Geç kalmışlık hissiyle panik içinde yataktan fırladı, perdeyi açıp dışarıya baktı. Sanki dışarıda akıp giden hayat geç kalmışlığını onaylayacakmış gibi. Yatak odasının penceresi aralarında sadece otuz kırk metre olan birbirlerinin aynısı olan sıra sıra dizilmiş, kendisinin de içinde oturduğu kişiliksiz binalara bakıyordu. Gözlerinin değdiği yerlerde ise sıra sıra park etmiş arabalardan üstüne gök yarılmışçasına yağan yağmurdan başka bir şey yoktu. Bir süre orada pencerenin önünde bir heykel gibi dikilip nerede ve niye orada olduğunu anımsamaya çalıştı. Bu, birkaç yıl önce geliştirdiği bir alışkanlıktı. Nerede olduğunu kavramaya çalışmak; sanki uykusunda birilerinin onu bulunduğu yerden başka bir yere taşıdığından ya da taşımadığından emin olmak ister gibi. İçinde yaşadığı kişiliksiz binanın ikizi olan karşıdaki evlerden kendisini fark eden birinin gözüyle nasıl görünüyordu acaba düşüncesi geçti zihninden. Yirmi bir katlı, kırmızı briketten yan yana sanki bir bilgisayar oyununda kurgulanmışçasına kondurulmuş olan yirmi otuz kadar binalardan birinin on birinci katındaki penceresinden bir heykel gibi uzanan silüet. Heykel yavaşça sağ elini alnına götürdü, penceresinin en soluna eğildi sağına doğru baktı. Sonra ne yapacağını bilememenin kararsızlığı içinde pencereden yavaşça kayboldu.
Bugün her zaman yaşadığı olağan günlerden biri değildi. Öyle olsaydı bu saatte evde değil, başka bir şehirde hayatında daha önce hiç karşılaşmamış olduğu ve sonrasında da karşılaşma olasılığının sıfır olduğu, yaşının yarısına bile gelmeyen Çinli gençlerle onlara Batı ülkelerinin üniversitelere giriş olasılığı verecek olan on beş dakikalık banal zoraki görüşmeleri yapıyor olacaktı.
Evde olmasının nedeni Çin’in yeni fare senesine girmesinin şenlikleri de değildi. Yeni yıl tatilinde bir milyar Çinlinin aynı anda hareket edip tatile çıkacağını bildiğinden bu süre içerisinde Çin içinde yolculuğa çıkmamaya günler öncesinden karar vermişti. Şu anki durumu ise aklına hiç gelmeyen bir şeydi. Çinliler tatile gitmekten ziyade çoluk çocuk evlerine kapanmışlardı. Çin’in milyonlarca insanıyla birlikte kendisinin de ev hapsine mahsur kalacağı birkaç hafta öncesine kadar ara sıra geliştirdiği sürreal düşüncelerden başka bir şey değildi.
Oysa her şey aralık ayının son haftasında başlamıştı. İş için ara sıra gittiği Çin’in hava kirliliğinin en yoğun olarak hissedildiği, günümüzün trendine uygun olarak teknolojik olarak son yıllarda oldukça gelişmiş, uluslararası teknoloji firmalarının fabrikalarının bulunduğu, Şangay’dan yaklaşık bin kilometre uzaklıkta olan Wuhan şehrine bu kez başka bir iş arkadaşı gidiyordu. "Kahretsin" diye başladı Adam "bu hafta Wuhan’a gönderdiler beni."
"Eee, ne var bunda" diye cevapladı cahilce. Adam’ın hastalık hastası olduğunun farkındaydı. Çin’e geldiğinden beri baş gösteren alerji ve nefes darlığını, Çin’deki hava kirliliğine bağlıyordu. Dışarıya çıkarken sürekli taktığı maskesi, içeride olmalarına rağmen yüzündeydi. "Wechat’ta dolaşan haberleri görmedin mi? Wuhan’da gizemli bir hastalık başlamış." Wechat Çinlilerin ve Çin’de yaşayanların hayat damarı diye tanımlanabilecek olan sosyal medyanında ötesinde bir cep telefonu aplikasyonu. Halk sadece birbirleriyle iletişim için değil aynı zamanda alışverişlerinde ödeme içinde kullanıyorlar bu aplikasyonu. Birkaç hafta önce Şangay’dan iki yüz kilometre uzaklıkta olan Hagzhou şehrine yolculuğunu hatırladı Adam kendisiyle konuşurken; cüzdanını, içinde banka kartıyla birlikte evde unutmuştu. Hatırladığında çok geçti, tren istasyondan ayrılalı yarım saat olmuştu, Avrupa’da ya da Türkiye’de olmuş olsaydı, tüm planlarını iptal edip geri dönmek zorunda kalacaktı. Banka kartı wechat’a bağlıydı. Ondan sonraki beş gün boyunca yanında parasının olmadığını bile hissetmemişti. Tabii ki cep telefonlarının bu şekilde çok yönlü kullanılması kişiler üzerindeki kontrolün hat safhalara ulaşması da demekti.
Bunları düşünürken Adam kulağına eğildi "her şey sus pus halinde ama gizemli hastalığı sosyal medyaya aktaran doktorun hakkında yalan haber yayıyor diye işlem başlatmışlar ama ya doğruysa..." "Aaa sosyal medyayı biliyorsun, oradaki haberlerin yüzde doksanı ya abartı ya da yalan" diyerek geçiştirmişti, Adam’ı rahatlatmak için.
Bir hafta sonra Adam haklı çıkmıştı. Fare yeni yılı tatilinin başlamasıyla birlikte, nüfusu on beş milyonu aşan Wuhan birden bire karantina altına alınmıştı. Gizemli hastalığa gelince okuduklarına göre soğuk algınlığına benzeyen ve sonrasında boğmacaya dönüşen bir virüstü ama yine de tam bir bilgilendirme olmadığından gizemli olmaya devam ediyordu. Kimi haberler Wuhan’ın deniz ürünleri satan bir toplu pazar yerinde satılan yarasa, yılan ya da türü tükenmek üzere olan ve yemeklik olarak satılan başka vahşi bir canlıdan insanlara geçtiğini yazıyordu. Bu haber sosyal medyada bulaşıcı virüs gibi dağılmış dünya alem Çinlilerin her şeyi yiyen pis boğaz bir millet olduğundan bahseder olmuştu. Wuhan’ın karantinaya alınmasıyla birlikte Çin’in tüm büyük şehirlerinde yaşayan milyarlarca insan, evlerine kapanmışlardı. Wuhan’a gösterdikleri empati miydi acaba bu? Yoksa dünyanın en ölümcül virüslerinden de hızlı yayılan ve günümüzde dünyanın tüm toplumlarını top yekun hükmü altına alan korku muydu? İşini kaybetme korkusu, evsiz kalma korkusu, sigortasızlık korkusu, kalabalık yerlerde gümbürtüye gitme korkusuna bir de bilinmeyen virüslere yakalanıp topluca ölme korkusu da mı eklenmişti.
Şangay’ın merkezine on beş kilometre uzaklıkta çoğunluğu Kuzey Çin’den olan halkın oturduğu mahallede tek yabancıydı. "Teddy ayısı" diye adlandırılan, üç yıl önce sokakta bir grup eniği satmaya çalışan yoksul bir kadından aldığı köpeği Bay Minik’i saymazsak. Bugünlerden birinde dışarıda ne var ne yok diye köpeğini dolaştırmak bahanesiyle çıkmıştı dışarıya. Sokaklardaki ıssızlık tedirgin etmişti onu. Olağanüstü hal mi ilan edilmişti? Telefonuna gelen otomatik mesajı Google sözlüğünün yardımıyla okudu. "Yeni virüsün yayılmaması için dışarıda uzun kalma, sosyal toplantılara katılma, ellerini düzenli yıka ve maskeni tak. Eğer soğuk algınlığı belirtisi gösteriyorsan kendini karantinaya al" yazıyordu.
Evinin bulunduğu avlunun girişinde nöbet tutan bekçilere her zamanki gülümsemesini takınıp selam verdi. Yüz maskelerini takmışlardı. "Kahretsin" diye geçirdi içinden "maskem de yok." Boynundaki atkısını ağzını ve burnunu kapatacak şekilde yüzüne çekti. Madem dışarı çıkmıştı, yakındaki eczaneye uğrayıp birkaç tane yüz maskesi alacaktı. Maskeli eczacı başını yukarı kaldırarak "meyo meyo..." dedi yok manasına. Her gün milyonlarca üretilen ve Çin’de neredeyse gündelik kullanılan maskeler bir iki gün içinde yok olmuştu. Eğer zor durumda kalırsam evdeki eski kumaşlardan maske yaparım diye geçirdi içinden. Her zaman uğradığı pastaneye girdi, favorisi olan kırmızı fasulyeli çörekler var mı diye. Şanslıydı üstelik yanında da iki adet maske vermişlerdi. Pastaneciye nasıl teşekkür edeceğini bilemedi. Neredeyse sarılıp öpecekti adamı ama neyse ki gizli virüsü hatırlayarak kendini frenledi. Eve dönüşünü, Bay Minik ve kendisi için uzattıkça uzattı. Bu ülkeye geldiğinden beri kalabalıktan yakınıp durmuştu. Tren istasyonları, hava alanları, sokaklar, okullar, alış veriş merkezleri her daim tıklım tıklımdı. Hafta sonlarını hiçbir yere gitmeden evde geçirmek onun için bir ritüel olmuştu. Şimdi ise otuz beş milyon insanın yaşadığı Şangay şehrinin, fare yılı dolayısıyla daha da kalabalık olması beklenirken, bu gizli virüs yapacağını yapmış sadece Şangay halkını değil Çin’in milyonlarca insanını dört duvarların içine tıkıvermişti.
Avluya geri döndüğünde bekçilere geniş bir gülümsemeyle "Nihao" diye seslendi. Bekçilerden bir tanesi, kaşla göz arasında, o henüz ne olup bittiğini anlamadan, hızlıca gelip elindeki aleti alnına doğru tuttu. Birden kafasına silah dayatılmış hissetti, kalbinin atışları sanki tüm sokakta yankılanıyordu. "Güm, güm, güm..." Ya ateşim 37.5 derecenin üstündeyse diye geçirdi içinden. Kalp atışları kulaklarında zonklamaya devam etti. İzin vermeyecekler miydi eve gitmesine? Alıp onu hiç güvenmediği Çin hastanelerinin karantina odalarına, gizemli virüsün kurbanları olan diğerleriyle birlikte atıp ölüme mi terk edeceklerdi? Köpeğine ne olacaktı? Bir eliyle köpeğini sıkıca göğsüne bastırırken diğer eli cep telefonuna kenetlenmişti. Kimi arayabilirdi ki bu durumda? Arasa ne olacaktı? Onu alıp götürdükleri yerden çıkarabilecekler miydi? Ya izin vermiyorum ateşimi ölçmenize demiş olsaydı ne olacaktı.
Bekçinin elindeki tabancaya benzer derece aletine bakıp geçişine izin vermesi asırlar sürdü. "Ok" dedi sonunda gülümseyerek. Arkasına bir kez bile bakmaksızın bahçedeki küçük patikaya girip, köpeğini yere bıraktı. Sanki kötü bir rüyadan uzaklaşmak istercesine köpeğini de arkasından çekiştirerek hızlıca yürüdü evine doğru. Ondan sonraki günler bir daha evden ve bahçeden çıkmamaya karar verdi. Köpeğini günde birkaç kere bahçeye çıkarması yeterliydi.
Çin politik sisteminin "grid sistemi" diye adlandırdığı sokak sokak, mahalle mahalle oluşturduğu kontrol sistemi gizemli bir virüs salgınında da başarılı olmuştu. Normalde birbirlerinin kişisel alanından bihaber olan Çin halkı, şimdi birbirlerini sokağın başında görseler yollarını değiştiriyorlardı. Evine ilk kapandığı günlerde, kapıya gelen mahalle görevlisine kapıyı açtığında, kadın korkudan neredeyse beş metre geriye savrulmuştu. Bir taraftan Çince bir şeyler söylüyor, diğer taraftan kollarıyla yüzünü kapatıyordu. Kadının panik içinde "maskeni tak, maskeni tak..." diye çığırıyor olmasını anlaması birkaç dakikasını almıştı. O, kadına sakin olmasını el kol hareketiyle anlatıp diğer taraftan maskesini takmaya çalışırken, kadın bir telaş içinde elindeki poşetin içinden, yeşil bir kartı kendisine fırlatıp, koşar adım uzaklaşıp gitmişti.
Sonunda olan olmuş, milyonlarca Çinliyi cenderesi altına alan korkuya o da teslim olmuştu. Evine tamamen inzivaya çekildiği ilk günlerde wechat grubundan, VPN bağlantısının çalıştığı zamanlarda ise Guardian gazetesinden ve BBC’den olan bitenleri anlamaya çalıştı. Çalıştığı uluslararası sözüm ona insani yardım örgütü olan ama gerçekte sadece kâr amacı güden örgütten gelen iş emaillerinde, işlerin şubat ve mart ayı için iptal edildiği, sonrasının ise meçhul olduğunu yazıyordu. "Teşekkür ederiz, bu zor anlarda gösterdiğiniz sabır ve organizasyona bağlılığınız için" diye bitiyordu e-mailler. İzlediği haberlere gelince; Wuhan’da virüs şüphesi gösterenler, zorla evlerinden çıkarılıp, karantina merkezlerine götürülüyordu. İş arkadaşı Adam’ın ona bahsettiği gizemli virüsten ilk kez wechat’teki grubunda bahseden doktor henüz üstünden bir ay bile geçmemişken ve 34 yaşında olmasına rağmen bu virüsün kurbanı olmuştu. Onun ölümü ilk başta söylenen ve virüsün sadece bağışıklık sistemi zayıf olanları öldürdüğü söylentisini geçersiz kılıyordu. Yoksa ölümünde bir şaibe mi vardı. Sistem kendisine tehdit olarak gördüğü her şey gibi bu genç doktoru da yok mu etmişti? Öte taraftan, medya Çin hükümetinin on gün içinde Wuhan şehri eteklerinde, bin yataklı hastane yapma girişimlerinden bahsediyordu, sanki Wuhan halkını kırıp geçiren hastalığa çare bulmaktansa dünya ülkelerine rekor düzeyde bir hızla hastane inşa etme kabiliyetlerine göstermek daha mühimdi.
Dünya haberlerinde ise Çin hükümetinin, halkına uyguladığı sıkı yönetim şaşkınlıkla karşılanmakla birlikte, olumlu tepkiler de alıyordu. Çin usulü karantina kontrolü eğer başarılı olursa diğer ülkelerin de buna benzer yöntem uygulamalarını söylüyordu sözüm ona bazı uzmanlar. Dünya sağ duyusunu yitirmiş, topyekûn global otokratik bir düzene adım mı atıyordu? Yine aynı uzmanlar, eğer dünya ülkeleri dikkatli olmazsa, virüsün dünya nüfusunun yüzde altmışına bulaşacağını belirtiyordu. Aklı selim birkaç sağlık uzmanı ise bu virüsün soğuk algınlığına benzer bir virüs ve ölümlerin ise soğuk algınlığı ölümlerine yakın olduğunu ve belki de yakın bir zamanda soğuk algınlığına benzer bir virüs olarak tüm dünyanın bunu kanıksayacağını belirtiyordu. Öyleyse medya niye, halkları "öcüler geliyor" diye korkutup paniğe yol açıyordu? Panik ise ırkçılığa, yabancı düşmanlığına, komşunun komşuya ihbarına, ispiyonculuğa yol açıyordu. Günümüzde sağcı lobilerin finansal desteğiyle insan yığınlarını tahakkümü altına alan trollerin başarısına şaşmamalı diye düşündü. Manipülasyon insanlara sağ duyusunu kaybettirip bir daha da buldurmuyordu. Kararını vermişti, evde kapalı kaldığı sürece bir daha ne haberleri okuyacak ne de sosyal medyaya bakacaktı.
Pencerenin önünde ne kadar kalmıştı öylece bir heykel gibi? Zaman kavramını unutmuştu. Belki de çevresinde kendilerini aynen onun gibi zorunlu eve kapatmış komşularının da yaptığı bir şeydi bu, dışarıya açılan bir pencerenin önünde dakikalarca hareketsiz durup gözlemek kendini ve dünyayı. On beş yirmi gün öncesine kadar yoğun iş hayatından acelece ve içgüdüsel bir davranışla yaptığı şeyleri, gözleyerek- anlamaya çalışarak yapmaya başlamıştı. Bu sabah pencerenin önünden çekilmesini tükenmeyen bir sabırla bekleyen köpeğinin yemeğini verdi önce. Arkasından bu ülkeye geldiğinden beri nerede olursa olsun her gün hiç aksatmadığı, yoga ve meditasyonunu yapmak üzere matını serdi. Bağdaş kurup oturdu üstüne. Derin bir nefes aldı yavaşça ve gözlerini kapatıp, aklının seyrine koyuldu. O akıl ki içinde bulunduğu korku ortamından kanatlanıp bir düşünceden diğerine ışık hızıyla atladı, bir taraftan çok uzaklarda çok sevgili bir dostun hayali elini minnettarlıkla tutup kalbine koydu. "Tik, tak, tik, tak..." , diğer taraftan kanatlanıp, gölgesi Güney Çin denizinin üstüne düşen Borneo’nun en yüksek dağı Kınabalu dağının en yüksek noktasına götürdü onu. Derin bir nefes aldı, denizin en uzak noktasından yavaş yavaş yükselmekte olan güneşi selamladı.