özgün ve özgür bir eğitim, insan yetiştirmeye dair bir bilgi de yok artık. Türkiye'nin bu gidişatı hakkında ne düşünüyorsunuz?
Türkiye, kendi hazırladığı bataklığa adım attıkça biraz daha batıyor, ama oralı olmuyor, hatta bazen "ne güzel batıyorum" diye zevk alıyor gibi. Siyasetle bugünkü ilişkimiz elbette çok sağlıksız ve siyaset nefes borumuzu bile işgal eder görünüyor. Bu elbette bütün hayatı elindeki o rezil boyayla boyamaya kalkan muktedirlerin suçu. Birileri her tarafa el atıyor, neyi korumaya çalışacağını bile bilemiyorsun ki, olumlu birşeyler kurup yapmaya kalkışabilesin. Irmağı, ormanı mı korumaya çalışacaksın, her gün olmayacak vaziyetlerde can veren işçiler için mi birşeyler yapmaya çabalayacaksın, kadın cinayetlerini engellemek için mi mücadele edeceksin… ki, insan boyu ırkçılık ve bağlı mevzular falan da hiç hafiflemiyor. Birileri insanların hayatını gasp eder, memleketin değerli insanlarını hapiste çürütürken hangi alanın kendi doğal akışıyla işlemesini bekleyebiliriz? Hukuksuzluğun olduğu yerde hiçbir faaliyet doğal akışına kavuşamaz. Siyaset hayatımızı tutsak alıyor, eyvallah, ama aslında bizim edilginliği terk edip, siyasetle bütün bunları değiştirmek için kararlı şekilde uğraşmamız lazım. Başka çare yok şu anda.
- Kutuplaşmalardan ayrıca söz etmeye gerek duymuyorum. Artık bir kutuplu bir dünyaya doğru ilerlediğimizin herkes farkında zaten. İnsandan hayvana ve tabiatta açılmış bir yeşil tomurcuğa bile yaşam hakkı tanımayan bir yönetim var. Çocuk istismarı, cinayetler, yağmalar, talanlar insanın artık gelecekle ilgili hiçbir şeyi planlamasına olanak tanımıyor. Belki yalnız ben böyle hissediyorum hissi var bende bilemiyorum, ama siz nasıl hissediyorsunuz bu ortamda kendinizi? Benim gördüğümden farklı bir ortam var mı sizce şu an Türkiye'de?
Genel olarak sanırım herkes böyle görüyor. Bu manzaranın yarattığı en büyük meselelerden biri, mevcut iktidar koalisyonunun bütün hayatı boğmaya başlamasından evvelki durumu insanların şahane sanması. Eskiden beri varolan, süregelen, fakat son on yılda muazzam ağırlaşan sorunlardan, yirmi yıl öncesine dönerek kurtulamayız. Biz, gelecek kuşaklar için cehennem hazırlıyoruz şu anda. Cehennem bu yaşadığımızdan ibaret değil. Her an daha beteriyle karşılaşabiliriz. Gelecek duygusuna ve fikrine ihtiyacımız var. Şu ortalıktaki muhalefetin beceremediği ve hepimizi daha büyük tehlikeye attığı şey de bu: gelecek duygusu, "yapabiliriz" hissiyatı yaratamıyorlar. Biz toplum olarak kendi gücümüzle hak elde etmeye alışık değiliz. Bir kısmımızın hak diye bir derdi yok, öbür kısmımız da kendi adına birilerinin o hakları kesip biçip, uygun görülen ölçüde sunmasına alışmış. "Yapabiliriz" duygusunu kazanabilmek lazım. İçinde bulunduğumuz bataklık belki bize başka çarenin olmadığını gösterebilir. Kafayı kaldırıp, ne istiyoruz, diye bakmak, başarılı olunup olunamayacağına hiç takılmayıp uğraşmak, mücadele etmek gerek.
- Dayanılmaz olan artık ölülerimizi bile bizden almış, yas süreçlerimizi bile kontrol etmek isteyen ve hatta ölülerimizi bile bize düşman etmek isteyen bir düzenin içindeyiz diye düşünüyorum. Sanatçıların, aydınların kendilerini sattıklarını söylemek kabalık olarak gelmiyor artık bana. Her şey fotoğraflarda değil, fotoğrafların arkasında var oluyor gerçek anlamlarıyla bu yüzden. İnsanlar fotoğrafların arkasını neden görmüyor ve fotoğrafların arkasına bakmayı ne zaman öğrenecekler sizce?
Hele her şeyin apaçık göründüğü fotoğraflara bakmayı öğrenelim, arkası şimdilik kusur kalsın. Fotoğrafta yeşil bir araba varsa bunun kırmızı bir kamyon olduğunu söylemek ayıp hale gelsin önce, meselâ. Öbür göndermenizi anlayamadım, kimdir bu kendilerini satan sanatçılar, aydınlar? Herhalde görüş veya tutum değiştiren herkese kendini sattı diyemeyiz. Çıkar uğruna muktedirlere yanaşan yavşakları da dert etmemiz gerekmez. Böyle şeyler her devirde olur. Beklemediğiniz insanlar beklemediğiniz tavırlar alabilir. Bizde ulaşılabilir düşman belirleyip ona saldırma alışkanlığı vardır. Sağda, solda, her tarafta. Ne önemi var, meselâ, İbrahim Tatlıses'in öyle değil böyle yapmasının? Veya bir gazetecinin, yazarın saf değiştirmiş olmasının? Bundan böyle güvenmeyiz, olur biter. Biz hayatımızı karartanlarla uğraşalım esas olarak. Onlara yüz süren sürüngenlere vakit ayırmaya değmez.
- Haklısınız elbette. Ama insan saf tuttuğu yerlerde de bir iz bırakıyor. Bıraktıkları izleri unutmayacağız. İşimiz sadece film çekmek, kitap yazmak olsaydı bu kadarı çok kolay olurdu sanırım. Oysa bütün bunları yaparken insanın bir amacı olması gerekiyor. İlkin bir itiraz hakkı olarak yanlış olana müdahalede bulunmak. Bu noktada sanatçıların, gazetecilerin, aydınların sırtlarında üzerinde fiyatlarının yazılı olduğu etiketler görüyoruz. Peki, ama bu ortamda haysiyetin, insanlığın bir değeri ederi yok mu? Çoğunun saltanat karşıtı olduğu halde sanatlarını çocuklarına saltanat gibi bırakıyor olmaları utanç verici değil mi? Yoksa her şey sadece bunun için miydi en başından beri?
Sanırım beni de sanatçı, gazeteci, vs. sayıyorsunuz; benim sırtımda da mı fiyat etiketi var? Ben olmadığını sanıyorum. Benim gibi, binlerce insanın da sırtında fiyat etiketi yok. Birçoklarımız ne büyük bedeller ödüyor. Haysiyeti için, haysiyetimiz için, başlarına gelebilecek bin türlü belayı göze alarak işini yapan, üreten, mücadele eden bu kadar çok insan var; neden onlardan değil de sırtına etiket koymuş birilerinden söz ediyoruz? Bunu anlayamıyorum.
- Kimlerden söz ettiğim çok açık. Mücadele eden bunca insanı kendi çıkarları için dönen çarkların dişleri arasına itenlerden söz ediyorum elbette. (Bu konuyu ayrıca konuşmalıyız belki de.) Televizyon konusuna gelmek istiyorum. Halkın bir televizyon kanalı yok artık siz de biliyorsunuz bunu. Yalnızca kendi siyasi propagandaları için kullandıkları bir mecraya halkın televizyonu da denmez tabii ya. İsmi lazım değil bu devlet kanalının iktidarı eleştirenlere uyguladığı sansülerler hakkında ne düşünüyorsunuz? Halka ait bir kanalım sadece iktidara hizmet etmesini halkın sineye çekmesi ne anlama geliyor?
"Halka" ait bir TV kanalı zaten yoktu sanırım. :) Şu anda birçok kanal ve gazete, site, iktidarın propaganda aygıtının parçası. Tek merkezden talimatla yönetiliyorlar ve haberle, yani gerçek aktarmayla alâkaları yok. Belirli bir propaganda gündemine göre görevlendiriliyorlar. Buralarda çalışanlara gazeteci falan da denemez. Fakat hiçbir zaman, hiçbir kanala veya gazeteye, halkın malı diyemeyiz ki! Nesnel olarak halk çoğunluğu yararına işler yapan yayın organları elbette olabiliyor, şimdi de var, kimi marjinal kimi daha yaygın okur-izleyici bulabiliyor, ama var. Bugün basın veya medya diye adlandırılabilecek yayınlar sınırlı. İktidarın yönettiklerine propaganda aygıtı demeliyiz.
- Bir önceki sorudan çok bağımsız değil bu, son günlerde giderek artan sansür, ödeneklerin geri çekilmesi konusunda yönetmen Emin Alper'in Kurak Günler adlı filmiyle de ilgili yaşananlardan haberdarsınız. Bu konuda sesini hiç çıkarmayan yönetmenlerin, sanatçıların, gazete ve mecraların ne düşündüğü de çok önemli değil artık ama bu sessizliğin bir adı olmalı. Bu sessizliğe siz bir isim veriyor musunuz?
Anladığım kadarıyla siz böyle hallerde herkes topluca ses çıkarsın istiyorsunuz. Ben de istiyorum. Ama böyle olmaz ki hiçbir zaman! İlk andan itibaren itiraz eden, daha yaygın itiraz için toplantılar organize eden, haber yayan, kampanya açan vs. insanlar da var, kuruluşlar da var. Siz onları yok sayıyorsunuz sanki. Veya haksızlığa itiraz edebilecek kesimlerin bu kadar sınırlı olmasına isyan ediyorsunuz. Evet, böyle. Çapımız, halimiz neyse, tepki de, isyan da o kadar olur. Bakın, koskoca Gezi İsyanı'ndan geriye ne kaldı? İnsanları resmen tutup hapse attılar. Milyonla insanın katıldığı, haklı olarak yere göğe koyamadığımız, efsaneleştirdiğimiz hadise hayat karartan bir suç haline getirildi, Gezi'ye gidip gelen insanların kaçı konuyla ilgileniyor? Osman (Kavala) beş senedir hapiste. Güya hakla hukukla ilgili, iktidar karşıtı kaç kişinin umurunda? Zamanında Kürt köylülerini yere yatırıp dışkı yedirdiklerinde kaç kişi tepki göstermişti? Tam da bu yüzden, sayıca az da olsalar, itiraz edenler, ses çıkaranlar değerli ve ortam hakkında düşünürken onları yok saymamak lazım bence.
- Onları asla yok sayamam, benim üzüldüğüm, yok saymaksa artık evet yok saydığım işte bu insanları yalnız bırakanlar. Son olarak, her iktidar gelip geçiciliğiyle meşhurdur en nihayetinde. İşi getirip krallığa dayatanların saltanatlarının da yıkılacağını biliyoruz. Biz yarın yine burada kendimiz olarak kalırız ama ülkenin istikbali açısından orta sınıf erimiş, genç nüfus azalmış ve umudunu iyiden iyiye yitirmişken sizin insanlara umut etmekle ilgili ayrıca söylemek istediğiniz bir şey var mı?
Demin söylediğimi tekrarlayabilirim. Belki birazcık açarak: Herkes haysiyetine sahip çıkarsa, umutlu muyum, umutsuz muyum, umutlanırsam ayıp mı olur, saf mı derler… gibi saçmalıklardan da kurtularak, gönül rahatlığıyla mücadelesine bakabilir. Bunca haksızlık, iğrençlik sürüp gider ve birileri böylesine iğrençlikle saltanat yürütürken, ah benim hiç umudum yok, deyip kenara çekilenden zaten ne hayır gelecek? Muktedirlerde yok, ama insanın bir utanma duygusu, kapasitesi vardır. Haysiyetle ilişkili bu. Ses çıkarmazsam utanacağım için ses çıkarabilirim. İllâ umudumun olması gerekmez. Doğru bulmak, doğruluğuna inanmak, öylesinin değil böylesinin daha güzel olduğunu düşünmek, harekete geçmek için umuttan daha işlevsel dürtüler.
- Bu toplum yarım yamalak abdestle namaza duran, hak hukuk adalet derken bile terazileri bilerek bozan bir toplum. Dahasını da söylerim hiç korkum yok. Ama yine de yarın daha güzel olsun dilerim. Beni yanıtladığınız için teşekkür ederim.
Rica ederim. Toplumumuz hakkında, inanın sizin her söyleyeceğinizin üstüne üç-beş şey daha ekleyebilirim. Ama bu tespitler, teşhisler eylemsizliğe bahane olmamalı. Burada daha iyi bir ortamımız olsun diye uğraşacak gücü ve isteği kaybetmeyelim.
Ayfer Feriha Nujen kimdir? Ayfer Feriha Nujen; yazar, sosyolog ve mühendistir. İlk şiirleri on dört yaşından itibaren Taflan, Berfin Bahar, Varlık, Sincan İstasyonu, Üç Nokta, Kaçak Yayın, Deliler Teknesi, Az Edebiyat, Yokluk, Forum Edebiyat, Evvel Fanzin, Amargi gibi dergi ve edebiyat sitelerinde yayımlandı. Pek çok alanda ve türde çalışmalar yaptı. Halen T24'te haftalık yazılar yazmaktadır. Bedenim Mezarımdır Benim, Yüzü Avuçlarında Solgun Bir Gül, Aşkın 7. Harikası Tac Mahal, Ay İle Güneş Arasında, Duasız Ölüler, Şairin Kara Kutusu/ Nilgün Marmara, Kırağı/Seyhan Erözçelik Şiirine Bodoslama, Öteki Cins Şair, Ey Arş Sıkıştır! yayımlanmış bazı kitaplarıdır. Yazmayı ve çeviriler yapmayı sürdürmektedir. İstanbul'a bağlı bir kasabada yaşamını sürdürmektedir. |