'Katabolik kapitalizmin hünerleri bütün bunlar, değil mi' dedi birdenbire. Sorudan öte sanki bir onaylama bekler gibiydi. Mart ayının son günleriydi ve güneş sıcak yüzünü göstermeye başlamıştı. Gün kutlamaya değer bir gündü. Şangay halkı birer ikişer yavaş yavaş, kışın karanlık aylarında zoraki bir şekilde kapandıkları apartmanlarından çıkmış, güneşin aydınlığına vermişlerdi kendilerini. Hayat karanlık odalarda son bulmamıştı. Karanlık odaları dolduran hiç birisi cevaplandırılmamış sorular, güneşin baharı muştulayan yüzüyle umuda dönüşmüştü. Umut neydi ki, her şeye rağmen hayatın devam ettiğini görmekten başka?
Ocak ayının ortalarında ansızın Wuhan şehrinde başlayan ve tüm Çin şehirlerini kasıp kavuran Covid 19 salgını birkaç gün önce şimdilik son bulmuştu. Çin hükümetinin açıklamalarına göre Wuhan'da ilk defa iki haftadır virüs hiç kimseye bulaşmamıştı. Ama yine de ne olur olmaz endişesiyle şehir halkı iki hafta daha ev hapsinde tutulmuş ve bugünden itibaren 'artık dışarı çıkabilirsiniz' denilmişti. Wuhan halkı nereden çıktığı iyice belirsizleşmiş bir virüs yüzünden kendilerinin çok büyük bir bedel ödediklerini düşünüyorlardı. Öfkeliydiler çok öfkeliydiler. Daha geçenlerde, karantina altındaki şehre gelen ve halka virüsün yavaş yavaş kontrol altına alındığını ve şehir halkının partiye teşekkür borçlu olduğunu söyleyen sağlık bakanını, pencerelerinden uzanıp 'yalan, yalan, yalan bunlar...' diye bağırıp yuhalamışlardı. İki buçuk ay boyunca karanlıkta bırakılmışlardı. Kimileri apartmanlarından yaka paça yakalanıp, virüslü oldukları gerekçesiyle hastanelere götürülmüşler, kimilerinin kapılarının üstüne dışarı çıkmamaları için elektronik kilit takılmıştı. Kimileri kafalarındaki soruları seslendirdikleri için bilinmez yerlere kaybolmuşlardı. Top yekun suçlu durumuna düşmüşlerdi ve suçlarının ne olduğu konusunda zerre kadar fikirleri yoktu. Virüs denilmişti, virüs var. Herkes ama herkes virüs taşıyıcısı olabilir. Sonra ne olduysa oldu, günler ve haftalar sonra virüs kontrol altına alındı denildi. Sadece Wuhan'da değil, Çin'in tüm şehirlerinde virüs vakası sıfıra düşmüştü, birdenbire. Otoritelerin açıklamalarına göre yeni virüsler, şimdi dışarıdan gelmeye başlamıştı. Aklı salim olanlar bunu hükümetin virüsü bastırmak için halkına uyguladığı zalim davranışları, unutturmaya yönelik pozitif bir propaganda olduğunu düşünüyorlardı. Temkinlilerdi. Ne varki bu propaganda gündelik hayatın içinde yerini almaya başlamıştı. Yerli halka getirilen olağan dışı kontrollerin üstüne bir de yabancılara uygulanan ekstra uygulamalar başlamıştı.
Karanlıkta bırakılan sadece Çin halkı değildi. İki buçuk ay içinde sözüm ona Wuhan'da peydahlanan virüs amok koşucuları gibi dünyanın dört bir köşesine dağılmış hastalıktan daha fenası, insana sağ duyusunu kaybettiren, panik ve korkuyu bulaştırmıştı her yere. Panik ve korku ise, Covid 19 gibi elini sabunla yıkamakla, kendini eve kapatmakla uzak kalınabilecek bir şey de değildi. Tam da bugünler için sığındığımız, güvendiğimiz hükümetler, korku ve panik içindeki topluluklardan da vahim durumdaydılar. Halkları doğru bilgilendirmekten öte, tam otokratik olanları insanları çiftlik hayvanları gibi evlerine kapatmışlar, soru soranları ya da bu tutumu eleştirenleri susturmuşlardı. Toplulukların doğru bilgi edinme hakkı sırra kadem basmıştı. Son yıllarda insanların yalnızlaştırıldığı yeterli değilmiş gibi bir de sosyal yalnızlaşma terimi literature girmişti.
Batı kapitalizminin sözde gelişmiş ülkelerinin başında gelen Amerikanın özelleştirilmiş sağlık sistemleri spekülasyona uğramış bir virüsün ağırlığıyla dumura uğramış, İngiltere hükümetinin parça parça satıp özelleştirmek istediği ulusal sağlık sistemi (NHS) ise halkın tek güvendiği kurum haline gelmişti. Diğerleri ise dünya nüfusunun yüzde kaçının Covid 19'a yakalanıp, yüzde kaçının öleceği konusunda bahis yapmaya başlamışlardı? Dünya borsaları, lale devrindeki lale manyaklığının borsaları alt üst etmesi gibi, Covid-19'un dünya politikasını, halkları, ekonomiyi ve sosyal hayatı nasıl yönlendiriyor olduğuna endekslemişlerdi kendilerini. Bazıları şimdiden dönüşüm aşamasında olan sistemden doğmaya başlamışlardı.
Halkların trajedileri üstüne yükselen ve sadece kar amacı güden felaket kapitalizmini duymuştum ama katabolik kapitalizmi ilk kez duyuyordum. Ellie, son iki ay boyunca Şangay'ın merkezindeki küçücük apartmanında kendini derin okumalara vermişti. Neden sistemlerin doğal ya da doğal olmayan felaketlere ihtiyacı vardı? Niye bu felaketler zaten zengin olan ve gücü elinde tutan bir takım gruplar için kullanılıyordu? Halkların felaketler sırasında ya da sonrasında karar verme ve yaptırım gücü var mıydı? Bilinmez bir virüse yakalanıp ölüp gideceği korkusu yaşayan ya da olup bitenlerin şaşkınlığıyla donup kalan ama bir taraftan da olup bitenleri anlamaya çalışan binlercesi gibi Ellie'de içinde yaşadığımız sistemin kendini nasıl bir şeye dönüştürdüğünü anlamaya çalışıyordu. 'Kendini yiyip bitiren bir sistem mi demek istiyorsun' dedim ağzımdan çıkanları ölçüp biçerek. Haftalardır evde tek başına kalması ve binlerce soruyu kafasında çözmeye çalışması onu iyice asabileştirmişti. 'Keşke kendini yiyip bitirse, önce hepimizi yiyip bitirecek' dedi hırçın bir şekilde kafasını sallayarak. Ellie bugün benimle buluşmak için Şangay'ın eski Fransız mahallesindeki küçücük evinden çıkıp benim mahalleme gelmişti. Mahalleye girmesi için, pasaport kontrolünden geçmesi, ateşinin ölçülmesi, telefon numarasının kaydedilmesi, adresinin alınması ve yüz tanımlama kamerasından geçmesi gerekiyordu. Bütün bunların üstüne, Ellie'nin siyahi bir kadın olması mahalledeki bekçilerin ve komşuların 'mahallede yabancı var, hastalık geliyor kendinizi koruyun' psikolojisi içine girmesine neden olmuştu.
'Şunlara bak, iki gün önceki propagandayla virüsün burada peydahlandığını unuttular, bize hastalık saçıyor muamelesi yapmaya başladılar. İnsanda hafıza diye bir şeyin olmadığını düşünüyorum artık. Propagandayla çoğunluklara en imkansız şeyleri yutturabiliyor içinde yaşadığımız sistem...' dedi yüksek sesle, sanki çevremizdekiler onu anlayacakmış gibi.
Bir an önce onu kalabalıktan uzaklaştırmak için, kolundan tutup çekiştirdim. Doğruyu söylemek gerekirse komşularla ve bekçilerle aramın açılması en son istediğim bir şeydi. Libya'da, Malezya'da ve Çin'de yaşamak, bana her zaman alçak gönüllü kalmanın ve en yakınımdaki insanlara aşina olmanın, özellikle kriz dönemlerinde hayat damarımız olduğunu öğretmişti. Bu da Covid-19 sırasında otoritelerin topluluklara zorla kabul ettirmeye çalıştırdıkları sosyal uzaklaşmanın en zıddı ve en insani olanıydı.
Ellie haklıydı. Günümüzün yer altı, yer üstü demeden dünya rezervlerini hallaç pamuğu gibi altını üstüne getiren, içinde yaşayıp, kullanıldığımız ve şahitlik ettiğimiz, insanlık tarihinin en aşırı serbest ekonomisi, bazılarının felaket kapitalizmi (Naomi Klein), bazılarının Katabolik kapitalizm diye isimlendirdikleri, hayatımızı, doğal ve doğal olmayan felaketleri kendi çıkarına kullanarak değiştiren sistemin yaratıcılarından, Şikago okulundan çıkma ekonomist Milton Freidman tarafından birkaç cümleyle yıllar öncesinde tanımlanmıştı. 'Sadece gerçek ya da gerçek gibi algılanan bir felaket, gerçek değişimi yaratır. Felaketler sırasında ortaya saçılan düşüncelerdir, sistem deşikliğine neden olan'. Peki kimler tarafından saçılıyordu bu düşünceler? Tabii ki, Fabrika depolarında çalışan ve kriz dönemlerinde istihdam edemiyoruz diye, işsiz ve sağlık sigortasız bırakılan bırakılan milyonlarca işçinin, adaletli ve eşit bir dünyaya yönelik ayaklar altında ezilen düşünceleri değildi bunlar.
Geçenlerdeki bir röportajında, Şok Doktrini; Felaket Kapitalizminin Yükselişi'nin yazarı Naomi Klein, Covid-19 krizinin aynen daha önceki krizler gibi dünyanın içinde bulunduğu kırılganlığın en büyük sorumlusu olan toplumların en zengin kesimi için fırsat olabileceğini söyledi. Dünyada Covid-19 salgını dalga dalga yayılırken, yeryüzünün en büyük kirleticileri olan bazı holdingler (havacılık şirketleri, gaz ve petrol şirketleri, gemicilik şirketleri vb...) şimdiden hükümetlerden hasatlarını toplamak için girişimlerine başlamışlardı. Trump birkaç gün önce özel sağlık sigortası firmalarının yöneticileriyle görüşeceğini söylemişti. Klein'e göre felaket zamanlarında, normalde imkansız gibi görünen düşünceler birdenbire doğal bir hale geliyordu. Bu felaketler bazen felaket kapitalistlerinin istediği gibi gitmeyebiliyordu. 1930'lardaki global finansal çöküşten sonra Amerika'nın başkanı Franklin Roosevelt'in ve dünyanın diğer ülkelerinin önderliğinde geliştirilmeye başlanan 'new deal-yeni anlaşma' dünyanın neresinde olursa olsun, her ailenin uygun bir ev ve yetkin bir sağlık sigortası edinme hakkı ve felaket dönemlerinde halkları destekleyecek sosyal sigorta hakları gibi, dünya halklarının refahını geliştirecek bir projeydi.
Ne yazık ki 1970'li yıllarda Güney Amerika'nın faşist diktatörlükleriyle uygulamaya geçen ve son kırk yılda dünyanın tüm ülkelerini hegemonyası altına alan Milton Freidman'ın sözümona 'serbest ekonomi'si, ama gerçekte sadece ve sadece küçük bir grubun dünya rezervlerini silip süpürmesine dayalı sistem, 'yeni anlaşmayı' ezip geçmiş, teknoloji ve bilimi de kendi hizmetinde kullanarak yepyeni bir ivmeye ulaşmış ve bugüne kadar gelmişti. Gelmişti gelmesine ama iyi zamanlarında 'sosyal devletler' olmamalı diye çığıran holdingler şimdi milyonlarcasının sosyal sigortasına göz dikmişti ve ulusal hükümetlerin kendilerini kurtarmalarını bekliyordu. Bugünden sonrası ne olacaktı? Covid-19'un getirdiği ekonomik ve sosyal çalkalanma dünya halklarına hak ettikleri, sosyal devlet anlayışını getirebilecek miydi?
Bugün günlerden ne? diye sordu Ellie. Salı diye cevapladım dalgınca. Bahçede, pembe beyaz çiçekleriyle baharı getirmiş olan kiraz ağaçlarının altındaydık. İkimiz de gözlerimizi hayatımızda ilk defa fark etmiş gibi kiraz çiçeklerine diktik. Büyüleyici güzelliği ve kısacık yaşamlarıyla, hayatın sürekli bir şekilde geçiciliğini simgeleyen kiraz çiçekleriydi o anda tek gerçek olan. Bir sonraki anda her şey ama her şey değişecekti.