"Okurların yazar seçmek gibi bir şansları var; oysa biz yazarlar okurumuzu seçmek gibi bir lükse sahip değiliz"
Attila Şenkon; bir mimar olarak çizgilerle neyi nasıl kuruyorsa, bir yazar olarak da sözcüklerle benzer bir inşa alanında dilin ve toplumda olması gereken hassasiyetlerin savunmasını yapıyor yazan biri olarak. Çocuk Edebiyatı'ndan modern, çağdaş Türk Edebiyatına sessizce kalıcı bir şekil veriyor. Kendi masalsı üslubuyla gerçekte hayattın acımasızlığından sözler ederek.
Çocukluktan yetişkinliğe, Cumartesi Anneleri'nin yalnızlığından Gezi Direnişi'ne haklı olmanın zalimliğiyle değil, nazik olmakla yapıcı ve ısrarlı bir yaklaşımıyla yakın tarihimize ve bizim edebiyatımıza ve bizim gündemimize dair söyleştik.
Fotoğraf: Neslihan Karayakaylar Tamyaman
"Türkiye'de çocuk kitaplarında denetimli bir üretim ne yazık ki yok; raflar dili bozuk, iletisi çarpık kitaplarla dolu"
- A. F. Nujen: Bir yazan için elbette ki her türde yazmak olası, fakat dünya ve Türk Edebiyatı'nda bana zorlayıcı gelen iki bağımsız tür var. Bu iki tür de neyi nasıl aktardığı konusunda stabil olmakla büyük önem taşır. Biri elbette ki Çeviri Edebiyatı. Zor ve zahmetlidir. Fakat ondan daha zoru yine bağımsız bir tür olarak Çocuk Edebiyatı. Geveze Kitap, Geveze Kitap Tatilde sizin de bu türden kitaplarınız. Bir seri olması bakımından da ayrıca önemli. Yetişkinlerle her şey konuşulur sanırız. Aslında konuşulmaz. Fakat çok net bir biçimde çocuklara her şey anlatılmaz, bunu biliriz. Çünkü herkes çocuk kitabı yazamaz. Bu bağlamda sizin çocuk kitaplarına yaklaşımınız nedir? Çocuk Edebiyatı'nda kontrollü bir üretimden söz edebilir miyiz? Bu kontrol yazanın mı, yoksa yayımcının mı irade-i hükmü altında? Çocuk Edebiyatı'nda nelere çok daha fazla dikkat edilmeli? Geveze Kitap serisi devam edecek mi?
A. Şenkon: Çocuklara yazmanın sorumluluğu gerçekten büyük. Çocuk kitapları yayıma hazırlanırken editörün yanı sıra bir pedagogun da dosyayı okuyarak yazarı yönlendirmesi, uyarması gerektiğini düşünüyorum. Türkiye'de çocuk kitaplarında denetimli bir üretim ne yazık ki yok. Raflar dili bozuk, iletisi çarpık kitaplarla dolu. Yazar ve yayımcının bu özensizliği karşısında görev anne babalara, çocuklara kitap alacak yetişkinlere düşüyor. Çocuk kitabı yazmaya yazarlığımın yirminci yılında, kendim de bir çocuk yetiştirdikten sonra cesaret edebildim. Çocuklar Geveze Kitap'ı çok sevdiler. Okullardaki söyleşiler ve imza günlerinde devamını istediklerini duyunca kırmadım onları, macera Geveze Kitap Tatilde ile sürdü. Dizinin üçüncü kitabı Geveze Kitap Ünlü Oluyor epeyce yol aldı, ancak ne zaman okura ulaşacağı konusunda fikrim yok.
"Bir cümleyi, artık daha iyisini kuramayacağıma inanana kadar bozup baştan kurarım"
- A. F. Nujen: Yazanlar çoğunlukla türler arası geçişlerde bir çeşit sapma, gelip geçici de olsa bir kaos yaşar. Farklı türlerde eserler vermiş olmasına rağmen sabit yazanlarda bunu çokça görüyoruz. Ve bu geçişler esnasında aldıkları hasar dili kullanma biçimlerine de yansıyor. Burada okuru boğabilecek gereksiz metinsel yoğunluktan bir anlatıcı olarak siz nasıl uzak duruyorsunuz?
A. Şenkon: Dil konusunda çok titizim ve onun hasar görmesine asla izin vermem. Bir cümleyi, artık daha iyisini kuramayacağıma inanana kadar bozup baştan kurarım. Yazdıklarına benim kadar kıyabilen başka yazar var mı bilmiyorum? Gereksiz bir sözcüğün hatta noktalama işaretinin bile metnimde yeri yoktur. Sözü fazla uzatmadan, lafı dolandırmadan söylemeyi severim. Yazarken de yaşarken de az ve özden yanayım.
"Okurların yazar seçmek gibi bir şansları var; oysa biz yazarlar okurumuzu seçmek gibi bir lükse sahip değiliz"
- A. F. Nujen: Bir yazarı takip edenlerin bilinçli bir okur olarak dikkat ettiği şeylerden biri elbette ki o yazara ait diğer kitaplar arasındaki metinsel bağlar. Kendini tekrar eden pek çok popüler yazarımız var. Burada bu yazarların okunup anlaşılmadıkları gerçeğini de görmek gerek. Böylece bu kitleyi çevrelerinde tutabilmek için zamanla neyi nasıl anlattıklarını kendileri de bilmez hale geliyorlar. Anlaşılmadan okunuyor olmak yazara bir şey katar mı? Bu okurla yazan arasında nasıl bir bağ oluşturur? Fanatik bir kitle yaratmak bakımından yazarın dil ve kültürü geliştirme sorumluluğu böyle bir durumda ne gibi sorunlar yaratır, daha önemlisi toplumun yönünü neye çevirir?
A. Şenkon: Okurların yazar seçmek gibi bir şansları var. Oysa biz yazarlar okurumuzu seçmek gibi bir lükse sahip değiliz. Bugüne değin yayımlanmış kitaplarımın hiçbirini okuru hedefleyerek yazmadım. Sanat, "nabza göre şerbet vermek" olmamalı. Otuz yıl içinde edindiğim okurlarıma karşı bir sorumluluğum var. Onları yanıltmak istemem. Birbirimizi anlıyoruz, birlikte olmaktan mutluyuz.
"'Hayat nedir?' sorusuna kendimce yanıt aradığım bir romandır"
- A. F. Nujen: Gökkuşağına İki Bilet kitabında, Hayat dediğin hatırlamak diyorsunuz. Yazan biri olarak metinlerdeki davranış biçimi ve davranışlara en çabuk sirayet eden bu ve benzer kavramlarla metne şekil vermenizin özel bir anlamı var mı? Bu bir yaklaşımsa eğer bu biçimde bir dil kullanarak topluma bir öğreti aşıladığınızı düşünebilir miyiz? Nedir sizin yazarken şiar edindiğiniz öğreti?
A. Şenkon: Her öykünün, her romanın mutlaka bir çıkış noktası vardır kuşkusuz. Gökkuşağına İki Bilet Ziya Bey, Işık ve Nur üzerinden yaşamı sorguladığım, "Hayat nedir?" sorusuna kendimce yanıt aradığım bir romandır. Topluma öğreti aşılamak gibi bir düşüncem olmadı hiç. Edebiyatta didaktik anlatımı sevmem. Yazdığım öykü ve romanlarda bundan özellikle uzak durmaya çalışırım
"Cumartesi Anneleri'ni anlattığım Telef'i yazarken kalemi bırakıp hüngür hüngür ağladığım zamanlar oldu"
- A. F. Nujen: Çok trajik bir durumu ifade ederken bile coşkulu bir anlatıcı olmayı içeriğe kapılmadan nasıl başarıyorsunuz? Yazan biri olarak metninizle aranızdaki mesafeyi korurken kendinize kurallar koyuyor musunuz?
A. Şenkon: Satırlarıma, yazma aşkından yansıyan genel bir coşkuyu kastediyorsunuz sanırım. Yoksa hüzünlü bir konuyu işlerken kendimi içeriğe kaptırmamam mümkün değil. Söz gelimi Cumartesi Anneleri'ni anlattığım Telef'i yazarken kalemi bırakıp hüngür hüngür ağladığım zamanlar oldu. Metnimle arama ne mesafe ne de kural koyarım. Birbirini koşulsuz seven iki yakın dostuz biz.
- A. F. Nujen: Telef sevgi ile baskı arasında bir çeşit ağıt olarak ses ve dirilik kazanmış bir roman. İnsan sorumluluktur diyen Gülten Akın'ın bir başka dizesini hatırlatıyor bana, Cumartesi yalnızlığı. Sizin kendi ifadenizle Telef nasıl bir roman, insanı bir değirmen gibi önüne katan iktidarların ve zamanın söylettiği bir ağıt mıdır?
A. Şenkon: Telef, gözaltında göz göre göre kaybedilenlere ve onları arayan yakınlarına yakılmış bir ağıt roman. Canından ümit kestiği oğlunun, kardeşinin, kocasının kemiklerini bulma derdindeki insanların acısını anlatırken, konuya politik ya da etnik değil, tamamen edebi açıdan yaklaştım. Yıllardır sürdürdükleri onurlu direnişlerine bir nebze katkım olduysa ne mutlu bana.
"Öykü ve romanlarımda çaktığım kıvılcımların yangına dönüştürülmesini okura bırakmayı seviyorum"
- A. F. Nujen: Bir mimar ve alanında bir eğitmen olarak bir şeyi kurmak, tasarlamak yazmak olayında da benzer bir eylem mi? Görünür olmaktan pek hoşlanmadığınızı düşünüyorum. Metinlerinizi de insanların gözüne kulağına sokmuyorsunuz ayrıca. Bu görünür olmakla ilgili bir kaygı mı, peki neden? Popüler kültürün acımasız hızına karşı bir savunma mı yoksa?
A. Şenkon: Tasarım süreci birbirine çok benziyor. Mimarlıkta da edebiyatta da kafanızda yarattığınız bir düşü olgunlaştıktan sonra kâğıda aktararak karşınızdakilere sunuyorsunuz. Birinin malzemesi çizgiler, diğerininki ise sözcükler; aradaki tek fark bu. Yaptıklarımı göstermek yerine onların görülmesini beklemeyi seçmiş biriyim. Öykü ve romanlarımda çaktığım kıvılcımların yangına dönüştürülmesini okura bırakmayı seviyorum.
"İyilerin mutlaka kazanacağı bir dünyaya olan inancımı yitirmediğim sürece de bu yaklaşımımdan vazgeçmeyeceğim"
- A. F. Nujen: Her Gün Perşembe Olsa, çok masalsı bir anlatım içeriyor. Bu masalsı yaklaşım metinlerinizin çoğuna hâkim bir dil biçimi. Bugünlerde otuzuncu yaşına giren bu kitabın yeni baskılarını İletişim Yayınları okurla buluşturuyor. Kitaptan muhtevası bakımında söz etmeden evvel şu an baskısı olmayan öykü kitaplarınızla da ilgili yeni baskı çalışmaları olacak mı? Ve tabii ki o ilk sorulması gereken soruya dönüyorum, Her Gün Perşembe Olsa ne olurdu?
A. Şenkon: Sondan başlayarak yanıtlayayım. Haftanın her günü perşembe olsaydı, öykü kişisi küçük Gülnaz eminim çok sevinirdi. Haklısınız, metinlerimde masalsı bir yaklaşım var. İyilerin mutlaka kazanacağı bir dünyaya olan inancımı yitirmediğim sürece de bu yaklaşımımdan vazgeçmeyeceğim. Baskısı tükenen eski öykü kitaplarım zaman içinde İletişim Yayınları tarafından okurla buluşturulacaktır.
- A. F. Nujen: İyi bir anlatıcının ne kadar iyi olduğunu anlattığı olayı metne geçirdiğinde görürüz. Konuştuğu dili iyi biliyor mu, dilin yapısına hâkim mi? Grameri ve imlayı tanıyor mu? Bütün bunları bilmesi kesinlikle ‘yazar' olarak tanımlanması bakımında gerekli, değil mi? Yeni nesil yayıncılıkta sanırım buna pek dikkat edilmiyor. Özellikle genç yazanlar dilin gereklerini yazım, gramer ve imla gibi işleri editörlere bırakıyor, editörler redaktörlere. Sonuçta bu bir kısır döngü olarak yazarın hatalarını düzeltecek kadar eğitim ya da meslek bilgisi olmadığı için ilk haliyle baskıya giden kitaplar olarak karşımıza çıkıyor. Böyle bir meslek gayri ahlakı yaygınlık kazanıyor öte yandan. Sizce edebiyatımız açısından durdurulması gereken bir durum değil mi? Bu yayınevlerinin o çok meşhur kurulları bu konuda ne iş yapıyorlar sizce?
A. Şenkon: Her koyun kendi bacağından asılır. Yazar özensiz bir metnin altına imzasını atmayı kendine yakıştırıyor, yayıncı da dili bozuk bu baştan savma metinleri olduğu gibi basmaya utanmıyorsa bunun bedelini yazının kalıcılığı karşısında iki taraf da er geç öder.
"Pandemi sürecindeki zorunluluk dışında otuz yıldır yazarken hiç eve kapanmadım"
- A. F. Nujen: Yazan bir insanın yalnızca kendine ait bir odası bir masası olmalı elbette. Siz kendinize ait bu alanda yazamaya hazırlanırken hangi aşamalardan geçersiniz? Yazan biri olmanın kaideleri de vardır mutlaka herkesin nev-i şahsına münhasır. Siz yazarken kapananlardan mısınız? Kapandığınız yazma alanından biraz söz eder misiniz?
A. Şenkon: Pandemi sürecindeki zorunluluk dışında otuz yıldır yazarken hiç eve kapanmadım. Tam tersine, yazarken hayatın içinde, insanlarla yan yana olmayı severim. Kendime ait bir çalışma odam var elbette. Üç duvarı kitaplıkla çevrili bu odanın ortasındaki masada, yazdığım metnin ruhuna uygun müzikler dinleyerek çalışmayı severim. Yalan Satıcısı'nı yazarken durmadan Nilüfer şarkıları dinlemiştim, yeni tamamladığım romanda ise bana Kimseye Etmem Şikâyet şarkısıyla Müzeyyen Senar eşlik etti.
- A. F. Nujen: Yalan Satıcısı kitabınız okumayı gerçekten bilen biri için yazma konusunda sırlar taşıyor. Öte yandan yazma konusunda kendi kurgusunu da ortaya koyarak yazanlara göndermeler yapan bir nitelik taşıdığını söylemek doğru olur mu?
A. Şenkon: Kalbinde Gezi Direnişi yer alan Yalan Satıcısı, yazarın da doğrudan metne katıldığı çok katmanlı bir roman. Sır taşımaktan çok, içinde sürprizler barındıran, farklı okumalara açık bir kurgusu olduğunu düşünüyorum. Yalan Satıcısı'nı büyük bir keyifle, eğlenerek yazdım. Dilerim aynı tadı okurlar da alır.
- A. F. Nujen: Bir ilk başlatıcı olarak sizi yazamaya iten okuduğunuz ilk kitap ve buna paralel olarak yazdığınız ilk ciddi metin ne oldu?
A. Şenkon: Beni derinden etkileyen ilk kitap, Olmayan Ülke'de hiç büyümeden yaşayan bir çocuğun serüvenlerinin anlatıldığı Peter Pan'dır. Yıllar sonra yazdığım ve ilk kitabım Her Gün Perşembe Olsa'da yer alan Yeter Pan adlı öyküyü James M. Barrie'nin bu muhteşem kitabına borçluyum.
"Okulu olmayan, diploma alınamayan bir meslek yazarlık"
- A. F. Nujen: Bir müzisyen için kulak neyse, yazan biri için de bilinci geliştiren göz de odur sanırım. Bu her ne kadar müzik konusunda Bethowen'ı, yazmak konusunda da Ebu'l Âlâ el-Maarrî'yi kapsamasa da gözlemlemek ve duymak seslerin vücut bulduğu yazmak konusunda sizi de kapsar sanırım. Kısacası yazmak için eğitim, tecrübe ve gözlemci olmak sizin için de önemli midir?
A. Şenkon: Gözlem ve duygudaşlık kurma (empati) bu işin olmazsa olmazı. Yazmaya istekli kişinin bütün duyuları sonuna kadar açık olmalı; gözleri kamera, kulakları ses kayıt cihazı gibi çalışmalıdır. Okulu olmayan, diploma alınamayan bir meslek yazarlık. Herkes ancak kendi oluşturduğu okulunda eğitim görür. Bunun için de doğru ustalar seçip titiz okumalar yapması ve hiç durmadan disiplinli bir şekilde yazması gerekir.
"Yazmaya gönül vermiş herkesin yolu açık, okuru bol olsun"
- A. F. Nujen: Genç yazanlar konusunda çok memnun bir yazan olmasam da, genç yazanları çok fazla önemsiyorum. Sizin için gelecek vaat eden genç yazanlar var mı? Sizin için gelecek vaat eden üç genç yazan ismi sorsam, o isimler kimler olurdu?
A. Şenkon: Ustalar söz konusu olduğunda kimilerinin adını anmayı unutarak utanmaktan, genç arkadaşlar hakkında ise yanılmaktan korktuğum için bu tür soruları yanıtlamaktan kaçınıyorum. Yazmaya gönül vermiş herkesin yolu açık, okuru bol olsun.
- A. F. Nujen: Sorularımı yanıtladığınız için teşekkür ederim. Yakanızdaki çiçek düşmesin.
A. Şenkon: Kitaplarıma gösterdiğiniz ilgi ve sevgi için ben teşekkür ederim.
Fotoğraf: Neslihan Karayakaylar Tamyaman