Ruth Bader Ginsburg 1933 yılında, Brooklyn'de göçmen bir Yahudi işçi sınıfı ailenin ikinci çocuğu olarak dünyaya geldi. Annesi eğitimin önemine ve kadınların kendi ayakları üzerinde durması gerektiğine inanıyordu. Fabrikada çalışarak kızı Ginsburg'ü okuttu, ancak kızının lise mezuniyetinden bir gün önce, kanserden hayatını kaybederek ileriki yıllardaki başarılarına tanık olamadı.
Ginsburg, liseden sonra Cornell Üniversitesi'ni en iyi dereceyle bitirdi. Kendinden bir sınıf büyük okul arkadaşı Martin Ginsburg'le evlendiğinde 21 yaşındaydı. Sonraki yıllarda eşi Martin'den "Zekama önem veren tanıdığım ilk erkekti" diye bahsedecekti.
Çok geçmeden ilk çocuğu Jane doğdu ve eşi Martin askere alındı. 1956 yılında Martin'in askerliği bitince karı koca Harvard'da hukuk okumaya karar verdiler. Ginsburg, üniversitedeki 500 erkek öğrenci arasındaki, 9 kadın öğrenciden biriydi. Harvard'da yeni bir anne olarak öğrenciliğine devam ederken, erkek egemen, ayrımcı ve saldırgan bir dünya ile de tanışmış oldu.
O yıllarda eşi Martin kansere yakalandı. Hasta kocasına bakmak, onun ders notlarını temin etmek, Martin'in dikte ettiği bitirme tezini daktiloya geçirmek, çocuğuyla ilgilenmek, ev işlerini ve yemekleri yapmak ve de zorlu öğrencilik hayatına devam etmek durumundaydı. Ginsburg, Time dergisinin haberine göre* o günlerde ortalama üç saat uyuyordu. Tüm zorluklara rağmen sınıfının en parlak öğrencisi olmaya devam etti ve Harvard Law Review'da makalesi yayımlanan ilk kadın oldu.
Martin, kanseri atlattıktan sonra okulu bitirdi ve New York'ta avukat olarak iş buldu. Ruth da, kocasıyla birlikte New York'da yaşamak için, son senesinde Harvard'dan Columbia Üniversitesi'ne transfer oldu. 1959'da Columbia Üniversitesi Hukuk bölümünü birincilikle bitirdi.
Olağanüstü başarılı eğitim hayatı ve yüksek not ortalamasına rağmen cinsiyet eşitsizliği nedeniyle hiçbir yerde iş bulamadı. O yıllarda kimse kadınlara, hele de yeni annelere avukat olarak iş vermiyordu. 1960 yılında "katiplik" başvurusu yaptığı Yüksek Mahkeme yargıçları tarafından da kadın olduğu için reddedildi.
Ginsburg hukuğun cinsiyetçi bir iş alanı olduğunu birinci elden deneyimlediği için akademisyen olmaya karar verdi. 1963-1980 yılları arasında Rutgers Üniversitesi ve Columbia Üniversitesi'nde "hukuk profesörü" olarak çalıştı.
Ancak bu kararı onu Yüksek Mahkeme'ye adımını atmaktan ve kadın hakları için çalışmaktan vazgeçirmedi. Ginsburg, 1971 yılında Reed ve Reed davası sonucunda, Yüksek Mahkeme'nin aldığı tarihi "Cinsiyet ayrımcılığı anayasanın 14'üncü maddesinin eşitlik ilkesine aykırıdır" kararı dahil, altı cinsiyet ayrımcılığı davasının beşini kazandı.
Ginsburg'ün 1993 yılında Bill Clinton tarafından Yüksek Mahkeme'ye yargıç olarak atanmasından, geçtiğimiz cuma günü hayatını kaybedene kadar geçen 27 yılda Amerika'da popüler kültürün en önemli ikonlarından biri haline gelmesi, hayatının filmlere (RBG Belgeseli ve On the Basis of Sex), çocuk kitaplarına konu olması, tişörtlere resminin basılması, posterlerinin sokaklara asılması tesadüf değil.
Ginsburg yaşamı boyunca güçlü kadın bireyler yetiştirmek, hayatın her alanında cinsiyet eşitliği sağlamak, aynı cins evliliği yasal kılmak, göçmenlerin ve azınlıkların haklarını korumak gibi sayısız insanın hayatına dokunan ve iyileştiren yasaların kurucusu, Amerika'da liberal değerlerin en önemli savunucularından biri oldu.
Erkek egemen hukuk dünyasında sıkıcı siyah cübbesinin üzerine taktığı temiz beyaz dantel yakalarıyla ve renkli küpeleriyle kadınların yargıdaki temsiliydi.
Ginsburg'ün Amerikan seçimlerinden tam 6 hafta önce hayatını gözlerini yumması ise iyice işleri karıştırdı.
Trump hemen yerine bir kadın aday göstereceklerini söylerken -ki bu tabii ki Trump destekçisi biri olacak- Biden ve demokratlar seçimden önce Ginsburg'un kesinlikle yerinin doldurulmamasını, yeni seçilecek başkanın senatoya yargıcı önermesi gerektiğini, bunun ayrıca Ginsburg'ün vasiyeti olduğunu belirttiler. Torunu Clara Spera da Amerikan radyo kanalı NPR'e yaptığı açıklamada, Ginsburg'ün yeni başkan göreve gelmeden önce yerine kimsenin atanmaması yönündeki arzusunu doğruladı.
Bilindiği üzere Amerika'da Yüksek Mahkeme kürtaj, göç, silah yasası ve ayrımcılık gibi özellikle Trump Hükümeti döneminde maalesef tartışmalı hale gelen çok önemli konularda son sözü söyleme yetkisine sahip.
Bayan Adalet, Bayan Eşitlik Savaşçısı öldü ve dokuz kişilik Yüksek Mahkeme'deki liberal temsilcilerin sayısı üçe düştü. Bu koltuğa atanacak kişinin muhafazakâr olması koşulunda yukarıdaki hayati konularda yapılabilecek değişiklikleri düşünmek bile ürkütücü.
Özellikle Trump'ın faşist göçmen politikaları dikkate alınırsa...
İşin ironik yanı, 1930'larda Amerika'nın göçmen politikası farklı olsaydı, Gainsburg'ün ailesi en başta Amerika'ya göç edemeyecek ve Amerika kendini şekillendiren en önemli değerlerden birinden yoksun kalacaktı.
Adaletin öldüğü yerde, kaos ve kargaşa doğar. Dileyelim ki Ruth Baden Ginsburg'ün yerine kendisi gibi adaleti savunan, eşitliği ve düzeni sağlayan; politikacıların değil de halkın yanında olan biri gelir. Yoksa tüm dünya için bu kaybın bedeli ağır olabilir.
* https://time.com/5488428/ruth-bader-ginsburg-marriage-equals/