Öykü, deneme, roman, eleştiri türlerinde eserleri olan yazar Ethem Baran'la yazarlık serüveni, edebiyatı, dilin olanakları, son aldığı Sait Faik Öykü Armağanı Ödülü'ne e edebiyata dair pek çok konu hakkında konuştuk.
Yazmaya dair "Yazınca, yazdıkça güzelleşeceğini düşünüyordum yaşamın. Yazılan yaşam güzelleşiyordu, güzellik kazanıyordu" diyen Baran ilk öykülerinin yayımlanma sürecinde yaşadıkları zorluklara değinerek "Sonrası Ayrılık, 1991 yılında, dosyayı teslim ettikten dört buçuk sene sonra basıldı" diyor.
Baran eserlerinin taşra üzerinden yorumlanmasına dair ise "Taşra neresi bilen var mı? Ankara İstanbul’un taşrası, Yozgat da Ankara’nın. Merkez kayboldu çünkü, merkez taşralaştı. Fakir fukarayı anlattığımı, sıradan insanlar deniliyor ya, onları anlattığımı kastediyorlarsa, doğrudur, onları kendime yakın buluyorum" diyor.
Baran'ın edebiyatını, dil hakkındaki yorumlarını ve her şeye rağmen yazma inadını anlatıyor...
Ayfer Feriha Nujen: Yazanlara dair çok klişe olmakla birlikte buna rağmen kışkırtıcılığını hiç yitirmeyen yazmaya yönelme nedeni, genç yazanlar ve yazmaya doğru yönünü çevirenler açısından her dönemde her yazara sorulacak ilk sorudur elbette. Ethem Baran için yazmak neden önemlidir? Yazan biri olmaya yönelik ilk ciddi eylemi nasıl başladı? Ethem Baran neden yazmak zorundadır? İlk kitabınızın yayımlanması, metinlerin oluşu dışında ne kadar vaktinizi aldı, ilk kitap size ne hissettirdi?
Ethem Baran: Masal ve hikâyelerin zifiri karanlık ormanlarında karşımıza çıkan kulübeye benziyordu okumak. Masal kahramanları aç, çaresiz bir şekilde ormanda ilerlerken ileride, karanlığın içinde bir ışık görüyorlardı. Bir kulübenin sıcacık ışığıydı bu. Kurtuluş, yeniden ümit edebilmek… İşte hayat, işte edebiyat. Edebiyat benim için buydu. Hayal gücünün sınırsızlığına, bilinmeyene çağıran sıcak bir ışık… İçinde kimin, kimlerin, nelerin olduğunu bilmediğiniz, neyle karşılaşacağınızı kestiremeyeceğiniz bir kulübe… İçini siz doldurun, gerisi size kalmış.
Yazınca, yazdıkça güzelleşeceğini düşünüyordum yaşamın. Yazılan yaşam güzelleşiyordu, güzellik kazanıyordu. Buna benzer bir şeyler yazmıştım Emanet Gölgeler Defteri'inde.
Biliyorum, önemi yok ama küçük yaşlarda başladım yazmaya. Ortaokuldaydım, romanla başladım. İmkânsız bir işti giriştiğim; oysa dergilerde öykü yayımlatmak roman yayımlatmanın yanında tek çıkar yol olarak görünüyordu. Böylece öyküye yöneldim ve öyküyü sevdim. Resimle de uğraşıyordum. Lisedeyken desenlerim, üniversiteye başladığım yıl ilk öyküm yayımlandı. Sene 1980. Kırk yıl olmuş ilk yazıdan bugüne. Dergilerde beş altı yıldır yazılarım, öykülerim yayımlanıyordu. Elime aldığım her kitap gözümde biraz daha büyüyor, ağırlaşıyor, ruhuma yük oluyordu. Bunlardan birinin kapağında kendi adımı görüp göremeyeceğimin ağırlığıydı bu. Oysa henüz yirmili yaşlarımın başlarındaydım. Şimdiki yaşımdan baktığımda neredeyse çocuk sayılırdım yani.
Dosyamı hazırlamaya başlamıştım. Yayınevlerine, yazan çizen insanlara uzak, kendi halinde okuyup yazan bir gençtim. Birileri elimden tutmazsa, önüme düşmezse kendiliğimden bir yayınevinin kapısını çalacak cesarette değildim. Dergilere gönderdiğim öykülerden uzunca bir süre haber gelmeyince akıbetini sormaktan bile çekiniyorken bu cüreti asla gösteremezdim. O günlerde Milli Eğitim Bakanlığı, "Öğretmen Yazarlar Dizisi" üst başlığı altında kitaplar yayımlamaya başlamıştı. Benim kadrom ise "Uzman Yardımcısı" idi ve bunun bir sıkıntı doğurup doğurmayacağını bilmiyordum. Şansımı denemekten başka yapabileceğim bir şey yoktu. Dosyamı gönderdim. Yine o günlerde, MEB Yayımlar Dairesi Başkanlığınca çıkarılmakta olan dergiye bir öykü ve öykümü destekleyecek birkaç desen göndermiştim. Derken beni aradılar ve birlikte dergide çalışmayı önerdiler. Böylece 17 yıl sürecek ve sürgünle sonuçlanacak yayıncılık hayatım başlamış oldu.
Orada çalışıyordum, başkalarının kitaplarını basıyorduk ama kendi kitabımı soramıyordum yanlış anlaşılır diye. Nihayet nasıl olduysa üç sene sonra sordum. İncelenmesi için gönderildiği üniversiteden dönmemişti dosyam. Hocaya sordular, önce yok dedi, sonra dolabının dibinden bir yerlerden buldu. Asıl serüven şimdi başlıyordu.
Matbaada sıraya girecekti kitabım ve kim bilir kaç sene sonra sıra gelecekti. Önce dizgi sırası, sonra baskı… Sonra kapak… "Kapağı ben yaparım," dedim, hiç değilse oradan zaman kazanabilirdim. Tuval üzerine yağlıboya, bozkırda ilerleyen bir tren resmi yaptım. Bir seneden fazla da dizgi sırası bekledi benim kitap. Dizgiden gelen ilk nüshayı nasıl da heyecanla tashih ettiğimi nasıl anlatmalı şimdi… İtalik dizilmesini istediğim kısımlar vardı, farklı punto istediğim, farklı boşluklar bıraktığım yerler vardı ama elimdeki dizgi dümdüz bir şeydi. İşaretlemeler, uzun açıklamalar yaptım, geri gönderdim. Anlaşamıyorduk. "Olmaz!" diyorlardı, "Biz hayatımızda böyle bir şey görmedik, böyle kitap olmaz!" Bir sürü telefon konuşmasından sonra biraz onlar taviz verdi, biraz da ben, dizgiyi tamamladık. Sonrası Ayrılık, 1991 yılında, dosyayı teslim ettikten dört buçuk sene sonra, ben yirmi dokuzuma gelmişken basıldı. Kitap yirmi bin adet basılmıştı.
O yıllarda bütün illerde bulunan (şimdi hepsi kapandı) satış yerlerinde okura sunuldu. Aradan yıllar geçti ve kitabın ikinci baskısının yapılması gündeme geldi. İlk baskı kurşun dizgiydi, bu yüzden yeniden dizilmesi gerekiyordu. Oturup bilgisayarda kendim dizdim, bir de kapak hazırlayıp gönderdim. Bir süre sonra bir telefon: "Kitabın kapağını dışarıda bir şirkete yaptırıyoruz, içeriği hakkında bir şeyler yazar mısınız, nasıl bir kapak olsun?" Niye çıldırmıyordum, hâlâ anlayabilmiş değilim. Ellerindeki kapağı kullanabileceklerini, para pul istemediğimi, gerekirse imzamı da koymamalarını söylediysem de kâr etmedi, kitapla hiç ilgisi olmayan, üzerinde, kafes içinde bir kuş fotoğrafı bulunan aptal bir kapakla yeniden beş bin adet basıldı Sonrası Ayrılık…
Bugün çoğunu acemice, çocukça bulduğum o öyküler bana hep o yılları, o heyecanı, o sıkıntıları hatırlatır. İçlerinden şanslı olan birkaç tanesi Unuttuğum Bütün Akşamlar’da yer aldı. Diğerleri hep orada kalacak, bir daha basılmayacaklar...
Dilin kendi olanakları içinde sonsuz ve sınırsız bir teknolojisi var. Yazarken bu teknolojiyi kullananlar dilin çok fonksiyonel olduğunu öğretir okura ve öğretirken yazmanın çok daha yeni fonksiyonlarını da öğrenir sanırım. Böylece aslında dilin de kendine has yazdıkça gelişen bir teknolojisi olduğunu görürüz. Bu noktada sizin dilin teknolojisi dediğimiz aşamada metinlerinizde sıkça kullandığınız geleneksel ve zamansal öğeler neler? Dilde üsluba etkileri bakımından sizin bir metni oluştururken dikkat ettiğiniz, önem verdiğiniz diğer unsurlar nedir?
Edebiyatın, hayatı daha iyi okumamızı sağlayan bir güç olduğunu düşünen ve onun peşinden giden biriyim. Bir yazar, bize gösterdiği dilin içinde birden fazla dil taşır aslında. Hayatın içinde yer alan gözden kaçmış ama esasında son derece parlak birtakım ayrıntıları seçerken, o ayrıntıların içinde gizlenen dile dikkat çekmeye çalışıyorum yazdıklarımda. Türkülere, manilere, gündelik hayata, günlük konuşmanın yozlaşmış diline sinen bu dilin bir anlamda yeni bir taklidini yapmaya çalışırken, insanımızın sıcak kalbini yerinden çıkarıp cümle âleme gösteren mizahın geldiği yeri de işaret etmeye çalışıyorum bir yandan.
Özellikle kasabalarımızda, çarşı esnafı, delileri kandırır, takılmaktan hoşlandıkları komşularına küfrettirerek eğlenir. Ya da küçük erkek çocuklarına küfür öğretmeye bayılır bizim insanımız. Mesela benim rahmetli amcam çok güzel küfrederdi. Küfür ve argo bazı insanlara yakışır, dillerinde güzel durur. Ve bir anlamda küfür cümlenin virgülüdür. Anadolu’da kadınların kendi aralarında kullandıkları dil, argo da çok özeldir. Öylesine söylenivermiş gibi ağızdan çıkan bu sözlerin gerisinde bir halkın geçmişten bugüne nasıl bir kültürel yapının içinde şekillendiğinin, dili hayatın içinde nasıl yoğurduğunun, birbirleriyle ilişkilerinde dile nasıl bir rol verdiğinin özetini bulmak mümkündür.
Göstermeye çalıştığım unsurların edebiyatımızda alt basamaklarda bulunduğunu ve orada bırakılmak istendiğini düşünüyorum. Oysa insanımız, birilerinin istediği gibi değil, kendi istediği gibi konuşur. Diğer yandan, verilen emek, titizlik, çağrışım, zenginlik, derinlik açısından düzyazı cümlesinin şiir cümlesinden farkı olmamalıdır bana göre. Bu yüzden şiir duruşlu metinleri severim. Şiiri bilen, tanıyan, belki de içinden geçmiş ama ondan kalan kırıntıları dahi üzerinden atmış farklı bir dilden söz ediyorum. Dil, düşüncenin evidir ve bu ev yazarın imzasıdır. Ona aittir. Herkes ona ait olduğunu bilir ve kabul eder. Üslup dediğimiz şeydir bu. Yazmaya başladığım günden beri üslup sahibi olmaya, kendi imzamı, sesimi bulmaya çabaladım ve hâlâ çabalıyorum. Kurduğum her cümlenin enini boyunu ölçüyor, ağırlığını tartıyor, çapaklarını törpülüyor, duygu ve ses değerlerine bakıyorum. Akışkanlığına, ritmine, müziğine, derinliğine, genişliğine, anlamına, derdine, muradına vs. bakıyor bakıyorum.
Ethem Baran ismini son günlerde Sait Faik Öykü Armağanı Ödülü ile duyan pek de az sayılmayacak bir kitle var. Gerçi ben kendi adıma utanarak Sait Faik gibi bir öykücünün ismini de Ethem Baran adıyla duyduğunu söyleyenlerle karşılaştığımın bilinmesini istiyorum. Daha genç yazarlar için ödüller bir bakıma yürüdükleri yolu genişletme amacı güdüyor. Açıkçası genç yazanların böyle anlaşılması güç tavırları var. Oysa ödüller teşvik etmenin yanında bir ustanın adını yaşatmak amaçlı da. Sizin gibi işinin ehli öykücüler için bu ödüllerin ve tabii hâlâ çok sıcakken Sait Faik Hikâye Armağanı Ödülü ne anlam taşıyor? Genç yazanlara bu konuda ne söylersiniz bir tavsiye ve uyarı olarak?
Sait Faik adını duymayanların adına ben utandım şimdi. Attila İlhan, "sizi televizyonda beğenerek izliyoruz, niçin kitap yazmıyorsunuz" diyenlerden söz etmişti bir konuşmasında. Selim İleri'nin adını duymamış edebiyat öğretmenleri var ne yazık ki. Söylediğin çok doğru: Bu tür ödüller ustanın adını yaşatır. Benim üçüncü ödülüm bu ama bu ödülün yeri ve ağırlığı farklı. Bir kere bir öykücünün hem de bu ülkenin en başta gelen öykücülerinden birinin adını taşıyor. Birkaç yerde söyledim, tekrar olacak ama burada da söyleyeyim: Ben öyküyü Sait Faik'le tanıdım, sevdim, ondan öğrendim. Ta ortaokulda, Türkçe kitabımızdaki metinleriyle. Çok büyük gurur bu ödül. Sorumluluğu ağır. Ama aslolan yazdığınız eserlerdir; ödül unutulur, eser kalır.
Tuhaf bir biçimde Döngel Dünya, Yeni Dünya denen kavramla çakıştı bir bakıma. Sanki bir çarpışma söz konusu oldu kitabın çıktığı şu dönemde değişen dünya ve düzene dair. Böyle bir rastgelelik ve tesadüf matematikte bile bu kadar doğru orantılı olmamıştır. Döngel Dünya içerdiği öykülerle de bunu pekiştiriyor zaten. Sizin açısından da Döngel Dünya ve Yeni dünya kavramları içerik olarak da çok yakın değil mi? Bu kitap bu döneme yapılmış son bir çağrı gibi mi?
Benim böyle bir niyetim, daha doğrusu öngörüm yoktu elbette. Ben dünyanın ekşi, tatsız, surat buruşturan ama yine de vazgeçemediğimiz, mecbur olduğumuz yönlerinden söz etmeye, oraları deşelemeye çalışıyordum. Ne var ki, bana göre, tam da bir kâbusun orta yerine düştük. Benimki masum kaldı bu yeninin yanında.
Sizin için hiç kapanmayacak bir mesele olduğunu düşündüğüm Taşra meselesi. Taşra meselesini Köy Romanları’yla çok fazla aynı tanımlamak konusunda da yazanların, eleştirmenlerin ve okurun yanıldığını düşünüyorum. Bir kere ikisinin çok farklı olduğunu kabullenmek istemiyor büyük bir kesim. Sizce neden? Yerel olanı, kırsalı evrensel boyutta ele alan yazarları bir başka yere koymak, öylece tasnif etmek sizce doğru mu? Sizin merkezi de ele aldığınız pek çok öykünüz var. Yaşar Kemal’in İnce Memed’i, Sabahattin Ali’nin Kuyucaklı Yusuf’u, Fakir Baykurt’un sayılabilecek pek çok eserinden çok daha Batılı bir Taşra’yı ele almanıza rağmen Taşra üzerinden yorumlanmanız bana nedense pek anlaşılır gelmiyor. Sonuçta merkezdeki dilin kemikleri asıl şeklini Taşra’da alıyor. Bu açıdan sabit görüşlülükle ve derinliksiz bir biçimde tanımlandığınızı düşünüyor musunuz? Türk Edebiyatı’nı Taşra’sız düşünmek doğru bir yaklaşım mı, koca ülkenin başkenti Ankara’nın da Taşra olduğunun altını çizersek ya anlamıyorlar ya da doğru mu ifade edemiyorlar sizce? Ya da Taşra’yı merkezden uzak tutmaya çalışıyor olmalarının sizce de politik bir nedeni olabilir mi?
"Her yer taşra olduysa ben ne yapayım" demiştim bir konuşmamda. Benim derdim taşra değil. Taşrayı yazdığımı bilmeden taşrayı yazmışım. Yazma konusunda Flannery O’Conner’ın, "Öykü yazmayı öğrenebilmek için tek yol öykü yazmaktır; daha sonra da ne yaptığımızı keşfetmektir," dediği gibi taşrayı yazdığımı sonradan keşfettim, daha doğrusu taşrayı yazdığımı söylediler. Öyle midir bilmiyorum.
Ayrıca taşra neresi bilen var mı? Ankara İstanbul’un taşrası, Yozgat da Ankara’nın. Merkez kayboldu çünkü, merkez taşralaştı. Fakir fukarayı anlattığımı, sıradan insanlar deniliyor ya, onları anlattığımı kastediyorlarsa, doğrudur, onları kendime yakın buluyorum. Benim derdim insanı anlatmak. Merhametin, vicdanın, sevmenin, öfkenin, bencilliğin, hoşgörünün, adiliğin, çaresizliğin ya da zalimliğin zengini fakiri, taşralısı şehirlisi, siyahı beyazı olur mu? Eğer bir merkez varsa, onun dışında kalanları anlatmayı tercih etmemin bir nedeni de bunların edebiyatın dışında kalmaya itilmesi. Ayrıca çok derin bir dünya orası ve çok hikâye var orda…
Ankara'da Çankaya'yı, Kızılay'ı anlatırsanız sorun yok, ama iki adım ötedeki Ulus'u anlattığınızda taşraya düşmüş oluyorsunuz. Taşrayla merkez göz göze gelmiştir ve birbirine benzemiştir. Kimi kimden uzak tutacaksınız? Artık dünya herkesin avcunun içinde.
Düşleri Fettan Güzel en popüler öykülerinizden biri olmakla beraber benim de en sevdiğim öykülerinizden biri. Yukarıda sözünü ettiğim geleneksel öğelerden biri de tabii ki ezgilerimiz, türkülerimiz. Evlerimiz Poyraza Bakar’da da Neşet Ertaş’ı anan ve bize sık sık başka ozanlarımızı da hatırlatan, özellikle yeni nesil için tarihi açıdan da sanatın bir kolu olarak gizliden bir eğitim verircesine söz ediyorsunuz. Resme olan eğiliminiz, üretiminizle de pek çok kitabın kapağında yer aldınız. Fakat öyküde müziğin, ezginin okurun zihninde metnin görselini daha canlı ve kendiliğinden kıldığı gerçek… Bach’ı ve Neşet Ertaş’ı dinleyerek yazmak, metinlerde ezgileri söylercesine işlemek nasıl bir duygu? Yazmayı daha çok genişlettiğini söyleyebilir miyiz sizin için?
Düşleri Fettan Güzel'i ben de severim. Genç bir arkadaşım kısa film olarak çekecek onu. Konu olarak, dediğin gibi, geleneksel ögeler barındırır ve evet bir bakıma türkülerimize benzer, yeni neslin, yeni gelişen kültürün ilgi alanı dışında kalır. Söz konusu sanat olduğunda türkülere yeniden yeniden eğilip bakmak gerekir. Türkülerde öyle sözler vardır ki, her satırına bir öykü yazasım gelir. Her cümlesinde bir ömür saklanır. Ağırlığınca altın eder dizelerinin çoğu.
Dikkat ederseniz, türkülerin çoğunun betimlemeyle başladığını sonra insana, onun acısına, yüreğinin derinlerine eğildiğini, koskoca hayatları nağmelerin arasında bize gizli ya da açık, bir şekilde resmettiğini görürsünüz.
Neşet Ertaş bu toprakların sesidir, bu toprağın dilidir, benim çocukluğumdur. İlk gençlik yıllarıma kadar onun akrabaları çalıp söyledi bizim düğünlerimizde, kulaklarımız o sesle doludur hâlâ.
Resim de önemli yer tutar metinlerimde senin de söylediğin gibi. Resim sanatının olanakları metni derleyip toparlamamıza, farklı kompozisyonlar oluşturmamıza, katmanlar arası geçişlerin düzenlenmesine, renklere, uyuma ve daha pek çok şeye el verir, yardımcı olur.
Ben sizi tam on yıldır okuyan, takip eden biriyim. Otuzlu yaşlarımı aştığım şu günlerde çocuk yaşlarda erken okumaya başlamış biri olarak on yılın çok geç bir başlangıç olduğunu fark ettim. Bunu kendinizle ne kadar ilgili bulursunuz bilmiyorum, ama çok iyi bir yayıneviyle çalışıyor olmak bile bazı yazarların engeli olabiliyor. İlgisizlik mi denir, bütçeden mi kaynaklanır, dağıtım ağına mı sitem edilir bilmiyorum gerçekten. Ama yayımlanan ve bomboş, kifayetsiz denecek kitapların toplumu zehirlercesine ve hatta editörleri bile neredeyse pazarlamacı haline getirdiğini gördükçe sizin ve çok iyi pek çok başka yazarın da yayımcılığını dil ve kültür hizmeti açısından kitaplarınızı basmak zorunda olduklarının farkında olmalarını bilmelerine rağmen neden baskısı biten kitapları zamanında basmıyor ve dağıtımda daha çok okura ulaşma konusunda biraz daha çabalamıyorlar?
"Ağzımla diyeyim de neremle yiyeyim?" bir söz vardır biliyorsun. Yukarıda anlattım, çalıştığım kurumda, benim kitabım ne oldu diye üç sene sormadım. Soramıyorum. Benim işim yazmak. Yazdıklarımı hiç kimse basmasa bile ben yazmayı sürdürürüm. Her metnin ilk okuru yazarın kendisidir; ben de kendim yazar kendim okurum. Elbette her yazar okunmak ister ama bunun için yazarın daha iyi yazmak dışında bir şey yapmaması gerekir diye düşünüyorum.
Ethem Baran bir dil işçisi midir? Dili geliştirmek, ona yeni bir şeyler katma kaygınız ve çabanız olduğunu yakından da gözlemiş bir yazan olarak ticari kaygı ile çıkan kitaplar hakkında ne düşündüğünüzü merak ediyorum? Bu kitapların dili geliştirmediği gibi körelttiği konusunda hemfikir miyiz? Sizin de malumunuz olan söz konusu kitapların edebiyat ve edebiyat tarihine katkısının olması söz konusu mu?
Böyle bir şey mümkün mü? Sabun köpüğü bunlar. Çabuk üretiliyor ve çabuk tüketiliyorlar. Telgraf diliyle ya da günümüz söyleyişiyle kısa mesaj diliyle yazıyorlar. Derdini anlatıyor; tamam da altına, sağına, soluna bakıyorsunuz başka bir şey yok. Hani edebiyat dil ile yapılan sanattı? Dil işçiliğini yazar yapmayacaksa kim yapacak? Bir Tanpınar cümlesini yüz metreden görsem tanırım. Yaşar Kemal daha ağzını açmadan sesini duyarım. O sözünü ettiğin yazarların metinlerinden gençlerin çözeceği testler için paragraf sorusu bile çıkaramazsın.
Sizde en sevdiğim şey bir yazan olarak anlatıcılığınızın yanında bir okur olarak da müthiş bir anlatıcı olmanız. Geçen yıllarda İstanbul Kitap Fuarı’nda anımsar mısınız bilemiyorum ki, anımsarsanız durup size nasıl baktığımı da anımsayacaksınız; buzun yakıcılığından söz eden bir romandan söz ederken, beni hayatımdan koparıp bir anda o kitabın içine savurup atmıştınız. Hani bazı şairlerin bazı şiirleri böyle bir etki yaratır ya, hitabet gücüyle ilgili bir şey bu. Her yazanda da olmayan bir şey doğrusu... Yazan ve anlatan biri olarak hitabınızdaki bu gücün kaynağı nedir? Yazanlar bu konuda ne kadar başarılı bizim edebiyatımızda?
Hitabeti güçlü çok yazar ve şair var; ben de hayranlıkla dinliyorum onları. Beni şaşırttın şu an. Çünkü ben konuşmasını pek beceremem. Ama bir yazarın iyi bir hikâye anlatıcısı olması gerektiğini düşünürüm. Öykülerimde de şöyle ele avuca gelir bir hikâye anlatmayı önemserim. Konuşmaya gelince… Keşke iyi bir konuşmacı olabilseydim. Ama güzel fıkra anlatırım bak…
Hiçbir kuralı olmaksızın disiplin sahibi olamamış bir yazanın etkisiz metinler ortaya koyduğu azımsanmayacak bir gerçek kanımca. Sizin yazarken, bir metnin başına geçerken kendinize de metninize de şekil veren kurallarınız var. Bunlardan biri benim de ne çok uygulamaya çalıştığım, Aslolan metindir, görünmesi gereken odur. Bu benim de sizden öğrendiğim bir kural. Ve kesinlikle benim açımdan metni sağlamlaştıran bir tavsiye. Bu sizin için bir metot mudur? Kendine yazarken metotlar oluşturamayanlar ne yapmalı?
Edebiyatın, yazmanın bir yarış olmadığını düşünüyorum. Yazanın durduğu yere, içinde bulunduğu çevreye, görüp gösterdiklerine ya da gittiği yöne değil, yazdıklarına bakıyorum. Çünkü iyi yazar, onu çevrelediğini düşündüğümüz kabuğun, dış etkenlerin, nitelemelerin, tanımlamaların dışına çıkmayı başarabilmiş, kendi ruhunun derinliklerinde dolaşabilmeyi öğrenmiş yazardır. İyi yazan herkesi alkışlıyorum, iyi eserleri edebiyat için bir kazanç olarak görüyorum. İyi çıkış yapan, iyi bir eser ortaya koyan biri için hissettiğim şey, hasetlik değil, okuyacağım -çünkü her şeyden evvel bir okurum ben- iyi bir kitabın daha var olduğudur. Meraklı, aslında gereğinden fazla meraklı bir okurum ben. Neredeyse çıkan her kitabı merak ediyorum, birilerinin beğendiği kitapları ben de beğenirim sanıyorum ve bunları okumaya çalışıyorum. Sonuçta yazmak için ayırmam gereken zamanları bu tutkumun pençesinde tükettiğimi görünce kendime kızıyorum. Sonra bir bakıyorum ki, yine kitapçıdayım, yine okuyamayacağım kadar çok kitabın arasındayım.
Evet, aslolan metindir, yazarın ortalarda dolanıp durması metni güçlendirmez. Günde 50, hatta 70 sayfa yazdığını söyleyenleri duyunca ya da kısa aralıklarla kerpiç gibi kitaplar çıkaranları görünce, birilerinin okuru hafife aldığını düşünüyorum. Oysa bir yazar, okurun zekâsını dikkate almalıdır her zaman. Ayrıca, bilinenden daha zeki, daha kültürlü okurların olabileceği, hatta olduğu varsayılmalıdır. Tomris Uyar, günlüklerinden birinde, bir yazar, işinin başına otururken, kalemi eline ilk kez alıyormuş gibi acemiliğe kapılmıyorsa niçin yazmak istesin ki, diye sorar. Büyük yazarlar ve iyi yazarlar vardır ama kötü olana yazar denir mi bilmiyorum.
Korsan kitabı basılmış yazar iyi yazardır. Bu konuda çok ciddiyim. Şu açıdan iyi, okunuyordur. Metinlerine talep vardır. Korsan baskısı olan bir kitabınız var bende. Bozkırın Uzak Bahçeleri. İnanır mısınız, bandrolü bile var. Tabii sahte bir bandrol. Belki kızabilirsiniz, ama kitaplarınızın yeterli sayıda ve gereken zamanda basılmadığını düşündüğüm için doğrusu çok da kötü bir yerden bakmıyorum bu duruma. Bu merdiven altı yayıncılığın ortaya çıkardığı bir durum. Sadece korsan kitap değil, alanında pek çok kötü getirisi var merdiven altı yayıncılığın. Yaptığı işi bilmeyen pek çok editörün de oralardan transfer olduğunu biliyoruz. Sizce merdiven altı yayıncılık daha ne kadar kötü olabilir, ne zaman nasıl durdurulacak?
Çok satan kitapların korsanının yapıldığını biliyorum. Ben hiçbir zaman çok satan yazar olmadım (MEB'in bastıklarını bunun dışında tutarak söylüyorum), hatta satan bir yazar olmadım. Kitabımın korsanının çıktığını da şimdi öğreniyorum. Bilmiyordum. Gerçekten çok şaşkınım. Sevgili Feriha, inan ki hiç bilmediğim, çalışmadığım yerden sordun. Korsancılar işin kolayını bulmuşlar; okulları geziyorlar. Söz konusu kitap olduğu için ayrıcalık ve dokunulmazlık sahibi olmuşlar. Öğretmenler odasında masaya yayıyorlar korsan kitapları, öğretmenler kapış kapış alıyor. Bunlar korsan kitap dediğim için adam sinirlendi, milliyetçilikten başladı vatanseverlikten çıktı. Öğretmenler de daha ucuza almanın peşindeydiler. Ne zaman durdurulacak diyorsun, durdurmak isteyen var mı?
Ben kendimi tam olarak bir yazan saymadığım için bu soruya vereceğiniz yanıtı çok daha fazla önemsiyorum. Yazar kime denir? Editörler dil bilmeli midir? Yayınevleri tashihçileri (musahhihleri) resmi bir iş kolu olarak bünyelerinde himaye etmeliler mi? Şu anki edebiyat camiasında bu üç eylemci sizce yaptıkları işlere ne kadar hâkimler?
Editörlerin dil bilmesi konusuna ben şöyle bakıyorum: Dil bilen (yabancı dilden söz ediyorsan) editörler dilimize çevrilmemiş eserlere de bakıp yayın programını hazırlayabilirler; dünyada neler yazılıyor bundan haberdardırlar. Ama bu ülkede üretilen bir edebiyat da var. Bunu değerlendirmek için yabancı dile gerek olmadığını düşünüyorum. Yani bazı editörler dışarı, bazıları içeri bakabilir.
Dil derken amacın kendi dilimiz ise elbette, aksini düşünmek imkânsız. Bakanlıkta, yayıncılık yaptığım yıllarda tashih konusunda çok deneyimim oldu. O yıllarda, gelen metinler dizgiciye gönderiliyordu, o yüzden dizgiler kontrol edilmek zorundaydı ama günümüzde herkes kendi yazıp gönderiyor. İş yazarda başlıyor aslında.
Bir yazar metnini herhangi bir yere göndermeden önce defalarca gözden geçirmeli, hatta bir başkasına sesli olarak okuyup/okutup satır satır, kelime kelime takip etmeli/ettirmelidir. Bir yazar ya da yazar adayı, metni nasıl olsa birileri tashih eder diye düşünmemelidir bana göre. Karşıdaki de bilmiyorsa ya da onun da gözünden kaçarsa ne olacak? Bana göre musahhih çalıştırmaya gerek yok, herkes yaptığı işe saygı duyacak, bir yere bir metin gönderiyorsa kelimeleri doğru yazıp yazmadığına dikkat edecek. Doğru yazmayı, yazım kurallarını bilmiyorsa okumuyor demektir. O okumuyorsa biz onun yazdıklarını niye okuyalım?
Kimse kusura bakmasın, ama türcü, ırkçı, cinsiyetçilik karşıtı olup da bütün bunları bir seferde içine alan, her şeyden önce kendiyle çelişen metinler ve yazarlar var. Kitaplarınızın hiçbirinde duyarsız ve apolitik ya da antifeminist bir yaklaşımı bağıran bir yanıyla görmediğim gibi susturulmuş bir biçimde de görmedim. Bu manada burada profesyonel bir yaklaşımın söz konusu olduğunu düşünüyorum. Sema Kaygusuz’un Taşkınlık metni alır götürür sözünü de hatırlatarak; Bulut Bulut Üstüne’de bile ne politik ne de sosyolojik açıdan bu taşkınlık söz konusu olmamıştı. Sizin için bir yazarın bu konuları ele alma biçimi nasıl olmalı? Yazarken taşkınlık mı daha etkili yoksa coşkulu olmak mı?
Coşku iyidir tabii. Ama kararında olmak kaydıyla. Sosyolojik olarak belli bir çizgiyi tutturduğumu düşünüyorum ama politik olarak inan ki çok zorlanıyorum. Hep yutkunmak zorunda kalıyorum. Çünkü metin onu gerektiriyor, öyle olması gerekiyor. Yani elimi cebime sokup işaret parmağımla bir yerleri işaret etmeye çalışıyorum. Bana göre doğrusu da budur zaten. Ele aldığım konular, çizdiğim karakterler söz konusu olduğunda kadın-erkek dengesine ilişkin birtakım soruların akla geldiğini biliyorum. Ben bir gerçekliğe dikkat çekiyorum, olanı gösteriyorum, olması gerekeni değil.
Genç yazanları takip eder misiniz? Sizi etkileyen genç yazanlar kimlerdir? Geleceğin üç önemli yazarını sorsalar sizin listenizdeki o üç kişi kim olurdu?
Gençleri takip ediyorum, özellikle öykü kitaplarını kaçırmamaya çalışıyorum. İlgiyle takip ettiklerim arasında ilk aklıma gelenleri söyleyeyim: Abdullah Ataşçı, Beşir Sevim, Eyüp Tosun, Murat Çelik, Mesut Varlık, Ayfer Feriha Nujen, Polat Özlüoğlu, Türker Ayyıldız, Mehmet Fırat Pürselim, Hatice Kocabay, Şenay Eroğlu Aksoy, Engin Türkgeldi, Mustafa Orman, Mehmet Fatih Özbey, Serkan Gezmen, Devrim Horlu…
Geleceğin üç yazarını söylemeyeyim en iyisi. Bir kere sayıyı üçe düşürmekte çok zorlanırım, bir de bugünden yarına çok şey değişir.