Sene 1961. Nazi Almanyası ve işbirlikçilerinin, Alman işgali altındaki Avrupa'daki Yahudi nüfusun yaklaşık üçte ikisi olan, yaklaşık altı milyon Yahudiyi sistematik olarak katletmesinin üzerinden henüz 16 yıl geçmiş. Soykırımın yaraları, savaşın acıları taptaze... Hitler devrinde ari ırka mensup, üstün devlet olduğunu dünyaya haykıran Federal Almanya’nın ekonomisi kötü. İkinci Dünya Savaşı’nın yarattığı tahribatı toparlamaya çalışıyor, yıkılan şehirlerini tekrar inşa ediyor. İş gücü açığı var. 600 bin işi kapatabilmek için, ellerinde sadece 150 bin işçi var. İtalya, Yunanistan, Yugoslavya, Portekiz gibi ülkelerden işçi alıyorlar ama yetmiyor. Türkiye’den de işçi almaya karar veriyorlar. 30 Ekim 1961'de Almanya ve Türkiye arasında İşgücü Anlaşması imzalanıyor ve Kasım 1961’de 55 kişilik ilk Türk işçi kafilesi Düsseldorf’a varıyor.
Almanya’nın o yıllardaki imajı düşünülünce, bu ilk işçilerin ellerinde iki tahta bavulla, geride sevdiklerini bırakarak, kültürünü, dilini bilmedikleri Almanya’ya gitmelerini hep büyük bir cesaret örneği olarak görmüşümdür. Evet Nazi Almanya’sı çoktan bitmişti ama Almanya o yıllarda da hala ırkçılığıyla meşhurdu.
Öte yandan gitmeyip ne yapacaklardı. Türkiye de savaştan çıkmıştı. Ekonomi kötüydü. İş yoktu. Siyasi görüşleri, fikirleri savunma özgürlüğü yoktu. Alevi olmak, Kürt olmak başlı başına zordu. Eldeki, avuçtakini satıp Almanya’ya gidip, şanslarını denemekten başka çareleri yoktu.
Bu ilk göçmen kafileleri, emeklerinin karşılığını alamadan çok düşük maaşlara çalıştırıldılar, göç deneyiminin yarattığı sayısız zorluklarla birlikte, ayrımcılığa ve ırkçılığa maruz kalanlar da oldu.
Alman araştırmacı-gazeteci Günter Wallraff, 1980'lerde iki yıl boyunca Ali Levent adında bir Türk işçi kılığına girerek, fabrikada çalışmış, 1985'te yazdığı "Ganz Unten (Lowest of The Low - Düşüğün de Düşüğü)” adlı kitabında deneyimlediği doğrudan aşağılanma ve düşmanlığı aktarmış, Türk işçilerinin durumunu modern zaman köleliğine benzetmişti. Türkçe dâhil 30 dile çevrilen bu kitap Almanya’nın göçmen gerçeğiyle ilk yüzleşmesiydi. Walfraff, sonradan Türklerden birçok teşekkür mektubu aldığını, birçoğunun mektubunda kitabı okuyan Alman komşularının ilk kez onlara selam verdiğini belirttiğini söylemişti.
Düşmanlığın bir nedeni, gidenlerin Alman kültürüne adapte olmamaları, ülkelerinde yaşadıkları hayatı birebir Almanya’ya taşımaya kalkmalarıydı. İş için gitmişlerdi, adı üstünde “misafir”diler, belki de bu nedenle adapte olma gereği görmediler. Ancak işgücü anlaşmasının süresi bittikten sonra da ekonomik nedenlerle Almanya’da kalmayı tercih edenler oldu.
Kimi gidenlerin ise öğrenme ve adapte olma isteği vardı. İyi insanlara denk geldiler. Komşularının yardımıyla tutundular, dil öğrendiler ve yaşadıkları toplumun bir parçası haline geldiler.
1961-1973 yılları arasında Türkiye’den toplam 2,6 milyon kişi Almanya’da çalışmak için başvuru yaptı, bunların 867 bin kadarı kabul edildi. Kimi Türkiye’ye döndü, kimi Almanya’da kaldı. Ancak hepsinin Alman ekonomisinin canlamasında katkısı büyük oldu. Kalanların çocukları, torunları bugün Almanya’da doktor, politikacı, akademisyen, yazar, sanatçı, sporcu bilim insanı oldular.
Alman toplumunu değiştiren dönüştüren, sayısız başarılı Türk’ün içinde belki de en önemlileri Koronavirüs aşısını bulan BioNTech şirketinin kurucuları Özlem Türeci ve Uğur Şahin. Avrupa Reform Merkezi baş ekonomisti Christian Odandahl aşının yüzde 90 başarılı olduğu haberinin ardından Twitter’a şöyle yazmıştı; "Almanya uzun süre göç konusunda ne kadar açık olması gerektiği konusuyla uğraştı ve savaş sonrasındaki 'misafir işçiler' programı hep sorgulandı. Uğur Şahin'in babası Köln'deki Ford fabrikasında çalışmaya gelen bu misafir işçilerden biriydi, şimdi oğlu dünyayı saran salgına son veren kişi olabilir."
Bu köşede de Almanya’ya göç öyküleri yazdık.
Almanya’da yılın doktoru seçilen Dilek Gürsoy’un öyküsünü...
Hangi kimliğine dönse yakılan oyun yazarı-oyuncu Dilşad Budak’ın öyküsünü...
Esra Almanya’da en çok duyduğu şeylerden birinin “Aa! Hiç Türk’e benzemiyorsun!” lafı olduğunu söylemiş, üzerine “Türk’e benzemiyor muyum?” sorusunu yazdığı tişörtler, sweatshirtler tasarlamıştı.
Bu beş öykü bile bize sanki giden kesimin çeşitliliğini ve yıllar içinde değişen göç nedenlerini özetlemeye yetiyor.
İBB Yayınları da geçtiğimiz yıl bu zamanlar, Almanya’ya Göç’ün 60’ıncı yılını anmak için bir kitap çıkartmaya karar veriyor ve Berlin’de yaşayan gazeteci Murat Tosun ile irtibata geçiyor. Tosun koordinatörlüğünde kitabın konuları, yazarları belirleniyor. Göç sürecini baştan sona, her iki tarafın da bakış açısıyla anlatan, Alman ve Türk 23 yazar tarafından kaleme alınan “Misafir, Göçmen, Yerli: Almanya’ya İşgücü Göçünün 60’ıncı Yılı” isimli kitap göçün yıldönümü olan 1 Kasım tarihinde çıkıyor.
Kitabın yazarlarından, yaşayan toplumsal hafızamız, 100 yaşındaki ünlü sosyolog Prof. Dr. Nermin Abadan Unat 1960’lı yılların başında Almanya’ya giden işçilerle ilgili ilk araştırmayı yapan ve sonrasında onlarca belki de yüzlerce yazara, araştırmacıya ilham veren kişi. Profesör Unat, etkinliklerin açılış gününde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun elinden 60’ıncı Yıl Özel Ödülü’nü ve çiçeğini alırken şöyle diyor; “Ben 1960 yılında Ankara Siyasi Bilgiler Üniversitesi’nde hocayken, 1 asistan ve 5 öğrencimle bu araştırmayı yaptım. Kalktık, Almanya’ya gittik, döndük, araştırmamızı kaleme aldık. Bugün Almanya’da dördüncü jenerasyon Türkler yaşıyor. Bazıları ülkesini hiç tanımıyor. Sizden ricam her yıl bu gençlerden, bir ya da mümkünse birkaçını burs vererek Türkiye’ye bir süreliğine getirin, misafir öğrenci olsunlar, memleketlerini, kültürlerini tanısınlar.”
Profesör Unat’ın sözlerine duygulanmamak elde değil. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu “Almanya’ya İş Gücü Göçünün 60. Yılı”nı, kitabın tanıtımı çerçevesinde, geniş katmanlı etkinlikler, söyleşiler, sergiler, sinema günleri ve konserlerle anmak istiyor.
Kitabın bir özelliği de yaşanan süreci, “Almanya’ya Göç” konusunda derin bir arşive sahip rahmetli fotoğrafçı Ergun Çağatay’ın fotoğraflarıyla aktarması. Bu müthiş fotoğraflar sadece kitapta yer almıyor, sergisi de var. İBB’nin Goethe Enstitüsü ve Ruhr Müzesi iş birliği ile hazırladığı “Biz buralıyız. Türk-Alman yaşamı 1990. Ergun Çağatay Fotoğrafları” sergisi Taksim Sanat Galerisi’nde, iki ay boyunca ücretsiz gezilebilecek.
Diğer yandan 1-5 Kasım’da da Beyoğlu FİTAŞ sinemasında ‘Göç’ konulu Türk sineması günleri düzenlendi ve Türk sinema tarihinde klasikler arasında yerleşmiş, Şerif Gören’in Almanya Acı Vatan, Fatih Akın’ın Duvara Karşı, Kemal Sunal’ın Polizei, Filiz Akın’ın Almanyalı Yârim gibi filmlerinin de aralarında bulunduğu 10 film İstanbullularla buluştu. Keşke bu sinema günleri daha uzun sürseydi. Çünkü Almanya’ya Göç’ü, arada kalmışlık hissini, kültürel adaptasyon sürecini anlatan şahane filmlerimiz var. Fatih Akın’ın “Duvara Karşı”sı haricinde “Cennetin Kıyısında” filmini de izlemeyenlere mutlaka tavsiye ederim. Göç her konuda olduğu gibi en çok kadınları etkiliyor ve onlara büyük acılar yaşatıyor. Tevfik Başer’in “40m2 Almanya”sı kadın dramına en güzel örneklerden biri. Sinan Çetin’in “Berlin in Berlin”i de namus, töre gibi konulara ışık tutuyor.
Bugün Almanya’da kendi ya da ebeveynlerinden biri Türkiye’de doğmuş, kayıtlı 3.000.0000 Türk yaşıyor. Kayıt dışı sayının çok daha fazla olduğu tahmin ediliyor. Rahatlıkla diyebiliriz ki, her Türk’ün Almanya'ya göç eden bir akrabası, arkadaşı veya komşusu olmuştur. Hal böyle olunca bu hikâyeler herkese, hepimize yakın. İBB’nin kitabının okunması, Ergun Çağatay sergisinin gezilmesi ve “Almanya’ya Göç” konulu filmlerin izlenmesi bu açıdan çok önemli.
.