Mavi Yeşil Dergisi Genel Yayın Yönetmeni, edebiyatçı Hasan Öztürk'le son kitabı Üç Duraklı Yolculuk, edebiyat, yazma ve dergi yayıncılığı üstüne konuştuk. Öztürk, Genel Yayın Yönetmenliği'ni yürüttüğü Mavi Yeşil dergisi yanı sıra Roman Kahramanları ve Kitap-lık dergileri ile K24 ve Aksi Sanat gibi dijital platformlarda yazmaya devam ediyor.
- Üç Duraklı Yolculuk kitabınız edebiyat, öykü ve kitap başlıklarında okuru çeşitli yolculuklara çıkarıyor. İlk duraktan başlayalım. Bu bölümde yer alan ilk metninizin başlığı "İnsanın 'daha iyi bir dünya arayışı' ve edebiyat". Biliyorum tek ve kolay bir yanıtı yok ama siz nasıl tanımlarsınız edebiyatı? Geniş bir pencereden baktığımızda edebi metinlerin "Daha iyi bir dünya arayışı" içinde olduğunu söyleyebilir miyiz? Ve bence daha da önemlisi, böyle bir misyon yüklenmeli mi edebiyat her zaman, ne dersiniz?
Edebiyatı tanımlamak, insanı tanımlamak gibi geliyor bana, her tür tanımlama bir şeyi dışarıda bıraktığından daralmaya neden oluyor. Edebiyatın ne olduğunu söylemek, onu edebiyat olmayanlardan ayırmak gibi güç bir sınavı çıkarıyor karşımıza. Tanımı için yolumuzun Eflatun'a dek uzayacağı edebiyat; insanla var olan, insanı anlamlandıran ve anlatan üstelik de insanın var ettiği, yazarının anlaşıldıkça okuyanın da anladıkça yer bulacağı bir dil etkinliği alanıdır. Bu bakımdan edebiyatın ne'liğinden çok hayatımıza ne kattığını önemsemek gerekir bence. Nermi Uygur, "Tok da olsa karın, güdüktür edebiyatsız insan." derken bir kitabını noktalamakla kalmamış, belleklerde yer edecek özetleme yapmıştır.
Bibliyoterapi uzmanlarının müfredatlarından haberdar değilim ancak kendisine ustalarının kimler olduğu sorulan Freud'un, karşılık olarak kütüphanesindeki edebiyat kitaplarını göstermesi önemli bir ayrıntıdır bence. Edebiyatın metni, kötü yaşanmışlıklardan çıkarılan bir güzellik ise metni okuyanın, yazarın emeğinden kazanımı olacaktır. Daha iyi bir dünya arayışının "hız" ve bir de "pratik sonuç" odaklı bu döneminde edebiyat, her bir kişinin iç dünyasına estetik müdahalesiyle yaşamın ahengini sağlayabilir. Her birimizin, anlaşılmadığı gerekçesiyle bir başkasını suçladığı bu zamanda edebiyatın kurmaca metinlerinin karakterleri aracılığıyla başkalarını anlayarak ötekileştirmenin şiddetlenmediği bir dünyada yaşayabiliriz.
Edebiyat, kişiye bir tür güvenli liman görünebilir ancak insanlık için bir umuttur edebiyat, ne var ki bu durum, edebiyatın büsbütün bir güzellikler toplamı olduğuna yorulamaz elbette çünkü hayatın kendisi öyle değildir. Maksim Gorki'nin cümlesiyle söylersem "İnsan, yaşamın güneşli yönlerini olduğu kadar çirkin yönlerini de bilmelidir." derim. Edebiyat metinlerini okuyuş gerekçemizin, Suut Kemal'in yalın bir dille söylediği "varlığımızın darlığından kurtul"mak ve bir de "yaşayamadığımız hayatları yaşayarak genişle"mek arzusu oluşunu, kendime yakın buluyorum. Kitabımın başlangıç yazısında, çağdaş düşünür Karl Popper'ın "daha iyi bir dünya arayışı" tezinden yola çıkarak edebiyatın özellikle kurmaca metinleriyle bu iddiadaki yerinden söz etmeye çalıştım. Açıkça söylemem gerekirse bu, bir yazıyı ve beni de aşan bir sorundur. Sözcüklerle kurulan bir dünya olarak edebiyat, kurulu düzenlere alternatif, yaşanmaya değer dünyalar önermesiyle bir umut vadedebilir ancak kurulu düzeninin yıkılacağı korkusuyla bütün zamanlardaki egemen güçlerin sanat/edebiyat korkularını da göz ardı etmemek gerekir.
- "Cemil Meriç, Romancı Ahmet Hamdi Tanpınar'ı Okudu mu?" başlıklı yazınızda Meriç'in "Kemal Tahir büyük üslupkâr değildir. Kemal Tahir vak'alardaki cazibe yahut ideolojik sebeplerle okunmalıdır" yorumu için "Edebiyatımızın 'yüz akı' romancısı Kemal Tahir'in okunma gerekçelerinden biri 'ideolojik' olması ise buradan çıkarılacak sonuç, ideoloji bitince yazarın da gideceğidir." diyorsunuz. Cemil Meriç ve Kemal Tahir'den çıkararak sormak istiyorum; bu anlamda edebiyat ve ideolojiye bakışınız nedir? Birbirini tamamlayıcı olmak zorunda mıdır? Birini çıkarsak eksik mi kalır yoksa aksi, ideolojik kaygı metnin edebi niteliğini geri plana mı iter?
Kitabımın bu yazısı için sorduğunuz soru ne kadar uzun bir cevap gerektiriyor ve ben de nereden başlasam diye tereddüt ediyorum doğrusu. Bunun böyle olması, hem ideolojinin hem de edebiyatın, değişen zamanlarda yeni anlamlar kazanmalarıyladır. Şunu açıkça söylemeliyim: Elbette ki her edebiyat metni içinde bir düşünce (ideoloji) barındırır ancak güzel sanatların, özel olarak da edebiyatın ve daha özel olarak edebiyatın kurmaca/sanatsal metinlerinin güdümlü ideoloji emrine verilmesini onaylamıyorum. Her bir edebiyat sanatçısının görüşü vardır elbette ancak edebiyat metnini var eden onun estetik yönüdür, didaktik oluşu değil. Her bir sanat metni bir şey söyler ancak onda söylenen, herkesin aynısını bildiği, bileceği doğru değildir. Konuya, yazım çerçevesinde bakayım isterim.
Andığınız yazıma, "roman" bağlamında Tanpınar ile Cemil Meriç ilişkilendirmeme döneyim. 70'li yılların başında milliyetçi-muhafazakâr çevrenin düşünce önderi olmuş, yazdıklarıyla önemli bir kesimi etkilemiş Cemil Meriç, bugün de okunan, hakkında yazılar yazılan bir isimdir. Onun böyle olmasında; kıskanılacak derecede bir okur olmasının, Fransızcaya hâkimiyetiyle iyi okuyarak Batı'yı ve böylece dünyayı bilmesinin, şahsına has kıvrak, keskin ve saldırgan üslubunun, kendince Marksist çizgide iken makas değiştirip karşı tarafa geçmesinin ve bu makas değiştirmesinin kendisininkine benzer biçimde Kemal Tahir ile yakın zamanlara denk düşmesinin ya da sayamadığım başka nedenlerin payı vardır. Benim yazım ve buradaki açıklamalarım bu konularla ilgili değildir, beni ilgilendiren Cemil Meriç'in "roman" konusundaki toplumcu/yararcı görüşleri ve onun "romancı Tanpınar" ilgisizliğidir.
Edebiyat türü "roman" ve romanlar hakkında yazan Cemil Meriç'in roman anlayışını, 1970'ler öncesi ve sonrası olarak iki ayrı dönemde görmek gerekir. Roman sevdası Hugo ile başlamış olsa da Balzac okuyarak ve çevirerek "roman" türüyle yakınlık kuran Meriç; 40'lı, 50'li ve hatta 60'lı yılları kapsayan ilk döneminde "her Mayıs Balzac'la yeniden doğ[ar]" ve kendisi için "bizi başkalarının maceralarına ortak eden, hayatımızı genişleten, değiştiren dost bir sanat" olmuştur roman. "Balzac'ı tanımasam 'romancı' olmak isterdim" diyen Meriç'e göre "Batı'da Balzac'a kadar roman yoktur" ve "Balzac'tan sonra romanın yapabileceği bir şey kalmamıştır." Birinci döneminde roman, estetik kaygılı bir edebiyat metnidir onun için.
70'lerin hemen başında, konjonktüre uyum sağlayan Cemil Meriç, "hayatımızı genişleten, değiştiren dost bir sanat" bildiği romana hakaretler yağdırmaya başlar. İkinci döneminde roman, "günah çıkarma" aracıdır ve "başka bir dünyanın, başka bir ruh ikliminin, başka bir toplumun eseri"dir. Kemal Tahir odaklı ATÜT'çü, Anadolucu, millîci vb. anlayışlarla düşünce/sanat ortamına yansıyan Batı karşıtlığı, "Batı'dan diğer zehirler gibi roman da gelecekti." aşamasına ulaşır. Bir yanda romanımızın olmayışını absürd gerekçelere bağlamaya çalışan Meriç, diğer yanda Batı'dan geri kalmamak için de "Esasen roman dört bin sene evvel Mısır'da papirüs yapraklarına yazılmıştı." der. Balzac'tan çevirdiği kitabı 1946'da "Kibar Fahişelerin İhtişam ve Sefaleti" adıyla yayımlatmışken aynı kitabın 1973 baskısındaki adı "İhtişam ve Sefalet" olmuştur. Meriç'in ikinci dönemindeki roman anlayışını; "Batı'nın yalanlarını anladıktan sonra, onu sonuna kadar yaşadıktan sonra kendi asliyetine dönmüş" ve her kitabı, "hıyanet kalesinde kapanmaz gedikler açan bir bomba" olduğundan "Türk romanının en yiğit, en güçlü, en büyük temsilcisi" gördüğü Kemal Tahir övgüsü ve bir de "Etiyle, ihsaslarıyla yazan bir ilkel. Ve bir sirk hayvanı gibi enteresan. (…) Nebatat bahçesinde tuzsuz bir ot." dediği Yaşar Kemal yergisiyle özetlemek mümkündür. Bunu, Kurtuluş Kayalı'nın sözleriyle okumak gerekir: "Sesinin gürlüğü de sadece bireysel bir tutum olarak nitelenmekten çok konuşmasının 1970'li yıllarda şekillendiği üzerinde bina edilmeli. Cemil Meriç'in düşüncelerinin sadece kendi bireysel sesi olarak anlaşılmak yerine o yıllarda yükseltilmeye çalışılan bir çığlığa tercüman olduğu söylenmeli. Bu nokta özellikle önemli."
Tanpınar'ın makalelerinden ve edebiyat tarihi çalışmalarından övgüyle söz eden Cemil Meriç'in, onun hiçbir romanından söz ed(e)meyişi ilginç gelebilir ancak bana göre bu kaçış şaşırtıcı değildir. Çünkü Cemil Meriç'e göre roman bir tür "millî mesele" iken Ahmet Hamdi Tanpınar için "hayatın peşinde" olan bir edebî türdür roman. Tanpınar; her şeyden önce bir sanatkârdır, edebiyat metinlerinde insanın peşindedir, onun için "estetik kaygı" başat konudur ve "romana sosyolojiyi, ekonomi politiği sokmuş" olmadığından Cemil Meriç onu okumaz, istese bile üslubunu, "bayırı çıkan katarlardan müteşekkil bir trene" benzettiği Tanpınar'ı okuyamaz. Düşünebiliyor musunuz ki "bir neslin yüz akı" ve "belki de çağdaş romanın en büyük temsilcisi" ilan ettiği Kemal Tahir hakkında -ölümünde altı yıl sonra- "Büyük romancı sayılan Kemal Tahir'in de üslubu kırık dökük, deli dolu bir üsluptur. Yani Kemal Tahir büyük bir üslupkâr değildir. Kemal Tahir, vak'alardaki cazibe yahut ideolojik sebeplerle okunmaktadır." diyebilmiştir Cemil Meriç. İdeoloji rüzgârı dinince okunmamak, yalnızca Kemal Tahir'in kaderi değildir elbette. Dikkat ediniz yeni rejimin kuruluş ve yerleşme aşamasının roman yazanları, köy romanı furyasına eklenenler, demokrasiye periyodik müdahale süreçlerini rejim/devrim/ideoloji adına romanlaştıranlar, hidayet romanları yazanlar vb. okunmuyor bugünlerde çünkü "insan/estetik" değil de "toplum/ideoloji" öncelikliydi onların metinlerinde. Tanpınar'ı ve Oğuz Atay'ı kimseler sahiplenmedi sağlıklarında ancak edebiyatın sevgili okurları her okuyuşta ayrı bir tat alıyor onların yazdıklarından. Edebiyatta itibar gören "yine okumalar"; didaktik, yararcı ya da "ideolojik aygıt" ölçüsüne karşıdır.
- "Kadim soru 'Kimin için yazıyoruz?' ve Calvino'nun cevabı" başlıklı yazınızda Calvino'nun bu konudaki yorumunu aktarıyorsunuz. Şöyle diyor Calvino: "Bir roman kimin için yazılır? Bir şiir kimin için yazılır? Bazı başka romanları, bazı başka şiirleri okumuş kişiler için. Bir kitap, başka kitapların yanına koyulabilsin diye, varsayımsal bir kitap rafına girsin ve bur rafa girdiğinde bir biçimde onu değiştirsin, başka kitapları yerinden uzaklaştırsın ya da onları ikinci sıraya itsin, bazı başka kitapların öne çıkmasını sağlasın diye yazılır." Bu yorum başlı başına saatlerce üzerinde konuşulmaya değer. Yazınızda buradaki "bazı" sözcüğünü ele alarak okura dair çıkarımda bulunuyor, "'Bazı' sözcüğü, iyi okurun seçiciliğine vurgu yapıyor" diyorsunuz. Buradaki "iyi okur" kimdir? Tek bir iyi okur tarifi mümkün müdür ya da böyle bir tarif yapacaksak eğer kriterler ne olmalı sizce?
Yazı yaşamıma kattıkları azımsanmayacak Nermi Uygur'un "Okur" başlıklı yazısındaki tanımla başlayım: "Algılamayı keskinleştirmektir, aklı işletmek, gözlem gücünü yoğunlaştırmak, duyguları zenginleştirmek, düş olanaklarını genişletmektir okumak." Aradığımız iyi okur ise yaygın söyleyişle "Okudum oldum hoca/ Bilmiyorum Elif'i" demeyen okurdur. Nitelik ve seçicilik konusunda yazarlık ile okurluk birbirine benzerdir ve her ikisi de emek isteyen, bilinçli birer çabadır. Kitabımda, öyküsünü bahane ederek kendisine mektup yazdığım Oğuz Atay, mektubuma konu olan "Demiryolu Hikâyecileri" öyküsünü, "Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?" sorusuyla bitirir ki bu bir tesadüf değildir, gündüz vakti edebiyat ortamına çıkıp fenerle iyi okur aranacak zamana işarettir bu. Calvino'nun, bir cümleyle vurgu yaptığım Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu romanına benzer biçimde Oğuz Atay'ın andığım öyküsü de edebiyatın okurluk-yazarlık bağlamında tekraren okunması gereken bir metindir. Her birimizin olmak istediği ya da her bir yazarın kendisi için beklediği iyi okur, Atay'ın "sevgili" dediğidir. Harflerle savaşını kazanarak okumayı öğrenen her kişiyi Novalis'in, "Öğrenci gerçekten hakikati öğrenmeye meraklı ise aradığını bulması için sadece tek bir işaret yeterlidir." cümlesindeki "öğrenci" gibi görüyorum. Okumanın "merak" ögesi önemlidir ve bir de cümledeki "işaret" vurgusu. Bu demektir ki bilmek/bulmak istediğimiz her şey tastamam yazılmamıştır, okuduklarımızdan biz bulup çıkaracağız onları.
Sizin sorunuz, edebiyatın nitelikli okuruna göndermesi olan bir soru. Her yeni edebî metin, önceki "bazı" metinleri okumuş okur düşünülerek yazıldığına göre sıradan okuru öncelemiyor yazan kişi de. Edebiyatın didaktik ve kurmaca metinleri aynı ilgiyi bekler okurundan, birincisinin beklediği "dikkat" ikincisininki ise "yaratıcılık" olmalıdır. Daniel Pennac'ın, okumanın ABC'si saydığım Roma Gibi kitabı, "Okumak fiilinin emir kipine tahammülü yoktur." cümlesiyle başlar. Bu cümle, dostuna mektup yazan Flaubert'in, "Yaşamak için okuyun!" uyarısıyla "içtenlik" konusunda yakın durur bence. Okuyup geçen değil, durup takılandır edebiyat okuru. Bulduğunu okuyan değil de okuyacağını bulandır o. Okuyacağını bulmak, bir tür sıkıntıya dönüşen "seçme" işini gerektirir ki bu da yine "bazı" kitapları okumakla üstesinden gelinebilecek bir iştir. Bacon'ın, "Kitap vardır ancak tadına bakılmak içindir; kitap vardır yutulmak, kitap vardır çiğnenmek, özümlemek içindir" ilkesi, iyi okurun sözünü ettiğim bu seçme kültürünü işaret eder.
Edebiyatın iyi okuru, "alımlama estetiği" bağlamında okuduğu metinde yazarı ile birlikte yol alandır. İz sürdüğü metinde söylenmiş olandan söylenememiş olanı çıkarma uğraşında vazgeçmeyen, pes etmeyen ve metne direnen ayrıcalığıyla öne çıkar, ne metne karşı edilgendir ne de yazara teslim olmuştur. Yuttuğu hap kanına karışmamış hasta benzeri, okuduktan sonra da aynı olan "okuyucu" değildir iyi okur, okudukları değiştirir onu. İyi yazar benzeri iyi okur da kendi yaşamından çaldığı zamanı verimli kullanır, kullanmak zorundadır. İyi okurun devamlılığını önemsiyorum ancak ondan düzenlilik beklenemez gibi geliyor bana. Onun devamlılığı, Pennac'ın deyişiyle "sürekli taze kalan bir aşkın sürekli olarak yeni kanıtlarla donatılması" biçimdeki okuma tekrarlarıdır buna karşılık iyi okur, Ferid Edgü'ye yazdığı mektupta Tezer Özlü'nün, "Bugün senin Bozgun'u okumaya çalıştım. Üç kelime okuyabildim. Elim, elimden çıkan kelimeler benden uzaklaşıyor." kopukluğunu da yaşamalıdır bu "aşk" sürecinde. Buradaki "aşk" sözcüğünü, Ursula K Le Guin'in "Anlatmak dinlemektir" yazısında, konuşma ile dinleme denkliğini anlatırken kullandığı amiplerin cinsel ilişki metaforuna gönderme olarak kullanıyorum, konuşma ile dinlemeyi, yazma ile okumaya denk gördüğümden elbette. Akşit Göktürk'ün cümleleriyle bitireyim: "Gerçek okur, kendi gelişmesi içinde, bilgi birikimine göre sürekli olarak, bir yazarı, sonra bir başkasını kendi istemiyle seçer. Yazın alanında yeni yayınları ilgiyle izler. Sevdiği bir yazarın yeni romanının, şiirinin, oyununun yayımlanması, olaydır yaşamında onun. Kendi okuma deneyleriyle, beğendiği, önem verdiği kitapları dergileri alır; ilgiyle okur." Daha ne olsun!
- Katıldığınız bir programda "Yazmasam hiçbir şey olmazdı" dediniz. Onca yıldır edebiyat üzerine yazılar kaleme alan Hasan Öztürk, neden yazıyor?
Bu sorunuzu, Novalis'in, "Dünya, sayemde canlanmak gibi asli bir kabiliyete sahiptir." cümlesinin, "sayemde" sözcüğünün yerine "yazdıklarımla" eklenmiş biçimiyle cevaplayıp geçebilseydim keşke… Edebiyatın, "Niçin yazıyoruz?" sorusunu, çokluk kullanımından kurtarıp birinci tekil biçimiyle kendime sorduğumda dosdoğru bir cevabım yok, olsun da istemiyorum açıkçası. Niçin yazıyor olduğumu tastamam bilmek, aynı biçimde kendimi bilmek demektir ki bu "bilmek" bence yaratıcılığa sınır çizer. Oysa ben, ne yazdığımı ve nasıl yazdığımı bilmek istiyorum, bu bilmek haddimi bilmektir benim için. Malina yazarı Bachmann, kadim soruya cevap aradığı "Ütopya Olarak Edebiyat" yazısında, "edebiyattan hoşlanmamak da bir tür deliliktir" diyordu, biz de şimdi "yazı yazmamak" desek ne çıkar…
Matbaa harfleriyle ilk yazım, ulusal gazetelerinden birinde yayımlanan (1975) bir manzumemdi. Bu başlangıca on yıllık hazırlık dönemini eklersem "Yeni Forum" dergisindeki yazılarımla (1985) yazı yaşamım başlamış demektir ki şairin deyişiyle "yolun yarısı" zamandır yazıyorum. Çoğu dergilerde, pek azı gazetelerde ve son yıllarda sanal ortamlarda yayımlanan yazılarımdan seçilenlerle oluşan kitaplarımın yedincisi bu yılın başlarında yayımlandı, bazı yazılarım ortak kitaplarda yer aldı vs. Her ne olursa olsun benim varlığım okurluğumdur, yazdıklarımı başkaları yazardı ancak okumasaydım eksik kalırdım ben.
Yazdıklarım, "esrarengiz hale getirilmiş iç" olan "dış" ile bir tür paylaşmadır. Gök kubbenin altında söylenmedik yeni bir şey olmadığına kani isek bende iz bırakmış olanı bana ait bir dille yazıyorum ve edebiyatın iyi okuruyla bir şeyleri yazı yoluyla paylaşıyorum, o kadar. Bachmann, andığım yazısında "edebiyatçı sayılmamak ya da günün birinde artık edebiyatçı sayılmamak yazar için korkunç bir düşünce, nerdeyse ölüm hükmüyle aynı değerde" diyorsa da benim öyle bir kaygım yok.
Şiir ve kurmaca metin yazamadım, çoklukla kurmaca metinler üzerine zaman zaman da "genel" konularda yazıyorum. Her ne yazarsam yazayım ilk ve son sözü söyleyen ben değilim kuşkusuz. Yazı yazmak bir dil işçiliğidir benim için belki bu gerekçeyle ilk ve sevgili okuyucum kendimim. İlk okurum kendimim diyerek sınırı belirlemiyorum, okur gözünün değmediği bir yazının "alfabe" olarak kaldığını bilerek başkalarının da okumasını istiyorum yazdıklarımı. Bu cevaba başlarken söylediğim, "ne ve nasıl yazdığımı bilmek" ile bunu anlatmaya çalışmıştım, bende izi olan nedir ki onu yazayım ve yazdığımı nasıl okutayım? Bir başka görüşmedeki şu cümlelerimi aktarayım: "Yazı, sözcüklerin yardımıyla dünyayı yeniden kurmak ya da yeni bir dünya kurmaktır yazar için. Sözünüzle 'dünyayı yeniden kurmak' iddiası, kurulu dünyası yıkılacak otoritenin işine gelmez, ayrıca 'yeni bir dünya kurmak' da sıradanlığa alternatiftir ki kalabalığın algısına sığmaz. Böyle de olsa yazar, okuru için yazar. Kendisi için yazanların doğru söylemediğini düşünürüm ben. Yaşadıklarım ile okuduklarım kendi iç sesimle buluşunca söyleyecek sözüm oluyor, sözümü söylemezsem dünyanın bir yerinin eksik kalacağını düşünüyorum ve bu gerekçeyle de yazıyorum. Edebiyatın/yazının bütün sorunlarını çözmek ya da kalabalığın beni okuması değil kaygım." Philippe Sollers (Görmek ve Yazmak) haklı: "Yazdıkça, daha çok görmeye başlıyorum." ben de.
Bachmann'ın, "yapıtlar hakkında söylenen her şey yapıtların kendisinden hafif kalır" uyarısıyla kurmaca metinler üzerine yazarken okur için yaptığım, uzun yolculuklarından dönen gezginlerin yakınlarına getirdiği renkli hediyeler türündendir. Ahmet İnam'ın "Eleştiri Yaşama Karşı" yazısından öğrendim ki yazdıklarım bir tür "üst yaşam üstünde bir yaşam" imiş. Bir önceki sorunuzda, Calvino'nun alıntı cümlesindeki sıralı sorularına karşılık verirsem "bazı başka kitapların öne çıkmasını sağlasın diye" yazıyorum. Peki, yazmasam olur muydu acaba? Derisi sertleşip kabuklaşan yılanlar, alttaki canlı ve parlak deriye kavuşabilmek için oldukça dar taş aralıklarından acıyı ve kanamayı göze alıp geçerek eski derisinin sıyrılıp çıkmasını sağlıyormuş. Her dem yeniden doğmak, doğmanın acısını yaşamadan olmaz.
- "Üç duraklı yolculuk" edebiyata dair derdi olan, yazma çabasında olanlara dair çok zengin bir kaynak sunuyor aynı zamanda. Bu anlamda yazı yolunda çabası olanlar için de iyi bir kılavuz. Kitabı okuyanlar zaten bunları görecektir. Peki, siz kendi deneyimlerinizden, yetiştirdiğiniz, yayın dünyasının bir parçası haline gelmelerine katkı sunduğunuz öğrencilerinizden de yola çıkarak genç yazar adaylarına, yazma çabasında olanlara neler önerirsiniz?
Kişinin kendini anlatma çabası, yazılı kaynakların çok önce şöyle böyle bilebildiğimiz mağara duvarları çizgilerinden beri süregelen bir içsel yöneliştir. Gençler, başka yaş gruplarına oranla kendilerini göstermeyi daha çok isterler kuşkusuz ancak onların bu görünme istekleri, ne çocuk yaramazlıklarına benzer ne de ileri yaştakilerin ölçülü girişimlerine. Gençlerinkinin bir biçimde "var olmak" kaygısı olduğunu öne çıkardığımda, edebiyatı onlar için uygun bir ortam olarak görüyorum, buna bir de sporu eklemeliyim. Bilim, ticaret, siyaset ya da güzel sanatların başka dallarına oranla andığım iki alan, sağladığı avantalar nedeniyle öncelikli seçimdir. Sorunuza karşılık ararken şunu söyleyeyim ki edebiyat dünyasında var olacak gençlere sunulan önerilerin uygulanışı, onların kendi güçleriyle sınırlı değildir çünkü onların, istediklerini yapabilmeleri o yollardan geçmiş olanların ilgisine muhtaçtır. Futbolcu olmak isteyen genç krampon alabilir de halı saha yapamaz, yazar olmak isteyen genç de öykü yazar ancak dergi çıkarıp dağıtamaz. Gençlere yazarlık önerileri, reçeteyle alınan ilacı belirtilen dozda içmeye benzemez. Yine de yola çıkacak gençlerin, reçete olmasa da kılavuz olsun diye Edebiyat Estetiği (Afşar Timuçin) kitabını yanlarında bulundurmalarını isterim.
Edebiyat ortamı, dışarıdan bakıldığında albenisi çok olan, Jack London'ın deyişiyle "cennet" görülen bir dünyadır. İmza günlerine, kitap fuarlarına, kitapçı vitrinlerine, edebiyat dergilerine, televizyon programlarına, edebiyat festivallerine, sanal ortamdaki popülerleşmeye özenen gençler, Edebiyata Övgü (Mario Vargas Llosa& Carlos Fuentes) okuyarak öncelikle içinde yer almak istedikleri edebiyatı ve orada gördüklerinin bir bedeli olduğunu bilsinler derim. Bildiğimiz edebiyat dünyasını tanımanın yolu da edebiyat dünyasıyla ilgilenmekten geçer. Edebiyat dergileri, yazı yoluna çıkacak gençlerin vazgeçilmezi olmalıdır bence. Bir dünyayı tanımak ve zamanın edebiyat yazılarını okuyarak onlarla yakınlık kurmak adına dergiler vazgeçilmezdir. Bir tür ortak kitap sayabileceğimiz dergiler, ilgili gençleri başka yazılara, yazarlara, kitap bütünlüğündeki metinlere ulaştıracaktır. Edebiyat metni okumayı, edebiyat yazısı yazmanın başat koşulu görürüm ben. Ursula K Le Guin'in deyişiyle "kendi sesini bulmak" aşamasının zamanla oluşabilmesi, yazıyı besleyen bu okumalara bağlıdır.
Yazı yazmak, hayata dokunmak ise hayata dokunmak da hayatı tanımakla olur herhalde. Bu bağlamda Necatigil'in "Yıldızlara Bakmak" oyununu okumalarını isterim onlardan. Sartre bizi uyarıyor: "Yazmayı düşünen bütün gençlere şu ilke sorusunu sormaz mıyız hep: 'Söylenecek bir şeyiniz var mı?'" Bunun anlamı şudur: "Başkalarına aktarılacak kadar değerli bir şeyiniz var mı?" (Edebiyat Nedir?). Yol yürümüş olanların söylediğine göre yazı, yazarak öğrenilir kuşkusuz. Buradan şunu anlamamız geriyor ki yazılmamış bir öykü için dergi editörüyle yayım pazarlığı etmenin ya da basılmamış bir kitabın imza kuyruğunda bekleyen kalabalığı hayal etmenin gereği yoktur. İşin doğrusu; sabırla, kararlıkla yazının izinde ölçülü adımlarla yürümektir, yazdığını okutmak marifettir çünkü. Söylemek istediğimi Novalis, "Belli bir şeye ulaşmak isteyen insan, kendisi için geçici sınırlar koymalıdır. Ama bunu istemeyen, yüzmesini öğreninceye kadar yüzmek istemeyen biri kadar mükemmeldir, majik bir idealisttir;" (Fragmanlar) sözleriyle anlatıyor. Sanatın hiçbir ortak kabul etmeyecek kadar kıskanç bir sevgili olduğunu bilmesi gereken yazı sevdalısı gençler, Llosa'nın, "Edebiyat mesleği bir hobi, bir spor veya boş vakitlerde icra edilen bir kibar oyunu değildir. Ayrıcalıklı ve ayırıcı bir fedakârlık, önüne başka hiçbir şeyin geçemeyeceği bir öncelik, kurbanlarını (kutsal kurbanlarını) köleye dönüştüren özgürce tercih edilmiş bir uşaklıktır." uyarısını dikkate alarak andığım kitabının hiç olmazsa ilk iki mektubunu kendilerine yazılmış saysınlar. Bu konuyu, anlatmakla yetinmek yerine edebiyat ortamındaki pratiklerle somutlaştırmamız gerekir elbette ancak Yaratıcı Yazmanın Hazzı (Gülayşe Koçak) ve Yazar Olabilir miyim? (Semih Gümüş) gençlerin el kitaplarından olsun isterim.
Yazıyı/yazarı aşılmaz dağlar gösterip gençleri edebiyat ortamından uzaklaştırmak yerine kapıları onlar için aralamak gerekir görüşümle son söz Tanpınar'ın: "Yolun büyüğü küçüğü yoktur. Bizim yürüyüşümüz ve adımlarımız vardır. Fatih, yirmi bir yaşında İstanbul'u fethetmiş; Dekart da yirmi dört yaşında felsefesini yapar. Fakat dünyada milyonlarca yirmi bir, yirmi dört yaşında insan vardır. Fatih veya Dekart değillerdir diye ölsünler mi?"
Kitabın dışında dergicilik deneyiminize de değinmek istiyorum. Rize merkezli, 20 yılı aşkındır çıkan, 129. sayıya ulaşmış Mavi Yeşil dergisinin genel yayın yönetmenliğini yapıyorsunuz. Bu dergiyi çok önemsiyorum çünkü özellikle günümüzde matbu bir derginin bu kadar istikrarlı ve nitelikli bir şekilde varlığını sürdürmesi oldukça zor. Aynı zamanda Rize'ye sıkışıp kalmamış, sınırlarını hayli aşmış, geniş bir okur kitlesine sahip ve kıymetli pek çok yazarı ağırlamış bir dergi. İstanbul gibi büyük bir şehirde ve çok daha geniş olanaklara sahip bu tür yayınların bile devamlılığını sürdürmekte zorlandığını görüyorken sizin sırrınız nedir diye sorsam?
Adı "milenyum" sözcüğü ile birlikte söylenen 2000 yılının başında çıktığımız yolculuk, yirmi ikinci yılının yarısına ulaştı. Bu ülkenin her bir yerine dağılmış güzelliklerin toplamı bildiğimiz Mavi Yeşil, küçük adımlarla da olsa yürümeyi sürdürdü ve iki aylık yayın periyodunun hiçbir sayısını aksatmadan bugünlere geldi. On sekiz şehrin olduğu Karadeniz Bölgesi'nin, yayım hayatını sürdüren en uzun ömürlü dergisidir Mavi Yeşil ve yolculuk adım büyüterek devam ediyor. 2000 yılının başında, Karadeniz kıyı şeridinin uç noktasında, Rize şehrinde, söz yerindeyse bir avuç gençle ve sıfır şansla çıktık yola. Ne edebiyat adına büyük iddialarımız vardı ne de başka edebiyat dergilerine bir inadımız. Yakın çevremizdekilerin şaşkın, biraz da edebiyatı/yazıyı yok sayan umutsuz bakışlarının muhatabı olmaya aldırmadan "merkez üretir taşra tüketir" algısını tersine çevirecek somut adımı attık ve Ocak 2000'de ilk sayımızı çıkardık, yani bebek doğdu. Teknolojik olanakların bugünkü biçimiyle kolaylık sağlamadığı, iletişim ağının hayli sınırlı olduğu o günlerde on altı sayfalık, A4 ebadında ve fotokopi yöntemiyle çoğaltılarak okura sunulmuş, kapaksız bir ilk sayı...
Mavi Yeşil, bir dergi değil de bizim bir çocuğumuzdur; biberonla besledik vaktiyle şimdilerde ise üniversite mezunu bir gençtir artık. Bir fidan diktik hayli çorak bir toprağa, çevresini sardık bedenlerimizle sertliklerden kırılmasın diye ve umutlarımızı akıttık toprağına körelmesin büyüsün diye. Şimdi gölgesinde ne çok kişinin serinlediği kocaman bir ağaçtır Mavi Yeşil ve açık bir dille söylersek çölde bir vahayız burada. Yüz yirmi dokuz sayının her birinin doğum sancılarını çekmiş, yeniden doğmuşuz. Tribünlerden seyretmek yerine sahaya inmeyi seçtik ve salonlar yerine mutfakta geçiyor zamanlarımızın çoğu. Bu dergiyi okuyarak yola çıkanlar, yazıya bu dergide başladılar, şimdi onların kitapları yayımlandı ve başka dergiler onlardan yazı istiyor. Ekonomik güçlükler, okur ilgisizliği, coğrafyanın duyarsızlığı benzeri sorunları, başarabildiklerimizin umuduyla aşmışız ve aşıyoruz. Bunun böyle olduğunu, yalnızca bu derginin doğduğu topraktakiler değil uzaktaki dostlarımız da bilir.
Bunca yıllık aralıksız yayımla Türkiye'nin edebiyat ortamıyla ilgilenen hemen herkesin bir biçimde haberdar olduğu Mavi Yeşil, herhangi bir çevreyle dirsek teması aralığında durmayan ve adı bir biçimde öne çıkmış isimlere de yaslanmayıp okuruyla yazarını kendi çabasıyla oluşturmuş bir dergidir. Edebiyatı ve dolayısıyla da yazıyı hobi görenlerin aksine onları dert edinenlerin buluştuğu Mavi Yeşil, bir "özgürlükler" ortamıdır ve bu derginin okurlarıyla yazarları için -olabildiği kadarıyla- "estetik kaygı" ile "edebî üretkenlik" geçerli ölçüdür. Liseli gençlerden akademik kariyerin son aşamasına gelmişlere dek farklı kişilerin yazdığı bu derginin yazarları "Mavi Yeşil'e göre" yazmazlar yazılarını, "oldukları gibi" yazarlar. Mavi Yeşil, çok satılan ya da popüler bir dergi değildir edebiyat ortamında ancak okur-yazar ilişkisi oldukça canlıdır bizde. Bunca yıldır aksamayan yayımın ve bir biçimde bu ülkenin edebiyat ortamında adından söz ettirmenin sırrı, bendeki "dergicilik ruhu" yanında asıl olarak dergi çevresindeki bu içtenlik ile kararlılıktadır. Hayli zaman önceki görüşme (Dergâh, Ocak 2009) yazısından bir cümlemi aktarayım: "Her bir sayıda, ilk kez doğum yapan annenin sancısını çekip heyecanını yaşamak, derginin uzun ömrü için tükenmez bir hazinedir, yaşanmaya değer." Yaşadıklarımız, edebiyat dergisi emekçilerinin tanıklıklarıdır, biz yine de söyleyelim: Edebiyat mezarlığındaki sakin köşemize yerleşmeyi değil, zamanın elinden tutarak edebiyat yolculuğumuzu sürdürmeyi düşünüyoruz.
- Bugün dergilerinin edebiyat dünyası için işlevi nedir sizce?
Edebiyat ortamında "dergi" sözü geçtiğinde, Haldun Taner'in "Salt İnsana Yöneliş" öyküsünü anmadan başlamak olmaz. Bizde "kitap" hakkında çok söz vardır da "dergi" göz ardı edilmiştir ne yazık ki. Dergisi olmayan edebiyat ortamının kalbi durmuş demektir ancak sağlıklı kalp atışlarının ritmik özelliğini de unutmamak gerekir. Kimileri için "mutfak", kimilerine göre "karargâh", Cemal Süreya'nın söyleyişiyle de "edebiyatın atardamarı" sayılmalıdır dergiler. Bir önceki soruda andığım söyleşime, "Amatör ve profesyonel dergilerin öncelik sırası bir yana, bugün atardamarlarından söz edebiliyorsak eğer edebiyatımızın canlı oluşuna tanığız demektir, bu sevindirici." sözümle başlamıştım. "İyi ki edebiyat dergileri var" diyerek kendimizi teselli edebiliriz ancak sorun, "bugün edebiyat dergileri olmasaydı ne olurdu" sorusunun karşılığındadır.
Edebiyatımızın "dergi" serüvenini Servet-i Fünun ile başlatabiliriz. Bu başlangıç iki bakımdan önemlidir bana göre. İlki, adı geçen derginin yeni bir edebiyat anlayışının yerleşmesinde okul görevi üstlenmesi, ikincisi ise bir edebiyat dergisinin devletin eliyle kapatılmasıdır. İlgili iki sorunun cevabı, dergilerin edebiyat dünyasındaki işlevini göstermeye önemli katkı sağlar: 1- Servet-i Fünun dergisi olmasaydı, "edebiyat-ı cedide" tarihsel aşamada yer bulabilir miydi? 2- Adı geçen edebiyat dergisi devlet gücüyle kapatıldıktan sonraki kesintinin ve karamsarlığın modern edebiyatımızın yol alışına maliyeti nedir? Servet-i Fünun dergisinin kapatılışından 120 yıl sonra bugünün edebiyat ortamının ve dergilerinin durumuyla adı geçenleri denkleştirmeye çalışmanın doğru olmadığını söylemeliyim. Ne çok şey değişti bir yüzyılı aşkın sürelik yaşamımızda öyle ki edebiyat sanatçısının intiharının bile "mesaj" değerini yitirdiği bir toplumda edebiyatın dergisi nedir ki bugün… Yayımda çeyrek yüzyılını aşmış bugünün edebiyat dergilerinden biri ya da birkaçı kapansa belki bir "haber" olur.
Dergilerin, "edebiyatın atardamarı" olduğu/olması gerektiği görüşündeyim ben. Edebiyat ortamının öncelikli paydaşları; yazar, eser ve okur üçlüsünün, edebiyat dergileri aracılığıyla birbirleriyle buluşabileceklerini söylemek bile fazla. Ayrıca, edebiyat dünyasında yazarak var olmak isteyenlerin yolunun dergilerden geçmesinden yanayım çünkü dergi onların ilgi ve bilgilerini canlı tutar. Dergilerde görünmeden edebiyat dünyasında tanınmış kişiler varsa da bunların sayıca pek kalabalık olmadığını bilmeliyiz. Dergilerin edebiyat dünyasındaki işlevinin okurluk ve yazarlık ile sınırlı olmadığı aksine dergi çıkarmanın da önemli bir etkinlik olduğu açıktır. Her bir yeni dergi, farklı okur ve yazarlarıyla yeni bir anlayışı besleyecek bir çabayı gerektirir ki bu da azımsanmamalıdır. Dergilerin sayıca çokluğunu yadırgamak yerine yazı özgürlüklerine açılan yeni alanlar olarak görüyorum.
Servet-i Fünun dergisinin 1901'deki kapatılışından 120 yıl sonra bu görüşmeyi yaptığımız şu günlerde "Bireylikler" dergisi, "bireylikler'in çığlığını duyanlar, duyduklarının kendilerini, kendilerinin hilafına eyleme çağırdığından korktukları için, çoğunlukla duymamış gibi yaptılar ve biz de artık bu duyarsızlıktan, bu ülkenin insanat bahçesindeki nobranlıktan yorulduk" diyerek Mayıs-Haziran 2021 tarihli 98. sayısıyla veda etti. Derginin gerekçesi, dergilerinin üzerinde durulması gereken sorunlarına vurgu yapıyor. Derginin, "Gitmenin Mahcubiyeti" başlıklı yazısının şu cümlesi, okuru Hüseyin Cahit'in "Edebiyat ve Hukuk" başlıklı "bahane" yazısına götürüyor: "Öyle ki günümüzde bu topraklarda yaşamak demek, kıl çuvalın içine atılmış köpek yavruları gibi inlemek, küçük bir ışık huzmesinin bir nefeslik aralığın verdiği umutla hayatta kalmanın acziyetini yaşamak demektir." (Cemal Süreya, "Dergiler kapanmak için çıkar." demiş olsa da Akif'in, İstiklâl Marşı dileğinden esinle Bireylikler'in "veda" yazısını bir başka edebiyat dergisi editörünün yazmak durumunda kalmamasını dilerim içtenlikle.)
120 yıllık sürede kimileri adlarıyla anılan edebiyat toplulukları oluşturmuş kimileriyse pek çok yeni adın edebiyat dünyasına adım atmasını sağlamış/sağlayan ne çok dergi var, birinden birini dışarıda bırakırım kaygısıyla adlarını saymayayım. Vaktiyle amatör ve profesyonel dergiler vardı bugün ise merkez ve taşra dergilerinden söz edebiliriz. Kitle iletişimiyle matbaacılıktaki teknik gelişmeler, dergilerin merkez ve taşra farklılığını yok etmiş gibi ancak yeni bir sorunu açmıştır tartışmaya: basılı dergiler ve sanal dergiler… Edebiyat dünyasında, kalıcı olan kitaplara karşılık daha işlevsel olan dergiler karşılaştırmasının yerine bugünlerde basılı ve sanal edebiyat dergilerinin durumu, gündemin başat sorunudur. Edebiyatın mutfağı, karargâhı ya da atardamarı gördüğüm dergilerin, öncekiler bir yana, hâlihazırda basılı (Mavi Yeşil, Roman Kahramanları, Kitap-lık ve Edebiyat Nöbeti) ve sanal (K24, Aksi Sanat ve Litera Edebiyat) ortamının da yazarı olarak gönlüm, tartışmasız basılı dergilerden yanadır ancak yazılmış olanın, arzuladığı "okur" kitlesine ulaşması sorunu, derginin edebiyattaki işlevini yeniden tartışmaya açıyor, bilelim. Bu tartışmaya, son on yıldır "haz ve hızla okunan" basılı edebiyat dergilerinin edebiyatı nesneleştirip çok satarak ekonomik kazanç projelerini eklemezsek olmaz. Oğuz Demiralp'in bir yazısının başlığıyla bitireyim: "Dergisiz yazın olmaz, olamaz."